Yıllar önce kaleme aldığım ve hiçbir yerde yayımlanmadan çekmecede biriken öykü, deneme, anı ve anlatılar arasına karışan bu metni, ölüm oruçları bugünlerde yeniden gündemde olduğu için tekrar gözden geçirdim ve Eleştirel Kültür aracılığıyla paylaşmak istedim. Direnenlere… Saygı ile…

*

Bir heyet oluşuyor. Pek kalabalık olduğu söylenemez. Ama niceliği değil, temsil yeteneği önemli. Hep öyle söylenir. Toplumsal muhalefeti kucaklayan bir zenginliğin temsilcileriyle toplanıyor yani bu heyet. Kuşatıcı. Aynı zamanda fazlasıyla detaycı. Didik didik ediyor her ayrıntıyı. Aynı zamanda ve ne yazık ki sayıklayıcı. Didiklediği parçaların içine yerleşiyor. Her şeye rağmen, her ne olursa olsun, her nerede yaşıyor ya da yaşatılıyorsa… bir şekilde toplanabilmesi önemli yine de heyetin. İyi.

Temsilcilerin oturup uzun uzun, son derece ayrıntılı bir biçimde, köstebeğin gözü ne renktir detayını da atlamadan tartıştığı birkaç toplantının hemen ardından, İstanbul’un merkezinde, İnsan Hakları Derneği’nde, sabah erken vakitte buluşup yola koyulan bir heyete dönüşüyor hızla. Ne kadar detaya dalınırsa dalınsın, farklı kesimlerin farklı yaklaşımlarının nedenleri ve niçinleri üzerinde ne kadar durulursa durulsun, farklı yaklaşımların arz ettiği önemin altı ne kadar çizilirse çizilsin… zaman sıkıştırıyor sonuçta. Haklar çiğneniyor. İnsanlar ölüyor. Kötü.

Genel merkezde buluşma, sigara, simit, çay, poğaça, selamlaşma, lak lak lak… Uzaklaşma… Taksim, Beyoğlu hattından Hisarüstü’nün oralara, tam adını koyacak olursak Armutlu’ya doğru koyuluyor heyet yola. Adresi belli adressiz sorgulara. Temsilcilerin de temsilcilerinden oluşan küçük bir heyet artık. Tam adını koyacak olursak Küçük Armutlu’ya gitmeye niyetli küçük bir heyet. Ölüm oruçlarının peşinde. Dursun diye.

Dura dura araç duruyor en önce. Güvenlik güçleri yolu kesince.

Bir heyet toplanıp yola koyulunca demek İstanbul’un kalbinde, devlet de boş durmuyor bir şekilde. Uyarıcı. Geçiş yok. Heyete. Geçit yok. Faşizme. Tinin devinimi sürüyor yeryüzünde. Enerjinin sakınımı. Yaşamın dönüşümü. Ve devletin sönümlenememesi bir türlü. 

 “Dur!” –Bu bir ihtardır neticede.

Minibüsün arama tarama işlemleri tamamlandıktan, asayiş durumu kontrol edildikten, temiz yahut temyiz kâğıtları alındıktan, yeterlilik ve/veya ilmühaber belgesi için muhtarlıkla gerekli temas sağlandıktan veyahut tüm bunların yerine geçecek şekilde, modern çağda, modern bir biçimde Genel Bilgi Taraması yapıldıktan sonra girmek mümkündür bu türden mahallelere. GBT. Grupların Bağımsız Takılamaması durumu. Devletsiz. Mesele seyahat serbestisi ise seyahatsiz ve serbestisiz. Huzurlu ve Güvenli yine de. En azından 12 Eylül sonrası bir dönemin favori apartman isimleri bu şekilde. TGGBB. Taranması Gereken Genel Birtakım Bilgiler merkezinde. Bağzı mahallelere girmeden, bağzı mahallelerden çıkmadan, bağzı mahallelere heyet halinde girip çıkmadan önce yapılması gereken işlemler özetle.

“Herkes dışarı!” –İhbar var neticede.

