Yeni bir yüzyılda yaşıyoruz ve bu yüzyıl -ölmeden önce- Edward Said’in son yazdıklarına bakılırsa, insanlık tarihinin ‘en değersiz yüzyıl’ı. Said’e göre, “İnsanlık kendi ezgisini yitirdiği için daha da trajik bir sona doğru koşuyor.” E. M. Cioran’da Ezeli Mağlup kitabında bir hamle daha yaparak dekadan, statükocu zihniyetin, “Zamanın ruhunu kemirdiği” kehanetinde bulunmuştu. Said’in ve Cioran’ın bu ifadeleri aslında düşünce ve bilgi sefaletinin soysuzluğuna duyulan öfkelerinin toplamıydı. Thomas Bernhard’ın bu duygulara, romanlarındaki ‘dipten gelen sert ifadelerle eşlik etti.

Hayat[lar]ımızı, -en azıdan- benim hayatımı etkilemiş çok film vardır. Nina Rota olmasaydı, Federico Fellini; Bernard Hermann olmasaydı, Alfred Hitchcock; Michael Nyman olmasaydı Peter Greenaway olabilirdi. Hatta Ennio Morricone olmasaydı Sergio Leone de olabilirdi. Asıl soru şu; sözünü ettiğim bu müzisyenler olmasaydı, bu yönetmenler acaba ‘auteur’ yönetmenler olabilirler miydi? Kritik soru bu.

Yıllar önce Londra’da, Hindistanlıların yaşadığı semte gidince, Adapazarı’nda ortaokulda okurken Saray sinemasına kaçıp izlediğim Avare filmini anımsamıştım. O şarkı, benim gibi birçok insanın hayatında yıllarca hiç bitmemiş bir senfoni gibi sürüp gitti. Filmin müziği, birçoğumuzun hayatına/ruhuna sinmişti.

Londra’da, o mahalle aralarında oynayan küçük Hintli çocukları görünce, çocukluğumu anımsatan bir ezgiyle ve bir ses arasında gidip geldim. Bu toplumun, müzikle olan ilişkisinde acının ve tarihin şenlikli bir tarafı vardı. Acı insanı derinleştirdikçe, tarih de onu şekillendiriyordu. Müzik, şekillenen bu tarihe sunulan en önemli armağandı.

Modern hayatın paradigması şu; hepimiz bazı görüntülerin esiri olabiliyoruz. Oysa hayatın esareti, sinemada yıllarca kahramanların hikâyesini anlattı. Filmlerin kahramanları kim olursa olsun, bizim kahramanlarımız biraz ezilmiş, baskı görmüş, haksızlığa uğramış ya da sevdiğine kavuşamamış kişilerdi. Onların acısını da biz izleyiciler çekerdik. Kısacası, bize vicdan problemi yaratan kişiler [ya da kişilikler], bizim kahramanımızdı! Ve her kahramanın sürdürülen her yolculukta, bir müziği vardı. En fazla müziği olan kahramanlarsa, Hint filmlerinin içine gömülmüşlerdi! İşte o kahramanlar, ya bitmek bilmeyen uzun şarkılarla dolaşırlardı sokaklarda ya da sevdiklerine sürekli şarkılar eşliğinde serenatlar yaparlardı. Kenar mahallenin yoksul ve biçare delikanlıları, tıpkı Avare filminde olduğu gibi yırtık pırtık elbiseleriyle çağdaş birer Mecnun gibi ortalıkta şarkı söyleyip dolaşırlardı. Biz bu şarkılar eşliğinde, filmlerin fonunda aslında küçük bir Hindistan belgeseli izlerdik.

Dikkat edin bütün Hint filmlerinde, film başlamadan müzik başlar, film bittiğinde de müzik hala devam eder. Aslında bu film müzikleri, izleyicisini durmadan şenlikli bir oyunun içine çağırır. İşte bu şenlikli oyun yüzünden, üçüncü dünya ülkelerinin filmlerinde müzik hiç bitmez. Şarkı/lar hep sürer! Yoksulluğun beşiğinde sallanan her ülke, gündelik hayatın vurgusunu kolayca müziğe dönüştürmesini bilir. Neden? Çünkü unutmak için herkes eğlenir, herkes acı çeker, herkes kavga eder… Bütün bunlar izleyicilerini topluca yaşanan şenlikli bir ayinin içine çeker.

Küçük Bir Hint Müziği Tarihi

Hint Müziği, iki temel yapı üzerine kuruludur. Birincisi, Karmatik [Güney] müziği, 16. ve 19. yüzyıllar arasında yaşayan besteciler; Svati Tirunal Tiyagara, Purandara Dasa, Dikşitar, Şiyama Sastri ve Subramanya Barati tarafından konulmuş kurallara dayalıdır. Purandara Dasa’nın, ritm ve tempoyu duygusal bir bağla aşmaya çalışan ve adına ‘Raga’ verdiği bu buluşu, Karmatik müziğin ana eksenini oluşturur. İkincisiyse, Hindustani [Kuzey] müziğidir. Bu tür daha çok doğaçlamalara dayalı olan müzik türüdür. Hindustani müziğinin öğretmenleriyse, Svami Hari Das, Sabir, Tan Sen ve Adarag’dır. Bunların tümü de halk ozanıdır. Teknik olarak değişikliklerin yapıldığı bu alan, beraberinde ‘Raga’nın da değişimini hazırladı. ‘Raga’, Hint müziğinde beş, altı ve yedi ses dizinidir. Ve bu dizin, Hint müziğinin temel formunu oluşturur. Raga sanatının ustaları; Bade Gulam Ali Han, Onkar Nat Takut ve Feyaz Han’dır. Zamanla Raga’da yapılan değişiklikler, ortaya ‘Tala’ adında bir ritm dizesi çıkmıştı. Günümüze doğru gelişiminde, ‘Tala’nın yirminin üzerinde değişik türü saptanmıştır. Kuzey bölgesinde; Sarangi, Sitar, Daynz ve Baya gibi enstrümanlar çalınırken Güney bölgesindeyse; Mridanga, Udupe, Veena ve Mayuri enstrümanları çalınmaktadır.

