Ana Sayfa Kritik Savaşsever Cephesinde Yeni Bir Şey Yok

Savaşsever Cephesinde Yeni Bir Şey Yok

Savaşsever Cephesinde Yeni Bir Şey Yok

Paul bacağından vurulan arkadaşını sırtına alıyor. Onu acele revire ulaştırmalı. Kat’ın yarası ölümcül değil ama belli de olmaz, çok kan kaybediyor.

Cephede yürümek zaten zor, bir de böyle sırtında ağır bir yük taşımak Paul’ü nefes nefese bırakıyor. Bazen çok yakınından geçen bir merminin ıslık sesini duyuyor. Bu sesleri duymak artık Paul’un sinirlerini bozmuyor, tersine, bir teselli buluyor. Bunları duyduğuna göre, demek ki hâlâ yaşıyor. Ne var ki, yaşadıkça içindeki yalnızlık duygusu büyüyor.

Arkadaşını kurtarsa da Paul kendini yalnız hissedecek. Çünkü Kat’ı oraya bırakıp tekrar cepheye döneceğine göre, birlikte geldiği arkadaşlarından hiçbiri yanında bulunmayacak. Diğerleri öldü.

Çok yoruluyor… Önceki yürüyüşlerinde bu kadar yorulmamıştı. Hiçbir şey düşünmeden yürümek yorgunluğa karşı da bir direnç sağlıyor, bunu biliyor artık; bu sefer de bir şey düşünmeden devam etmeli.

Hastabakıcıya teslim ederken, arkadaşının kafasının parçalanmış olduğunu görüyor. Yaşamıyor. Demek sırtında taşırken bir mermi daha isabet etmiş. Yolunu şaşırmış küçük bir mermi. Önemsiz bir parça.

Bu arada, Paul’un da savaştığı cephedeki yetkililer kamuoyuna o günle ilgili bilgi veriyorlar: “Batı cephesinde kayda değer bir şey yok.”

MUHALEFET NEYE MUHALİF?

Savaş: Devletlerin birbiriyle silahlı mücadelesi!

Devletler arasında hep bir rekabet, bir “pazardan pay kapma” yarışı var. Savaşmadan da bu işi görüşmeler, pazarlıklar, gizli ve açık tehditler gibi onlarca yöntemle sürdürüyorlar. Diplomasi yetersiz kalınca veya öyle tercih edilince savaş yöntemine başvuruluyor.

Elbette bağımsızlık savaşları, ulusal kurtuluş mücadeleleri, özgürlük uğruna halk hareketleri de var. Ama “savaş” deyince ilk akla gelen, kuşkusuz, yöneticilerin çeşitli kılıflarla çıkardıkları “paylaşım savaşı” oluyor. Farklı devletlere dağılmış egemenler arasındaki rekabet.

İşin içinde silah satışlarını artırmak gibi kaba hesaplar da olabilir, halkın devlete ve iktidara bağlılığını güçlendirmek için somut bir düşmanın varlığını faydalı gören iç politikalar da. Ama temel nedenin “barış” günlerinde de asıl belirleyici olan “paylaşım mücadelesi” olduğu kesin. Kaynakların kullanılmasına ve maddi değerlerin paylaşılmasına yönelik zaten sürüp giden rekabette devletlerin silahlı güçlerini devreye sokması.

Yani “barış” günlerinde devlet kim için ve kimler tarafından yönetiliyorsa, savaş da aynı iradenin kararı olarak çıkıyor.

Halklar “barış” günlerinden itibaren “aynı gemide yaşıyoruz” kandırmacasıyla, kendi zararlarına ve sadece az sayıda zengine faydalı olacak politikaları onaylar hale getiriliyor. Veya işin bu yönü gözden uzak kalacak şekilde sahte politik tartışmalarla oyalanıyor. İnsanların nasıl giyineceği, kimin hangi kökenden geldiği gibi konuları tartışan siyasi starları izleyerek politikayla ilgilendiklerini sanıyorlar.

Sistem kendi muhalefetini bu şekilde yaratıyor. Siyasi starların tartışmalarında, hükümetten farklı görüşü savunanlar muhalif kabul ediliyor. Oysa aynı tartışmanın içinde yer almak, politik mücadelenin çarpıtılmasını desteklemekten başka bir işe yaramıyor.

Dolayısıyla, kaynakların kullanımı, üretimin yönetilmesi ve değerlerin paylaşımı esasına dayanmayan bir muhalefet, aslında iktidarın sürdürülmesini onaylamış oluyor.

ŞİMDİKİ ZAMAN ANLATIMI

Savaş kararını verenlerle cephede savaşanlar arasındaki ayrım, birçok edebiyat yapıtının teması olarak ele alındı. Bu temel çelişkiyi somutlaştıran hikayelerle savaş karşıtı bir külliyat oluştu.

Alanın en önemli yapıtlarından biri, kuşkusuz, “Batı Cephesinde Yeni Bir şey Yok”. 1929’da yayımlanan Remarque’ın bu romanında, anlatıcı Paul’u dinliyormuşsunuz duygusuna kapılıyorsunuz. Onca kargaşanın, bombaların, patlamaların, mermi ıslıklarının, bağrışmaların arasında, inanılmaz derecede sakin bir ses bu.

Remarque, savaş yanlısı söyleme karşı böyle bir anlatım geliştirmiş. Halkı savaşa inandıran, insanları savaşa gönderen iradenin romantik diline karşı, adeta duygusuz bir dil yaratmış.

Bu nedenle, şimdiki zaman kipinde konuşan Paul’un anlattıkları, içeriğine ek olarak, bu şekilde anlatmasıyla da bir direniş niteliği kazanıyor. Milliyetçilikle, dincilikle, çeşitli kutsal değerlerle insanlara seslenen, duygu ve coşkunun etkisiyle onların davranışlarını yönlendiren iradeye, anlatımıyla karşı duran bir roman bu.

Aslında roman tekniği açısından kusur kabul edilebilecek bir yönü var kitabın: Baştan sona gelişerek ilerleyen ve bu yolla sürükleyiciliği sağlayan bir hikaye anlatılmıyor. Çok canlı betimlemelerle savaş alanında hissediyorsunuz kendinizi. Patlamaları duyuyor, yerde oluşan çukurları görüyor, vurulan insanların acısını hissediyorsunuz. Diyaloglar, karakterler, yaşanan olaylar aracılığıyla yazarın evrensel düşüncelerini algılıyorsunuz. Fakat gelişen bir hikayenin sürükleyiciliği açısından anlatının o kadar güçlü olmaması, daha romanın ortasına geldiğinizde, “Anlatılanı anladım” duygusunun oluşmasına neden oluyor.

Yine de bu romanın, dünya edebiyatında olduğu gibi, okurluk hayatınızda da silinmez bir yer edineceği kesin.

Sadece içindeki kahramanların başlarından geçen olaylar olarak okumuyorsunuz çünkü. Hele geçmişte kalmış Birinci Dünya Savaşı ile ilgili bir konu olarak hiç görmüyorsunuz. Tıpkı anlatımdaki şimdiki zaman kipi gibi, bu dönemde de geçerli sözler olarak algılıyorsunuz. Onlarca yıldır geçerli “Anlatılanı anladım” duygusuna rağmen, henüz temel bir değişikliğin gerçekleşmediği aynı hayatın hikayesi.

 

zaferxkose@gmail.com

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl