Ana Sayfa Litera Şarkhan’daki Kutular (Öykü)

Şarkhan’daki Kutular (Öykü)

Şarkhan’daki Kutular (Öykü)

Anlatacaklarım, hiçbir gerçek olaydan bulmamıştır esinini; çünkü hiçbir olay gerçek değildir. Olay denilen şey, akılsız başın ayaklarına çektirdiği cezayla birinci dereceden akrabadır. Yaşanır yaşanmaz; orası ayrı ve ilgi alanıma girmiyor. Gerçek ise duymadadır, siz onu nasıl duyarsanız öyle yanılırsınız.

Tahtakale’yi severim, sevmek için sebep aramadığım yerlerdendir. Bilirsiniz bazı yerler kişiye özeldir, hiçbir somut bağa gerek duymaksızın mutluluk verir, sizi güvende hissettirir. Tahtakale de işte böyle bir anlam taşıyordu benim için. Belki paslı çivileriyle her an yanıp yıkılmaya müsait adı hoş geliyordu belki sesini duyamayacağımız yürek çarpışları, teneffüs edilen havanın yoğunluğu ve o müthiş sirkülasyonu.
Bir bayramın son günü geçmiştim Tahtakale’den. Baş döndüren, insanı tatlı bir yorgunluğun kollarına iten kalabalığı kuşa çevrilmişti ve kendisi bir tavuk gagasına… Eşeliyordu toprağını.
 
Mal getirip götüren, yük boşaltan veya yüklenen kamyonetler gölgesinde ıssızdı Tahtakale. Borsa haberlerinin bir dönem simgesi sokaktan çıt çıkmıyordu. Kediler oradan oraya atlayarak, özgürce çöpleri karıştırarak sükûnete bürünen semtin keyfini çatıyordu. Hafızalara nakşolmuş o uzun antenli, telsizden hallice cep telefonu nehrinden eser yoktu. Malum, aynı nehirde iki kere konuşulmaz! Ve eğer bir kara parçasının nehri kurumuşsa, hareketini keşfetmeye bin şahit aramak zorunludur. Ki bu da bir akıl oyununa mahsuptur. O bin şahit sadece kalabalığı sağlar, hareketsizin tenhasını bozar. Ardından şahit yazılmayayım kaygısına yenik düşer, uzaklaşırlar.

Tahtakale yapayalnızdı, mevsimlerden güz, aylardan ekim… Güneş yüzünü bir gösterip bir kayboluyordu. Her maddenin toptanını temin edebileceğiniz nehir buz tutmuştu âdeta. Tahtakale’yi tezadıyla bıraktım. Birazdan nasılsa akşam iner, motoru çalışır vaziyette bir koli taşıtının farları yanardı. Bu romantik ortamda Tahtakale, sevgili tezadıyla, bayramlarda adedi olduğu üzere bir masaya ilişip Galata Kulesi’ni seyre koyulurdu. Bu çiftin programını bozmak, aralarına girmek istemezdim. Haliyle kendimi yokuşa vurdum.

*

Yolu yarıladığımda yün kazak ve kalın mont altında hayli ısınmış, işe bir miktar devinim de katınca terlemiştim. Tramvay arızalanmıştı, rayından çekilmesini bekleyemedim. Beyazıt Meydanı’na çıkacaktım. Amacım üniversitenin merkez kütüphanesine gidip ders çalışmaktı oysa Şarkhan’ı görünce cazibesine kapıldım, dersten kaytarmayı göze aldım, daldım içeri. Neyse ki bayram seyrandır diye kepenkler kaldırımı öpmemişti. Bilakis, insanlar Tahtakale’nin aksi istikametinde, turistik bir park geziyormuşçasına hana akın etmişlerdi.
Dükkânların çoğu açıktı. Hediyelik eşya satanlar elbette ilk sıradaydı. Porselen görünümlü tuzluklar, çeşitli vitrin eşyaları, biblolar, kuklalar, tahtadan şekillenip ince şeritler halinde boyanmış konik müzik kutuları… Tokalar, kupa bardaklar, kahve fincanları, duvar saatleri… Kahvaltılık takımlar ve bir yığın nesne saymakla bitmiyor, eşarp, şal satan dükkânları, Şile bezi kumaştan elbise satanlar izliyordu. İlgimiyse en çok matruşka bebekler çekti.
Han kapıdan girerken yalnız bir kat gözükse bile beş kat derine; avlusunu izleyebileceğiniz, güç bela sığılan daracık bir asansör yahut köşelerde yer alan merdivenler marifetiyle iniyordu. Bir yokuşun mola noktasındaydı Şarkhan. Kot farkı, ön cepheden tek katlı görünen yapıyı arka cepheden alçalttıkça alçaltıyordu.