Eller, kollar minibüsün yan cephesine dayalı, bacaklar uygun biçimde aralı, zihinlerden gelip geçenler hayli karmaşık ve duyarlı. Bir iki mırın kırın, itiraz, serzeniş, direniş… ne oluyor be! “Nedir memur bey, ne hakkınız var bunu yapmaya?” “Bunlar da hep böyle, ne olduğumuz, kim olduğumuz belli işte, bırakın da geçelim!” “Yasak mı var kardeşim, koskoca bir şehirde, bir yerden başka bir yere gitmeye?” –“Dur!” Belli değil ki ihbarın kimden geldiği, ne olup ne bittiği, gelip geçenlerin ne kadar tehlike arz ettiği! –İhtimaller var neticede. 

“Yetmez mi insanlara bunca çektirdiğiniz? Yetmez mi bunca yaptığınız? Ne hakkınız var yolları kesip evine barkına gideni, sokaktan geleni geçeni, (bakın, burası önemli) yuvasına ekmek götüreni durdurup aramaya? Rutin bir arama mı bu, tehdit mi, dayatma mı?” 

“Aramanın rutini mi olur ulan gavat, ihbar var, kaldırın kollarınızı, dayanın araca?” –İhtar, ihbar ve itibar iç içedir hep bu ülkede! Süreklilik esastır devlette.

Ürkekçe veya tam tersine gözü pek bir adımın hemen öncesinde… hiç fark etmez… endişe her yerde… Neresinden bakarsanız bakın, İHD’de bir araya gelmiş anağrşik bir heyet var karşınızda! Hem suçlu hem… ııh güçsüz! Sol ve sosyalist partilerimiz, dergi çevrelerimiz, dergi çevresi adı altında faaliyet yürüten ufarak teferek örgütlerimiz ve sendikalar başta STK temsilcilerimiz (evet, en başta “toplumsal muhalefeti kucaklayan” falan derken abarttığımızı artık kabul edebiliriz) Küçük Armutlu’daki direniş evlerinde tanıklık yapacak sonuçta! Ne kadar güçlü olabilir ki bu zamanda!

Telsizinde oyalanmakta olan amir bir yana, sıradan polis açısından bakıldıkta, gücü değil gürültüsü önemli –anunagodumunun anağrşik herifleri ve garıları işte! Angutlar, gavatlar, lavuklar, oruspular, gancıklar falan filan.

“Gbt mbt, arama tarama, yol çevirme, eveleme geveleme gözlerini gorkutalım daha girişte…” –İhbar, ihtar, istikrar. Devletin iskeleti böyle. İstikbal GBT’lerde!

“Cık cık cık, adamlara bak ya…” birkaç yakınma, söylenme, homurdanma… hafiiiiiif ama çok hafiiiiiif, iyice derinlerden gelen bir diklenme, pratik aklın eleştirisi… ama yola devam etmek için rıza göstermek de şart galiba! Zor ve rıza. Havuç ve sopa. “Ara babacım, ara…” Rıza Silahlıpoda!

“Devam, devam, bekleme yapmayın hadi, devam edin. Hadiii yürüyün gidin işinize!” –amir kişi telsizden son komutu aldı galiba. O da telsizin diğer ucundakinin emir kulu sonuçta. Gelen emri uygulamasa, ihtimaldir ki ihmal var diye soruşturmaya uğrayacak sonunda. İhbar ve ihtar şimdilik bu kadar. Sopa ve havuç ise öyle kolay kolay bitmez, daha çok var. Silah Rızalıpoda!

*

Geçip gitti arama faslı böylece, kavuştuk mahalle ortamımıza bir şekilde… Bir kere girdikten sonrası malum zaten, kurtarılmış bölge bütün bir mahalle! Devletsiz. Evler, duvarlar, odalar, afişler, yazılamalar, sloganlar, insanlar, kavuşmalar, sarılmalar… hepsi bizim. Yarın bizim yoldaşlar. Bizimdir yani. Arasa arasa bizim çocuklar, şarabi eşkıyalar arayabilir burada artık yalnızca. Yarınlar.

Gelin görün ki, arama taramadan çok daha büyük bir mesele var önümüzde; bizim bağzı çocuklar, bizim bağzı güzel çocuklar, direnci çok yüksek, azimli, inatçı, inançlı çocuklar… ölüm döşeğinde işte! Yarın yok mu acaba?

Vicdan var. Orası kesin. Hem de nöbet tutuyor tüm mahallede. Ölümüne.

Vicdanın peşinden, yamaçtaki bir gecekonduda çok kısa bir çay molası verdikten, durum çok feci, artık sona gelindi, mutlaka bir şeyler yapmalı bilgisi alındıktan, hijyene dair iyice bir uyarıldıktan hemen sonra gidiyoruz ilk eve. Önde rehberlerimiz, yol gösterenlerimiz ve hiç ara vermeden devam eden uyarılar. Amman temizlik, canım hijyen, odaya girmeden antiseptikle yıkanın bir güzel… Ve çok kalmayın, çok konuşmayın, sesinize dikkat edin, kısık sesle, onları yormayın lütfen… Elbette. Osman Osmanağaoğlu var burada, ölüm orucunun iki yüz doksan altıncı gününde. Polis ablukasındaki mahallede, “kurtarılmış” bir evde, battaniyeler altında, bir yatağın içinde… iyice büzülmüş, ufalmış, küçülmüş bir vaziyette.

Yüzü bütünüyle çökmüş, bedeni neredeyse salt eğik kaburgasından oluşan, kemikleri tek tek sayılan, yattığı yerde minildikçe minilmiş, kamburlaşmış bir küçük adem. Yorganların, battaniyelerin, çarşafların altında gizleniyor usulca. Mevsim bize yaz ama ona hep kara kış galiba.

Tümüyle karanlık denemese de hayli loş bir odada, o loşluğun içinden gelen soğuğun tam ortasında. Kan çekilmiş gövdeden, gözlerden ve tekmil yüzden. Hafiiiiiiif, çok hafif aralanıyor perde. Solgun, durgun, yorgun. Açıktan söylemesi çok yanlış olacak ama… ölgün. Eriyip çökmüş yüzü ve çukura kaçan gözleri, kapalı perdelere rağmen güneş ışığından rahatsız oluyor herhalde, perdelerin iyice çekilmesini işaret ediyor… ve gözlüklerimi istiyor benden, “denemek” için.

Sonra usul usul, neredeyse fısıltıyla konuşmaya başlıyor… asıl istediğinin güneş gözlükleri olduğuna dair belli belirsiz sözcükler bunlar, sözcük kırıntıları ya da kalıntıları. Tam bir bütün oluşturmuyor, yine de bir anlama dönüşmeyi başarıyor. “Daha koyu olsun… Daha kapalı… Boyu iyi… Kalın…” Gözlüklerimin geniş çerçevelerinin ölçülerini aldırıyor yoldaşlarına. “Bu boyda olsun… İyi… Ama siyah… Kalın… Işığı kapatın.” Fısıltıyla geliyor hepsi. Birazcık çocuk gibi. Her sözcükte, her harekette, her jestte bir çocukluk hissi. Elini atıyor ve istiyor. Bakıyor ve tarif etmeye çalışıyor. Yarım. Küçülmüş ama büyümüş insanlar. Basit istekler, sıradan çağrışımlar, ağır hareketler, son vazifelerini yerine getirebilmek için çevresinde pervane gibi dönenler. Kesif bir koku var. Ölüme koşan bir bedenin o hiçbir şeye benzemeyen ekşimsi kokusu. Sınırlar var. Zorluklar. Bir ömür boyu mücadele. Bir ömürü ortaya koyan mücadele. Direngen. Ağır. Yorgun.

Son günlerinde, son günleri olmasını istemediğimiz son günlerinde, belki de son saatlerinde, son isteklerini fısıldayıvermekte. Sözcükler dilinin dibinde. Tek tek ve güçlükle geliyor, gerçek hayatla irtibata geçtikçe. “Koyu olsun…” Sahi, gerçek ne, hayat ne?! Koyu mu yeterince?

11 Ağustos Cumartesi günü gerçekleştirdiğimiz heyet ziyaretinin sadece üç gün ertesinde, 300’ü geçmeden, ölüm orucunun 299. gününde ayrılıyor aramızdan Osman. Kopuveriyor. İstekleri ve sözcükleriyle birlikte… Koyu karanlıktan gayrı, gözlüğüne de kavuştu mu acaba?!

*

Rehberimiz eliyle işaret ediyor şimdi. Bu tür ziyaretleri çok uzatmamak gerektiğini. Ayrıca, hemen yan odada şakalaşma meraklısı Yıldız Gemicioğlu var daha. Yine bir çocuklaşma var. Yine her gördüğüne merak. Yine uzağı yakın etmek isteyen dokunuşlar. Örgüler, bebekler, boncuklar, kurdeleler, tahta oymalar, oyuncaklar hep yanında.

Kadın kolektiflerinden heyete katılan feminist bir arkadaşımıza mor renklerle süslü, kendi yaptığı, tahtadan küçük bir kağnıyı hediye ediyor anında. El becerisiyle yapılmış işler, minik hediyelikler mapushane günlerinden gelen bir alışkanlık aynı zamanda. Çevresi onlarla dolup taşmış. Tüm bir hayatı. Hayatın ileri doğru devrimci bir kopuşu gerçekleşmediğinde, geriye, çocukluğa doğru bir yıkımı mı söz konusu acaba? Ne kadar acımasız! Hüzünlü bir arayışı mı diyelim? Direniş evi ama… çok fazla yaşanmamışlık var bu odada. Çok fazla, yoğun, keskin bir acı.

Direnç ve mücadelenin insanın kendi bedenini dahi ölüme yatıracak doruk noktasına ulaştığı bu büyük destanda, göre göre sadece acı görmek de bir o kadar acı değil mi?! Hayat ve heyet!

Ölümün hemen arifesi ve çaresizliğin ziyaretçileri bir arada. Bedenini ölüme yatırarak bir çözüm yolu oluşturulabiliyor mu acaba? Direniş! Ölerek direnmek mümkün mü? Ya da ölüme direnmek mümkün mü bu şekilde? En çok ölüm, yoğun bir terk ediş duygusu kol geziyor ortalıkta. Ölüm inadına! Ve kimisi tanık, kimisi tanıdık, kimisi gözlemci, pek azı eylemci statüsüyle katılanlar hayata. İki parti, üç STK, beş yazar… Bir kamuoyu, bir müdahale, bir ses… belki işte. Bir gün, gün gelir, bin ses olabilir, binlerce sese dönüşebilir diye. Umutla.

Rehberlerimiz ısrarcı. Evlerde, odalarda mikrop bulaştırma tehlikesine karşı, âdeta seferberlik halinde ve “dezenfekte edilerek” dolaşmaya devam ediyoruz ortalıkta. Alkollü arındırıcılar, sürekli el yıkamalar, kolonyalar, galoşlar… Duyarlılık dorukta. Hassas, sessiz, kaygılı, ağırbaşlı… sıkıntılı ziyaretçileriz biz burada. Bir şeyler yapsanıza! Bir işe yarasanıza! Ne olursa olsun, bir çare bulsanıza! Görmüyor musunuz, ölüyoruz burada…

Karanfillerin gözaltına alındığı, Hoşçakal Yarın’ın yasaklandığı kuşatılmış bir mahalledeyiz sonuçta. Ne yapalım? Çepeçevre sarılmış, abluka altında. Doksan ikinci ölüm gününde cebinde çakmakla dolaşan direnişçiler, “Müdahale olursa kendimizi yakarız” diye özetliyor durumlarını. Her şey bir kıvılcıma bakar sonuçta. Gözlerinde çakmak çakmak öfke. Alınlarında ışıl ışıl gençlik. Üçüncü ya da dördüncü grup deniyor onlara. Üç yüz gün civarındakiler birinci gruptan. Geriye doğru yüzer yüzer “ilerliyor” galiba. Grup grup ölüme gitmekteler, ekip ekip ölüme direnmekteler! Çakmakla… her an hazır yanmaya. Patlamaya!

Kararlılık ve irade. Azim ve inat. Re-ziz-tans! Hayran kalıyorsun sanki… ama uzak duruyorsun yine de. Ama’lar, fakat’lar, işte’ler, acaba’lar, yine de’ler, aslında’lar, böyle mi olmalıydı’lar, nereye kadar’lar, iyi ama biz ne yapabiliriz ki’ler, kendi kararları işte’ler dünyası… Sanki’ler, belki’ler, keşke’ler… Sorgulayıcı. Etkisiz. Çaresiz. Aralarındayken de seni uzak tutan bir şey var sanki. Bir tercih mi bu sahi? Öznenin konumu. Gözlemliyorsun sadece. Anlamaya çalışıyorsun. Sen busun: Herr gözlemci, hep gözlemci… İçimizdeki Fransız, İrlandalı, sürekli yabancı.

Yan gecekondu. Kırmızı bayraklar, beyaz tülbentler. Bir tür yer değiştirme. Sıçrama. Duvarda beyaz perdeler, alında kırmızı tülbentler. Eller kınalı hep. Birinci gruptan iki yüz doksan altıncı günündeki Gümüş Şahin’e “Nasılsın?” diye soruyor heyetten biri. Yanıt çok kısa ve bir o kadar da çarpıcı tabii ki: “Sence nasılım?”

Suskunluk. Saygı. Endişe. Gözler yerde… Yerin de dibinde!

Ve aynı çocuksu merak… her an, her yerde. Bir anda uzanıyor, sarı kapaklı tükenmez kalemi elimden çekip alıyor, hınzırca gülümsüyor ve el koyduğunu söylüyor kalemime Gümüş. Bunun gibi rengârenk kalemler istiyor hemen peşinden. Çok kalem. Hep renkli. Gökkuşağı sevgisi. Hep çocuk. Sence nasıl peki şimdi?

Bir sonraki ev. Odalar görece kalabalık artık. Beş ayrı kadın eylemci dağılmış, yataklarında sessiz. Beş kadından biri sesleniyor sadece; “Bir şey-ler ya-pın!”

STK işte, eskilerin demokratik kitle örgütü şimdilerin sivil toplum müessesesi… ve onun mühendislik ve mimarlık dolaylarından boş boğaz bir temsilcisi, “Şimdi yaz aylarındayız, kitleyi harekete geçirmek çok kolay değil, Eylül’de, Ekim’de yapabiliriz” diye yanıt vermesin mi? Versin!

Ve cevabını da alsın tabii ki: “Eylül’e kadar dayanabileceğimizi mi düşünüyorsunuz gerçekten!”

Sessizlik. Saygınlık. Aptallık. Gözler yerin dibinin dibinde…

Başka biri, “yeme düzeni”ndeki değişikliklerden, şekerli su dışında her tür gıda alımını bırakmış olmasından, B vitamini almamasından hareketle çok rahat söylüyor ve birdenbire, “Artık süreci hızlandırdık” diye… Sanki ölüme koşuyor. Yarış halinde. Grup Yorum eşliğinde. “Cesaret”le!

Sessizlik. Hız. Zamansızlık. Kaygı. Gözler kapalı şimdi.

Aileler de var tabii. Anneler, babalar, kardeşler. Çocuklarının başında bekleyenler. Çaresiz. Ve illa bir çare, bir çıkar yol arayışında. Sırf burada, “dışarıda” ölüme yatanların değil, orada “içeride” ölenlerin de aileleri. On dokuz aralık operasyonunda katledilenlerin örneğin. Ya da bir değil, iki çocuğunu birden kaybedenlerin. Canan ve Zehra Kulaksız’ın annesi mesela. Onları yitirmiş, şimdi burada öbür kızlarının başında. Gümüş’ü ziyaretinde, Gümüş’ün ömrü derdinde ve hep gözyaşları içerisinde…

Sessizlik. Sessizlik. Sessizlik…

Ve neşe de mi var bunca acının ortasında acaba? Gümüş’ün parti/örgüt emriyle ehliyet alma anısı mesela. Birden başlıyor gülüp anlatmaya. Ehliyet kursunda nerede, nasıl çuvalladığını canlandırmaya. Anlatıp moral verecek, biraz neşelenip eğlenecek, direnişine gül ve gülücük katacak işte… ne var bunda?! Ölümün arifesindeyiz dediysek de hepten durgun olacak, “yaşama küsecek” değiliz ya! Gülüşü ömre bedel…

Direniş bu. Sensiz. Bensiz. Bizsiz.

Direniş. Bir başına.

Direniş. Örgütle.

Heyet, ziyaretlerinin son perdesinde, dinleniyor bir evde. Peki, hayat hangi perdede?

Bir kez daha “direniş evi” kurallarını hatırlatır, hijyen uyarılarını yapar ve galoşları giymemizi işaret ederken rehberimiz, STK’lardan bir STK’mızın, hemi de son derece radikal görünümlü sendikalarımızdan bir sendikamızın başkanı dayanamıyor başlıyor eleştiriye. “Gördünüz mü, nasıl da Marlboro ve Camel’ları var hep masaların üstünde?!” Ne iş, Nakliyat İş?  Birileri direnip ölüyor, başka birileri dedikodu peşinde, zırvalıyor. Belki de örgütler arası çekemezlik ve rekabet halidir, kim bilir. Ya da memleket solcusunun değişmeyen mıymıy karakteri. Köstebeğin gözündeki renk değişimleri. Bilemezsiniz ki!

Sussa artık bir insan. Bitse sözcükler. Direnişçilerin çocuklaşması gibi köklerine, kökenlerine dönseler. Ölümler karşısında, iradeyle, bile isteye yitip giden bedenler karşısında, bu bedeni taşıyan ruhun büyüklüğü karşısında diğer her şeyin küçücük kalması, hâlâ anlaşılamadı mı? Sözcükler de öyle değil mi? Onlar sözcüklerin bittiği yerde yaşamıyor mu şimdi?

Bırakın sigara markalarını, çekiştirmeyi, hatta eleştirmeyi! İnsan ötesi yüce bir varlığa dönüşüm değil mi bu? Hak verirsiniz, vermezsiniz, o ayrı bir şey, peki saygı duyamaz mısınız en azından? Hiçbir şey yapamıyorsanız, ses çıkaramıyorsanız, etkili olamıyorsanız… sessiz kalamaz mısınız?!

Sessizlik mi? Ama buraya onların sesi olmaya, “dışarı”ya durumu anlatmaya, bir yol oluşturmaya gelmediniz mi siz yahu?

En azından “başkalığı” ve büyük fedakârlığı anlayamaz mısınız? İnanmışlık mı, adanmışlık mı, kandırılmışlık mı –aklınızın bir kenarında sorgulamaya sonra da devam edersiniz? Önderlik niye yapmıyor, Dayı? Sorgulanamazlık bu, bağlanmışlık. Sonra sorgularsınız.

İnsan bedeni böyle direnebilir mi sahi? Böyle bedeni ölüme yatırarak direnmek doğru mu peki? Başka bir yöntem yok mu, hangi baskı ortamında, hangi noktada bedeni ve hayatı ortaya koyan böylesi ölümcül bir direnişe geçebilir kişi, başka bir çare yok mu? Gerçekten mümkün mü böyle direnmek ve bir kazanım elde etmek? Akıl ve ruh emrediyor, beden boyun eğiyor, yapıyor –böylesi büyük bir irade, kurtuluş ve doğuş olası mı sahi?

Eee, ne sorup duruyorsun, gözünle görmedin mi?!

Ah, sözcükler, sözcükler, sözcükler… ne kadar da yetersizler.

Sessizlik hep sonunda…

Ve saygı!