Hint müziği, Karmatik ve Hindustani ile günümüze kadar kendi geleneksel yapısı içinde yaptığı küçük ama anlamlı gelişmelerle, dünya üzerinde de oldukça önemli bir yere sahiptir.

Bir Şarkı Çal Ama Hiç Bitmesin!

Sinema tarihi yazarlarından Nijat Özön, 1940-1950’li yılları, ‘Değişim Çağı’ olarak adlandırır. Avrupa’nın, Amerikan sineması tekelini kırmasıyla başlayan bu süreçte, Türkiye’de de birdenbire sinema salonlarını şarkılı türkülü Mısır ve Hint filmleri furyası kaplıyordu. Bu dönemde; Artahi Candan, Hüseyin Coşkuner, Şerif İçli ve Selahattin Pınar birçok Mısır ve Hint filmlerine şarkı bestelemişlerdir. Müşfik olanla, dillerinden şarkıları eksilmeyen kahramanların hikâyesinin müzikte örtüştüğü bu filmler, 1950’li yılların başında inanılmaz gişe başarısıyla karşılaştılar. Bu gişe başarısı, Türk sinemasının yapımcılarını harekete geçirmeye başladı. Yapımcılar, tercihlerini Mısır filmlerinden değil, 1950’li yıllarda gösterime girmiş olan Hint filmi Avare’den yana kullanınca izleyici; Orhan Gencebay’ın, Ferdi Tayfur’un büyük çoğunluğu Hint filmi uyarlaması olan filmlerine büyük bir ilgi göstermeye başladı. Bu filmler büyük gişe başarısı elde edince, bunların arkasından Müslüm Gürses filmleri geldi. Bu filmlerin tamamında kullanılan şarkıların hiçbiri denetimden geçmediği için ne bu filmler, ne de bu şarkılar televizyonlarda ve radyolarda yayımlanmıyordu. Ama bu filmlerdeki müzikler, tıpkı Avare filminin şarkısı gibi halkın dilindeydi. Evet, bu şarkılar hiç bitmiyordu! Aslında bugün var olan video klip salgınının ilk örnekleri, o dönemde ortaya çıkmıştı. Bütün bu şarkılı filmlerde, bir filmin içinde en az dört-beş video klip vardı.

Ünlü Hint film yönetmeni, Satrajit Ray dünyaca bilinen Apu Üçlemesi [Pather Panchali, 1955; Aparajito, 1956; Apur Sansar-Apu’nun Dünyası, 1959] filmlerinde, kendisinden önce yapılan müzikal ve düşsel aşk hikâyelerini bir yana bırakarak, Hindistan yaşamını daha sade bir müzikle perdeye taşır. Sinema Tarihi’nin en gerçekçi filmlerinden sayılan bu üçleme, müzikal anlamda da kendi döneminde öncü olma niteliği taşımıştır. Bu filmlerin, Amerika’da Yabancı Film Oscar’ı, Avrupa’daysa Cannes, Venedik ve Berlin festivallerinde ödüllendirilmesi Hint film müziklerini de dünya üzerinde oldukça saygın bir noktaya getirdi.

Şarkımızı Kim Söyleyecek?

Gittikçe, hayata isyan etmeyle, iktidara itaat etme arasında gidip gelen bu haykırış, kendi toplumsal statüsünü hep bir boş vermişlikle duygusuyla dile getiriyordu. Bu duygu zor da olsa hayata tutunabilmenin bir ifadesiydi. Yoksullukla ezilen halk, Avare veya bütün Hint filmlerinde olduğu gibi öfkesini iktidara yöneltmeyip, bu durumun fiili temellerini kendi hayatlarında arıyorlardı. Bütün bu olan biten, dünyayı hüzünlü ve hayatı duygulu bir biçimde kavrama isteğinden başka bir şey değildi. Hiçbir ideolojik bir duygunun ve biçimin görülmediği bu filmler, tamamen melodram duygusuyla, müziğin iç içe yoğrulduğu filmlerdir.

Şarkısını söyleyen, sinemanın filmleriydi onlar. Sesleri neşeyi, özgürlüğü, acıyı ve hüznü içeriyordu. Aslında bütün Hint filmleri hiç bitmeyecek gibi başlayıp, hiç bitmeyecek gibi bitiyordu. Bir birine çok benzediği için de, hep gibi gibiydi. Filmin anlattığı hikâye çoğu zaman ilgimizi bile çekmiyordu. Sinemanın koltuklarında, bizi esir alan şarkılara ve kahramanlara tutsaktık ve sevdiğimiz şarkıları söyleyen birileri vardı!