Mukavvaya yapıştırılmış film afişlerine; Son Yemek, Mona Lisa gibi bilindik tabloların poster kâğıda baskı versiyonlarına ve popüler yönetmenlerin, müzisyenlerin fiyakalı fotoğraflarına göz attım. Henüz girişte yer tutmuş, duvarlar boyu asılmış bu görsel pazarı gezdim. Bir müddet sonra meraklı ziyaretçilerin ağır aksak tempolarından dolayı yürümek iyiden iyiye güçleşti. 
Bir düşün içindeydim. Asıl etkilendiğim şey: her ne hikmetse akraba gezip el öpme merasimine katılması beklenenler hana rağbet etmiş kıymetli vakitlerini harcıyordu. Hem de akşamın kötürüm saatinde! İnsanları buraya çeken tam olarak neydi? Anayasada güvence altına alınmış seyahat özgürlüğü yeterli bir açıklama mıydı?

Adımlarım giderek seyreldi. Artık durma evresine geldiğimde, mermer çevrili bir havuz içinde su püskürten bir mekanizma dikildi karşıma. Süs aletini incelemeye başladım. Havuzun dibi ince bir yosun tabakasıyla kaplıydı. Sıkılınca çevirdim gözlerimi, devam ettim, zemin katı baştanbaşa dolandım. Bir sergide hediye kutuları diziliydi. Absürdü ararken absürdün düşürdüğü elbiseye rastlamak, doğru yoldayım hissine kapılmak bu olsa gerek! Boy boy, şekil şekil, renk renk kutular… Aralarında geometrik sınırları zorlayanlar da vardı. 

**

 

Kafamı sergiden kaldırdığımda garip yürüyüşüyle dikkat çeken bir adam fark ettim. Öyle salla pati ilerliyordu ki ilkin sarhoş olduğunu sandım. Sarhoş değildi. Gözleri alkolün etkisinden parlamıyor, bakışlarında bulanık bir bilinç sezilmiyordu. Buna karşın tepeden tırnağa enteresan görünüyordu. Hor görmeye kapı aralayan bu tür laflar olur olmadık kullanılmamalı. Ancak ben bu defa, istisna müessesine sığınarak kullanma taraftarıyım. Çünkü o, sık denk gelinmeyecek bir tipti ve deli intibaı uyandırıyordu. 
“Kime deli deriz?”
 
Yanıt arayıp hikâyeye limon sıkmayacak, nehrin akışına ihanet etmeyeceğim. Yine de belirtmeden geçersem içime sinmez. Biz bizden olmayana, bize benzemeyene deli demez miyiz?
 
Adamın
bizim ile, anatomik özelliklerini hesaba katmazsak pek fazla ortak yanı yoktu.
Nedir bu ortak yanlar? Bizi biz, bizi bir yapan yanlar nedir mesela?” Kuşkusuz giyim kuşam, boy pos, arz edilen endam… Yaygın alışkanlıklar, topluma uyum namına takılan maskeler, çekilen sancılar… Adam bir atmış boylarındaydı, muhtemelen otuzlu yaşların sonundaydı. Yer yer ak düşmüş uzun sakalları gürdü. Herhangi bir orta yaş belirtisine rastlamadığım, sağ yana yatmış simsiyah saçlarının tarandığı söylenemezdi. Yıpranmış yağlı saçlar gidişatına bırakılmış gibiydi. Hal ve gidiş sıfır iken tırnakları kim bilir kaç zamandır kesilmemişti. Onu alelade bir berduştan ayıran, kaderin cilvesi ve zamana çatması dışında giydiği beyaz kıyafetti. Eski Yunan’a has, peplosları andıran bir giysi geçirmişti sırtına, bir omzu çıplaktı. Düğmesiz gelmişti dünyaya, düğmesiz dolaşıyordu. Entarisi diz kapağını dahi örtmüyordu. Bileğine efeminen bir biçimde siyah bir naylon poşet asmıştı. Yalın ayak yaklaşıyordu. Yaklaşıyordu bana doğru. 

Hani insan film setini dışarıdan görür ve anlar. Filmin gerçekliği bu kadardır. Bir kamera, bir ışık, bir yönetmen koltuğu… Bir de klaket… Dahası bir set gördüğünde sıkıştırılmış, matruşkalaşmış, başkalaşmış bir gerçekle yüzleştiğini anlarsın. O, bir filmdir ve sen filmdeki gerçeğe inanmazsın. Oysa kimi anlar vardır insan yaşamında, sahiden bir film setine varır; kamera, ışık ve yönetmen artık senin aklındır. Bir film döndüğünü düşünürsün bir aykırılığa tosladı mı, bir filme yakıştırırsın ya yaşadığını, aynen öyle, filmden fırlamış, özgün bir adamdı ve yüz yüze geldik enikonu! Tam yanımda durdu. Etrafı kolaçan etti. Tedirgin bir ifadeyle inceledi kutuları, tek tek eline aldı, uzun uzun tarttı. Nihayet birini seçerek kapağı açtı. Kutuyu kulağına götürüp salladı. 
Mağaza görevlisi adamı yakın takibe almıştı.
Buyurun yardımcı olayım.”
Adam bunun üzerine görevliye sordu; başlangıçta saçma gelse de akıl yordukça değerlenen şu soruyu…
 
Bu kutu niye boş? 
Neye uğradığını şaşıran satıcı:
 
Bilmem boş işte, hediye kutusu…” diye cevapladı.
Şaşkınlıktan faydalanan adam, gardını düşürdüğü rakibe öldürücü darbeyi yeniden soru sorarak indirdi.
Senin kafan da boş mu böyle?
Satıcı ne diyeceğini bilmez halde güldü, ekledi.
Boştur herhalde 

Bu sıra, dükkânda oturmaktan göbek bağlamış patron işittiği diyalogu akıllara ve işlere zarar bularak gürledi; azarlayarak uyardı çalışanı. 
Bırak, bırak yahu! Ne muhatap oluyorsun deliyle! Deli işte herif, görmüyor musun? Şu kılığa, tipe bak! Hâlâ dikiliyorsun başında. Gel buraya, ilgilenme. Bakar bakar gider!” Satıcı geri çekilse de tuhaf adam patronun sert çıkışına aldırmadı. Tavrından, kibir okuyla isabet almamış bir üstünlük hatta yüce gönüllülük okunuyordu. Başını salladı, geldiği gibi sessizce gitti. 
Sorusu kulaklarımdan hiç silinmedi. Deliler ve çocuklar sandığımızdan akıllıdır; arar, sorar bir şekilde keşfetmeye çabalarlar. Yalnız, o adamın deli olduğunu öne süremem. Bana kalırsa gayet mantıklı sorular sormuş ve deyim yerinde ağırsa taşı gediğine oturtmuştu. Satıcı genç maruz kaldığı kısacık sorguyu oldukça naif karşılamıştı fakat esnaf kurnazı patron herkesin kendine benzemesi gerektiği fikrinde ısrarcıydı. Kazanç konusu haricinde!

***

Bu kutu niye boş? Senin kafan da boş mu böyle? 
Art arda gelip aklımı başımdan alan bu iki soruyu bir gün yanıtlayabilirsem; kendimi dünyanın sırrına ermiş sayacağım! İnanıyorum bu yanıtlar, Şarkhan’dan çıkar çıkmaz pençesine düştüğüm bir bayram akşamından öte birçok zifiri karanlık geceyi de aydınlatacaktır!

2012

*Bu öykü daha önce Yeni Gelen dergisinde yayımlanmıştır.

 

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl