Ana Sayfa Litera Sarılmanın Ahşabı ve Dehanın Zahmeti

Sarılmanın Ahşabı ve Dehanın Zahmeti

Sarılmanın Ahşabı ve Dehanın Zahmeti

Bu kâtip hatırayı sizlere takdim ederim!”

“Liman Fotoğrafı”

HEP merak etmişimdir. Bozkırkurdu’nu yazan bir beyin, Siddhartha’yı neden yazdı? Ya da tersi. Elbette benim tercihim gececi kurttan yana ve her iki kitabı da gençliğinde okumuş biri olarak, Hermann Hesse’nin başyapıtının Siddhartha değil Bozkırkurdu olduğunu çekinmeden söyleyebilirim. Gerçi Siddhartha daha önce yayımlanmış. Ama kitapların yazılış ya da yayımlanış sırasının kafamı karıştırmasına izin vermiyorum. Elbette hayatın karmaşık olduğunun farkındayım. Amacım dümdüz bir yolda hiç sapmadan ilerleyen bir yolcuyu övmek değil. Bu sadece kuşların gökyüzündeki hayatında olabilir. Hatta belki, uçarken gözlerini yuman kuşların. Yalnızca onların. Nasılsa zamandan muaf bir hayatta. Patika topraktadır, kıvrıla kıvrıla ormanın derinlerine uzanır. Yere inince her şey başkalaşır, göze, kalbe, zihne bambaşka görünür. Hisler, algılar, düşünceler, bilgiler. Ağaçlar, dikenler, suyosunları, tavşanlar. Kanatlar, tüyler, bacaklar, yüzler. Ve yükler. Yükler değişebilir. Ağırlaşır. Hafifler. Tekrar ağırlaşır. Tekrar hafifler. Bazen kaybolur, ne patikadan ne yolcudan bir iz kalır. Ama bilincin yükünü taşıyabilmek, bence ağaçtan çok suyla, sütliman bir kalpten çok, fırtınalı bir zihinle ilgilidir. Yaşlı bir adamken de Ağaçlar’ı yazdı: “Ağaçları dinlemeyi öğrenen, ağaç olmayı arzulamaz artık. Kendisi dışında başka bir şey olmayı arzulamaz. Yurt budur. Mutluluk budur.”1

Bunun nedeni, çocukken gittiği keşiş okulu olabilir mi? Bilemeyiz. Hesse Romantiklerin soyundan gelir. Ünsal Oskay, “Gündelik hayatımızda metafiziğin belirli bir yeri vardır. Kanıtı somutlaşmayan her umut, bu metafizikle hayatını sürdürür,”2 der. Hesse de, tıpkı Benjamin gibi, konusu yaşamak olan tuhaf bir hayat sürmüş olabilir. Ama bir fark var: Benjamin “Kaynağın yakınındaki yerini hiçbir zaman terk etmez”3, hayatı ve içindeki her şeyi daima kentten bakıp anlamaya, anlamlandırmaya çalışır. Çünkü doğada ismi konacak bir şey kalmamıştır. Doğanın daha fazla tünediği, daha çok soluklandığı taşradan kente taşınmıştır. Ve isim koymak dehadır ve “Deha zahmettir.” Bunu yaparken, kopkoyu, melankolik karamsarlığına rağmen, belki de bu sayede, “şairin misyonu”nu da üstlenir, başka türlüsü ona uzaktır: “Gerçeği unutmak, dünya harikalarını vaat etmek, zafer şarkıları söylemek ve ölümü reddetmek.”4 Bu söylediğim, gece başlar başlamaz başını kuştüyü yastıklara koymaya alışkın, şiiri, ağacı ve sorgucu gündüz ışığının aydınlattığı masasında şablonlarla ölçüp biçmeye teşne olanlara tuhaf gelecektir. Gecenin uyandırdığı suyun korkunç acılığını tatmayan, buna dudak bükecektir. “Her yerde varlığını gösteren gece, hiçbir zaman uyuklamayan gece her zaman uyuklayan gölün suyunu uyandırır.”5 Çünkü isim koymak uykusuzun işidir. “Uykusuzluk başlarda, karanlık bir şekilde düşünmek veya acı çekmek zorunda olanların sığındığı, adeta bir vahadır.”6 Sonra ne mi olur? Buna alışılır. “Geceyi yutarız, çünkü içimizde sudan bir şeyler vardır.”7 Siz buna yazgı mı diyorsunuz? Orada “Gecenin balı yavaşça yenir.”8 Aslında Hesse kendisiyle çelişmez. Hakikate giden yolları deneyip durur. Dinlemeyi öğrendiği ağaçları içinde taşır ve gittiği her yere götürür. Öte yandan, “Aykırı bir bilinci geliştirmek – Yalnızlığı derinleştirmek demektir.”9 Ve yine öte yandan, aşk, bizim adlandırmamızla, Sarılmanın Ahşabı, işte o her yerdedir. Özlemek her yerdedir. Kentte, taşrada, kırda. Hatta hiçlikte bile. Bu yüzden, ismi ve yavrusu hariç, “İnsanın kendindeki bazı şeyleri ölüme terk etmeyi bilmesi gerekir”.10 Aykırı bilinç, geliştikçe zahmetsizliği arzular. Her şeye hazırlıklıdır ve hazırlıklı bir zihnin yazarken yaptığı da, bazen oradan buradan ödünç almaktır. Zahmetsizce. Aslında çoğu zaman hiçbir şey söylemeye gerek kalmaz. Her şey çoktan söylenmiştir, silinse de üst üste durmaktadır. “Göz kapaklarını kaldırdığında, sanki bütün kıyafetlerini çıkarıyormuş gibidir.”11 Bu durumda, tıpkı Benjamin’in yaptığı gibi, sadece seçip almak, seçileni suyun dibinde bir kolaj örgüsüyle bir araya getirmek yetecektir. Su gerçek bir Palimpsest’tir ve onun sonsuz acısını tadan uykusuz yazıcının, yani Dehanın, silineni görebilen gözlerinde şifrelenmiş zahmeti böyle okumak gerekir.

“COLETTE’İN feministlerin kırbaç ve haremi hak ettiğini açıklamasının üzerinden yirmi beş yıl geçmişti. 1927’de Walter Benjamin, bir Alman gazetesi (Die literarische Welt) için Colette ile röportaj yaptı. Ah, o odanın duvarlarında sinek olmak vardı! Benjamin ona feminizm hakkındaki düşüncelerini sordu. Ve o da büyük Marksist eleştirmene, kadınların gücü ele geçirdiklerinde kesinlikle erkeklerden çok daha korkutucu olduklarını söyledi. Kadınlar asla kamusal hayata aktif olarak katılmamalıdır. Politika yalnızca doğal ‘kadınsı karakterin acımasızlığını’ kışkırtabilir ve kadınların son dönemde keşfedilen ‘güç arzusu’na duydukları iştahı kabartabilir. Ve ona göre bunun nedeni ‘diyet modası’ydı. Rejim yaparak zayıflamak onları ‘erkekleştiriyordu’. Yirmi yıl içinde ‘kadınlar panolar kadar düz olacak.’ Üstelik bir jüride veya komisyonda görev yapacak kadar ‘dengeli’ ve ‘zeki’ kadınlar bile (ki bazılarını tanıyordu), ‘her ay’ hâlâ huysuzluk ve sinir krizleri geçiriyor, bu da onları önemli kararlar almaya elverişsiz kılıyordu: Ve iyi bilinir ki, adet döneminizde karar veremezsiniz!”12

İÇİNDEKİ ağaçları ölüme terk eden Bayan Unguentine, denizci kocasının neden böyle bir çılgınlık yaptığını anladı mı acaba? Ya çılgın denizci, içindeki ağaçları öldürürken ne düşündü? Aklında hortlağı, hortlakları var mıydı? Bilmiyorum. Düşünüp duruyorum. Belki de insan, kısa bir an bile olsa, özlediğine yanıt vermeli. Özleminden çok uzun süre ayrı kalan, doğasını unutur. Balık denizini, tavşan karasını unutur. Bazı durumlarda deha yetmez. Kalpleri ısıtmak, yumuşatmak, cam ve metal dilinde söylersem, tavlamak için, kalpleri değiştirmek için, cesaret gerekir. Kentler, kasabalar, köyler. İlk adımı atmaktan korkan yalnız insanlarla doludur.

“Eserini yaratırken kullandığı aletler ve malzemeler, hâlâ yaşayan bahçenin kalıntıları üstünde rastgele dağılmıştı; istiflenmiş demir çubukların altından güçlükle soluk almaya çalışan petunyalar, neredeyse çürümüş halat yığınlarının altında kanayan asmalar gördüm; dikine çevrilmiş çotuklar, çimento torbaları, bir sonraki yapay ağaç mahsulünün çelik köklerinin gömüleceği, çimenlikte açılmış geniş çukurlar. Sıcak bedenine yaslanıp hıçkıra hıçkıra ağladım, defalarca; onunla tekrar birlikte olmak için, ama onunla olmak, aynı zamanda tüm bunlarla, canavarlıklarıyla birlikte olmaktı.”

Kitabı nihayet tekrar açtım. Bu gece, yani tam beş ya da altı gün sonra. Emin olmak için saate bakmalıyım. Birkaç sayfa okudum ve hemen kapattım. Çünkü yazmaya başladım. Çünkü denizci Unguentine’nin ve ona yardım eden karısının ne halt yediklerini ben de anlamamıştım. Güzelim ağaçları kesip yerine metalden ve plastikten icat edilmiş yapay ve sofistike ağaçlar dikmenin alemi neydi?

“Yapışkan güneşin altında bir gün dinlendikten sonra ona yardım etmeye başladım. Yapacak bir iş. Bana yaprakların nasıl boyanacağını gösterdi. Küçük bir kutu boya verdi. Fırçalar. Bir kavanoz tutkal. Yağsız süt renginde bir sepet dolusu boyanacak yaprak, parmaklarımın arasından yavaşça geçerken yeşil lekelerle dolmaya başladı, daha sonra molibden telle ince dallara ve Unguentine’nin taslak çizimlerinde belirtilen hatlar boyunca eğik sürgünlere bağlanacaklardı; başlangıçta günde sadece birkaç düzine yapabiliyordum, alıştıkça iki yüzden fazla yapar oldum, gittikçe ustalaşan parmaklarımla bir sepetten diğerine geçiyor, geride küçük nasırlar ve çorak anılar bırakıyordum. Ardından hepsi, çıplak bir gövdenin etrafına dizilen küçüklü büyüklü dallara takılacaklar, sonra yukarıya kaldırılacak ve cırcır anahtarın sinsi tıklamaları eşliğinde yerlerine cıvatalanacaklardı; tüm bu işler ışığın yumuşak ve altında çalışmanın kolay olduğu sakin bir sabaha kadar bitecek ve ağacımız gün doğumundan hemen önce, törenle göreve başlamaya hazır yüksek bir ağaç olacaktı.”

“HİÇ görülmemiş korkunç bir biçim ne demektir? Kapalı gözlerle bakılan varlıktır, insanın artık kendini ifade edemeyeceği duruma düştüğünde konuştuğu varlıktır. Boğaz düğümlenir, hatlar kasılır, sözlere sığmayan bir dehşetin içinde donuverir. Su gibi soğuk bir şeyler yüzü etkisi altına alır. Canavar, geceleyin, gülen bir denizanasıdır.”13

HORTLAK artık yok. Denizanası yok! Bir daha da geleceğini sanmıyorum. Çünkü alacağını aldı. Onu zamanında kesmemek, derisini yüzmemek, bana Sarılmanın Ahşabı’na mal oldu. Bedeli Dünyamı yitirmek oldu. O yüzden işi kabul ettim ya! Mavnanın peşine takılmış umutsuzca sürükleniyorum. Elbette hayatın karmaşık olduğunu biliyorum. Bir deniz martısı bile değilim. Hayalkeş sandığım denizci Unguentine’nin, biraz kemirdikten sonra sapanına koyup fırlattığı kızarmış ekmek dilimine muhtaç, tenekeden bir şom ağız balığıyım. Tenekeden. Artık bu iyiliği de yapacağını sanmıyorum. Sanırım onun da hortlağıyla işi bitti. İşi bitti! Kitap bitse mi daha iyi, bitmese mi? Düşünüp duruyorum. Tam burada bıraksam mı her şeyi? Suya demir atsam. Paslansam. Çürüsem. Yok olsam. “Yazmak istediğim o mektuplar için yeterli zamanım yok artık.”14

Gecenin bir yarısı aklıma tebeşirler geliyor. Gençken üniversitede ders anlatırdım. Metalin hayatı, camın hayatı, rakamların hayatı. Her ders, harflerin hayatını anlatmak için müfredatta delikler açardım. Sınıfa döner, tebeşirli ellerimi çırpar, gençlere gülümser, isteyen çıkabilir derdim. Beş on kişi sevinçle çıkardı. Kalan beş on kişinin sevindiğini hissederdim. “Kekre”yi yazmama yıllar, yıllar vardı. Ağzımın tadı vardı. Gözlerimin ve parmaklarımın tadı vardı. Aklım vardı. Geceleri Benjamin vardı. Bu bir tebeşir derdim. Dik bir şekilde masanın üstüne koymaya çalışırdım. Birkaç kez uğraştıktan sonra başarırdım. Sonra tebeşire hafifçe üflerdim. Tebeşir devrilirken sınıftaki yirmi meraklı gözün beni izlediğini bilirdim. Sorardım. Bu kim? Yanıt yok. İpuçları vermeye başlardım. Devrilmeden önce tek parça olan o kavruk tebeşirin kalıntı enerjisi düşük mü yoksa yüksek mi? Bunu bilirlerdi. Yüksek. Aferin size. Öyleyse bu kim olabilir? Gözlerimi diker, tek tek yüzlerine bakardım. Kimisi utanıp başını eğer, kimisi gülümserdi. Kahkahayı basardım. Çok fazla seçeneğiniz yok, sadece iki. Söyleyin. Bu kim? Bekler, yanıtları dinler, izlerdim. Doğru cevap gelmeyince, parmağımla sınıftaki bir delikanlıyı işaret eder. Bu sensin derdim. Sen rahatsızsın ve harflerle uğraşırsan hep rahatsız kalacaksın. Huzur bulamayacaksın. Sonra tebeşirleri masanın üstünden alıp cebime atardım. Tahtanın tebeşirliğinden sağlam başka bir tebeşir alır, bu kez onu masanın üstüne. Yatırırdım. Ona daha şiddetli üfledikten sonra aynı soruyu sorardım. Bu neden kımıldamıyor peki? Yine bilirlerdi. Düşük. Aferin size. Parmağımla sınıftaki genç kadını işaret eder. Bu sensin derdim. En güzel sığınak sensin. Her ay gecenin balında yavaşça emilen sen. Senin yekpare bir zamanın olmayacak. Ama bunu dert etmemelisin. Hem de hiç. Hiç.

En son, bu ücretsiz sirk gösterisinden sonra, cebimden buruşuk bir kâğıt çıkarıyorum. Kâğıdı masanın üzerine koyuyor, Bayan Unguentine’nin henüz tanımadığım elleriyle kırışıklıklarını açıyor, düzeltiyorum. Okuyabilir miyim?

“Kasımpaşa deniz hastanesinde on dokuz gün yattıktan sonra çekilmiş bu kâtip hatırayı sizlere takdim ederim, bu dünya fanidir, belki vefat ederim, resmimin esirgenmesini rica ederim, bu resmi esirgeyene, çok teşekkür ederim.” Diyorum.

Suat Kemal Angı

Ankara, 19 Şubat 2021

1 Hermann Hesse, Ağaçlar, çev: Zehra Aksu Yılmazer (İstanbul: Kolektif Kitap, 1. Baskı, Aralık 2018).

2 Ünsal Oskay, “Sınırda Bir Yazar: Walter Benjamin”, Tek Kişilik Haçlı Seferleri (İstanbul: İnkılâp Kitabevi, 2000), s. 403.

3 Holderlin’e ait dizenin aslı, “Zor terk eder / Kaynağa yakın olan yerini” şeklindedir. (“Schwer verlast / Was nahe dem Ursprung Wohnet den Ort.”)

4 Sidonie Gabrielle Colette’in bu sözünü aktaran: Judith Thurman, Secrets of the Flesh: A Life of Colette (The Ballantine Publishing Group, 1999), s. 442.

5 Gaston Bachelard, Su ve Düşler: Maddenin İmgelemi Üzerine Deneme, çev: Olcay Kunal (İstanbul: YKY, 1 Baskı, Mart 2006), s. 119.

6 (Sidonie Gabrielle) Colette.

7 Su ve Düşler, s. 120.

8 René Char’ın bu dizesini aktaran: Su ve Düşler, s. 119.

9 Ferit Edgü, Tüm Ders Notları (İstanbul: YKY, 1 Baskı, Ocak 2000), s. 156.

10 Philippe J. Dubois & Élise Rousseau, Kuşların Felsefesi, çev: Murat Erşen (İstanbul: Domingo Yayınevi, 1. Baskı, Kasım 2020), s.7.

11 (Sidonie Gabrielle) Colette.

12 Secrets of the Flesh, s. 417-418 ve 601.

13 Su ve Düşler, s. 119.

14 Bu cümle, Walter Benjamin’in intihar etmeden önce yazdığı son mektupta geçiyor: “Çıkışı olmayan bir durum ancak böyle sonlandırılabilir. (…) Arkadaşım Adorno’ya düşüncelerimi ve içine düşürüldüğüm durumu anlatmanı özellikle rica ederim. 25 Eylül 1940.” [Son Mektup: Önemli Şahsiyetlerden Son Sözler Antolojisi, çev: Hüseyin Can Akyıldız (İstanbul: Sel Yayıncılık; 1. basım, Ekim 2019)]

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl