Ana Sayfa Kritik SERİ ÜRETİM KÜLTÜRÜNÜN EŞLİKÇİSİ OLARAK SERİ CİNAYET

SERİ ÜRETİM KÜLTÜRÜNÜN EŞLİKÇİSİ OLARAK SERİ CİNAYET

SERİ ÜRETİM KÜLTÜRÜNÜN EŞLİKÇİSİ OLARAK SERİ CİNAYET

Uygarlık tarihi çok sayıda insanı öldüren katillerle doludur. XV. yüzyıl Fransa’sında Jan Dark’ın silah arkadaşı Baron Gilles de Rais yüzlerce köylü çocuğunu öldürmüştür. XVI. yüzyılda “kurt adam” Gilles Garnier çocukları öldürdükten sonra onları parçalayıp yemektedir. Örnekler çoğaltılabilir, ancak modern anlamda seri katilin ortaya çıkması için XIX. yüzyıl sonlarını beklemek gerekecektir.

XIX. yüzyıl seri cinayetin önemli koşullarından biri olan bireyselliğin geliştiği bir yüz yıldır. Cinayetler artık sadece birbirini tanıyan insanlar arasındaki kavgalara eşlik eden kızgınlık ve kendini kaybetme sonucu ortaya çıkmamakta, tanımadığı insanları öldüren, kurbanıyla arasında bir mesafe bulunan, bir anda birden fazla kişiyi öldürmekten ziyade cinayetlerinin arasına –edimleri üstüne düşünebileceği- belli bir süre koyan yeni bir katil tipi belirmektedir. XIX. yüzyıl, modernliğin bireyinin cinayete dışarıdan bakabildiği, Thomas de Quincey’in “ Güzel Sanatlardan Biri Olarak Cinayet” adlı çalışmasının yayınlandığı (1827) , bireysel kimliklerin şekillendirilmeye başladığı bir yüzyıldır. Mark Seltzer’in de belirttiği gibi XIX. yüzyıl sonunda kriminel eylemden çok suçlunun karakteri öne çıkarılmaktadır. Ancak bireyselliği ve karakteri yaratan koşullar aynı zamanda anonimliği, “kitlesel normalliği” yaratan koşullardır da. Dönemin söylemi yurttaşları birbirlerine eşit, istatistiksel rakamlarla ifade edilebilir birimler olarak kurmaktadır. Artık her birey hem özel hem de sıradandır. Mark Seltzer’in de dikkat çektiği gibi seri cinayet ilk kez XIX. yüzyılda bir “kariyer tercihi” olarak belirmiştir. Kentteki anonim yığınsallık içinde varlığı silikleşen, kimlik krizi yaşayan birey seri cinayetle “ben kimim” sorusuna çarpıtılmış bir cevap vermek istemektedir. Anonimleşme birbirinin aynı olan metaları kitlesel ölçekte üreten kapitalist seri üretimle yakından ilişkilidir. Seri cinayet seri üretimin eşlikçisidir.

Kapitalizm sadece üretime değil esas olarak yeniden üretime yöneliktir. Tekrara, yinelemeye dayalı üretim sürecinde sermaye birikmiş ölü emeğin canlı emek üzerindeki egemenliği olarak belirir. Eşit ölü emek içeren metaların değişimi ve dolaşımı bu ilişkilerin özneleri olan insanları nesneleştirir, onları nüfusun niceliksel olarak ifade edilebilen benzer birimlerine indirger, onları anonimleştirir ve şahsiliklerinden arındırır. Nüfusun “kitlesel benzerliği ” ve “normalliği” benzer metaların kitlesel üretiminin gerçekleştirildiği zeminden beslenir. Ancak fabrikada aynının seri üretimi nasıl her zaman hatalı üretilen, defolu mallarla malulse toplumda da standart, normal insanın egemen söylem ve kurumlarca üretimi “sapkın, patolojik” bireylerle maluldür! Seri katil, bireyleri standartlaştıran, onları kitlesel aynılığın üretimi süreci içinde önemsizleştiren koşulların ürünüdür, bireyin kimlik krizinin, farklılığını ortaya koyamamasının bir parçasıdır. Normalleştirme süreci, zorlaması bireyde bir yarılmaya neden olur. Bu yarılmanın “başarılı” bir şekilde üstesinden gelip sistemle bütünleşenler “normal” yurttaşları, “başarısız” olanlar ise “anormal, norm dışı, patolojik, sapkın” olanı, ötekiyi oluşturacaktır. Robert Louis Stevenson’ın Doktor Jekyll ve Mr. Hyde adlı romanı modernliğin bireyde yol açtığı “patolojik yarılmanın” bir örneği olarak düşünülebilir.

Seri katil cinayet işleyerek kimlik krizine bir çözüm bulmak, kimsenin fark etmediği, anonim biri olmaktan çıkarak şahsiyetini ortaya koymak ister. Ancak biricikliğini ortaya çıkarmak isteyen seri katil kapitalist seri üretim sisteminin anonimleştirici kodlarının dışına çıkamayacaktır. Hem seri üretime hem de seri cinayete eşlik eden “yineleme zorlanımı” ölümle ilişkilidir. Anonimliğinden kurtulmak isteyen seri katil diğer insanlardan farkını ölümcül bir şiddet aracılığıyla kurmak ister, kendini şoklara maruz bırakarak, cinayetlerini yineleyerek kimliğini oluşturmaya çalışır, ama sonunda ürettiği –kapitalizmin ölü emek birikimine benzer – ölü bedenler birikimidir, organik olanın ortadan kaldırılarak inorganik olanın güçlendirilmesidir, işçilerin bedeni yerine bu kez kurbanların bedeninin nesneleştirilmesidir. Kimliksizliğe başka bedenlerin yok edilmesini gerektiren bir şiddetle çare bulunmaya çalışılması kapitalizmin ölüm kültürünün bir parçası olup çıkmaktadır. Sapkınlığın, karşı çıktığı, onu kuran normu yeniden üretmesine benzer bir şekilde seri katil de kapitalizmin yinelemeye dayalı , ölüme gönderme yapan kodlarını yeniden üretmektedir.

Seri cinayet diziselliğin (seriality) sadece fabrika üretimi bazında değil kültürel üretim bazında da ortaya çıktığı bir dönemin ürünüdür. XIX. yüzyıl sonu seri halinde yayınlanan bölümlerden oluşan, tefrika halinde yayınlanan romanların yaygınlaştığı bir dönemdir. Seri katilin art arda, birbirini izleyen “bölümler halinde” işlediği cinayetler dizisi tefrika romanların yapısına benzemektedir. Seri katil cinayetleriyle bir örüntü (pattern) oluşturmakta, tefrika yazarının kurduğu edebi yapıyı andıran bir yapıyı kendi şiddeti aracılığıyla oluşturmaktadır. Bu bağlamda seri cinayet modernliğin mimarlık-mühendislik zihniyetiyle de ilişkilidir! Ama seri cinayetin daha yakından ilişkili olduğu alan anatomidir. XIX. yüzyılda anatomi bilimi kadavraları açarak, otopsiyle bedenin sırlarını keşfetmek, onu şeffaflaştırmak istemektedir. Seri katil de bedeni kesmekte, onu “açmaktadır”. İlk modern seri katil olarak kabul edilen, geceleri fahişeleri öldürerek Londra’yı dehşet içinde bırakan Karın Deşen Jack’ın kurbanlarındaki kesikleri inceleyen polis katilin bir doktor olabileceğinden şüphelenmiştir. 1880’lerde Chicago’da seri katil doktor Herman Mudgett (yakalandığında 27 kişiyi öldürdüğünü itiraf etmiştir) içinde kurbanlarını kestiği bir otopsi odası olan bir evde yaşamaktadır.

Seri katillerin ruhsal profilini keşfetmeye çalışan uzmanlar (profiler) ilk kez XIX. yüzyıl sonlarında ortaya çıkmıştır. İlk profilci, Karın Deşen Jack’ın son kurbanı olan Mary Kelly’nin otopsisini gerçekleştiren polis cerrahı doktor Thomas Bond’dur. Edebi alanda profilciye örnek olarak Arthur Conan Doyle’un yarattığı Sherlock Holmes tipi gösterilebilir. Seri cinayet modernliğin üretimsel, anatomik, mimari, edebi söylemleriyle ilişkili olduğu kadar medyatik söylemiyle de ilişkilidir. Mark Seltzer’in de belirttiği gibi ( “The Crime System”, Critical Inquiry, Chicago: Bahar 2004, Cilt: 30, sayı: 3) dönemin basını kamu oyunu biçimlendirmekte, seri cinayetleri kamusal bir gösteriye dönüştürmektedir. Şiddetin kitlesel bir gösteriye dönüştürülmesi bir yandan kitlelerin kana yönelik ilgisini kışkırtmakta, öte yandan şiddet içeren suçları arttırmaktadır. Kamuoyu kendi “normalliğini” teyit etmek için bir panzehire, anormalliğe, patolojiye ihtiyaç duymaktadır. Seri katil de yüzünü kamu oyuna, basına dönmekte, işlediği “tefrika cinayetler” basında tefrika olarak yayınlanmaktadır! Bireysel patoloji sosyal patolojiyle iç içe geçmiş, “anormallik” “normalliğin” var oluş koşulu haline gelmiştir.

Seri cinayetler XX. yüzyılda da devam eder.1910 lu yıllarda Henri Landru (mavisakal) kurbanlarını kadınlardan seçecektir. Earle Leonard Nelson 1926-1927 yıllarında çoğu kadın 24 kişiyi , Carl Panzram çoğu çocuk 30 kişiyi öldürür. Fritz Haarman Hanover’de 27 kişiyi, Peter Kurten (“Dusseldorf Vampiri”) Dusseldorf’ta çok sayıda çocuğu öldürür. Ancak bu cinayetler toplumun kültürel imgeleminde Karın Deşen Jack’ın bıraktığı iz kadar büyük bir iz bırakmaz. Maria Belloc Lowndes 1913’te Karın Deşen Jack’ten esinlenerek “The Lodger” adlı bir roman yazar ve kitabın satışı o dönemde çok büyük bir rakam olan bir milyona ulaşır. Alfred Hitchcock bu romandan yola çıkarak aynı adı taşıyan bir film yapacaktır. Fritz Lang ise Peter Kurten’ in yaşamından esinlenerek “M” yi çeker. Seri cinayetler ikinci dünya savaşından sonra da devam edecektir. John George Haigh 9 kadını öldürür ve 1949’da idam edilir. John Reginald Christie karısı dahil 8 kadını öldürür ve 1953’te asılır. ABD’de Wisconsin’de insan eti yeme ve anne saplantısı olan Ed Gein 1957’de iki kadını öldürür, on kadını mezardan çıkarır. Bu olaylardan esinlenen Robert Bloch, Psycho (Sapık) adlı bir roman yazacak ve bu roman daha sonra Alfred Hitchcock tarafından aynı adla filme çekilecektir. Seri cinayetlerin ilk kez televizyonlardan geniş bir izleyici kitlesine yönelik olarak yayınlanması 1962’de Boston Canavarı Albert DeSalvo’nun gerçekleştirdiği cinayetlerle başlayacak, 1966’da Gerold Frank’ın Boston Strangler adlı romanı best seller olacaktır. 1960 sonlarından itibaren Charles Manson, Zodyak Canisi, .44 kalibre Canisi (Son of Sam) medyanın öne çıkardığı seri katiller olarak belirmektedir.

Tüm yukarıda anlatılanlara karşın seri cinayet büyük ölçüde post modern bir olgudur ve daha çok ABD’de görülmektedir. Dünya nüfusunun yüzde beşini oluşturan ABD dünyadaki seri katillerin yaklaşık dörtte üçünü ortaya çıkarmıştır ( Avrupa ise % 19 civarında bir orana sahiptir). Seri katil kavramı ilk kez 1970 ortalarında ortaya çıkmıştır. Seri katil kavramını ortaya atan FBI ajanı Robert K. Ressler bu kavramı dizi filmlerden esinlenerek bulduğunu belirtmektedir. Her bölümün sonunda gerilim azalmak bir yana daha da artmakta , her cinayet bir sonrakine zemin hazırlamakta, birey diziselliğe bağımlı hale gelmektedir. 1970 ortalarından sonra ABD de seri cinayetler hızla artar, 1980 lerde ve 1990 larda seri cinayet kitle kültürü içindeki önemli temalardan biri haline gelir. Seri cinayetler post modern toplumda- modern topluma kıyasla- çok büyük bir artış göstermiştir. Bunun nedenini sadece post modernlikte seri üretimin niceliksel olarak çok fazla artmış olmasına bağlamak yetersiz bir açıklama olur. Modernlik bir seri üretim toplumu olarak düşünülebilirse post modernliğin buna ilaveten bir seri tüketim toplumu olduğu söylenebilir. Modernlik disipliner kurumları vasıtasıyla kamusal alana ait faaliyetleri –lineer bir tarzda- diziselleştirse bile gündelik, özel hayat bazında bunu yeterince gerçekleştirememiş, post modernlikteki gibi lineer olmayan biçimler altında yaşam biçiminin bir parçası haline getirememiştir. Modern seri katile eşlik eden olgular daha ziyade içsel yarılma, şok ve ben/öteki, organik/inorganik arasında çizilen kesin sınırlarsa post modern seri katile eşlik eden olgular kayıtsızlık ve bahsedilen sınırların müphemleşmesidir, etle objenin giderek birbirine benzemesidir!

Yeni seri katil tipini üreten kitle kültürüne bakıldığında bunun şiddete dayalı bir kültür olduğu görülür. Mark Seltzer’e göre ( Serial Killers’ın içinde) çağımızın makine kültürü patolojik bir kamusal alan oluşturmaktadır. Kamuoyu şiddet, travma, cinayet ve yara etrafında oluşup bu konuda bir bağımlılık gelişmekte, seri katil açılmış, kesilmiş, parçalanmış bedenlerden büyülenmeye dayalı yara ( wound) kültürünün bir ikonu olarak kurulmaktadır. Şiddet hem insanların özel hayatlarının bir parçası haline gelmiş hem de kolektif bir gösteriye dönüşmüştür. Şiddet, bireysel arzularla kamusal fantezilerin bir araya geldikleri bir çekim merkezi oluşturmaktadır. Seri katillerin itirafları şiddete ilişkin kültürel klişeleri yansıtır gibidir. Makine kültürü bedenleri teknolojikleştirmekte, dizisellik, reprodüksiyon, simülasyon, temsil ve simgeleştirme bağımlılık temelinde oluşan bir şiddeti beslemektedir. Dizisellik toplumun her alanında bir bağımlılık yaratmakta, seri katille seri izleyiciyi aynı zemine çekmektedir. Medyada, yaralanmış, parçalanmış bedenlerin bir gösteri atmosferi içinde, teknolojik ve mekanik olarak yeniden üretilip seri olarak sunumu izleyicilerdeki seri şiddete olan bağımlılığı arttırmakta, onları bu bedenlere yaklaştırır görünürken aslında seyircide mesafe ve kayıtsızlık yaratmaktadır.

Toplumdaki geleneksel sınırların sarsılması, müphemleşmesi seri katilin kimlik krizini ağırlaştırmaktadır. Sayıların, kodların, göstergelerin hakiki insanların yerini almaya başladığı, özne-nesne, iç-dış ayrımının bulanıklaştığı günümüzde seri katil kendini dış dünyadan, öteki insanlardan ayıran sınırları, kendi farkını oluşturamamakta, dış sınırlarını kolayca aşıp patolojik bir kamusal alan içinde seri şiddet yoluyla kendini ifade etmeye çalışmaktadır. Seri katil Wayne yerleri ancak kurbanları dolayımıyla hatırlayabilmekte, Lucas “bir insan benim için boş bir şeydir” , Bundy “dünyadan bir kişi eksilse ne fark eder” demektedir. Seri katil dış dünyadaki insanlara, yerlere, objelere karşı kayıtsız hale gelmiş, hem kendi kimliksizliği hem de dış dünyanın istatistiksel birimlere indirgenmiş varlıkları onun iç sıkıntısını arttırmıştır . Seri katile boş olarak görünen sadece kurbanlar değil bizzat kendisidir de. Rene Girard’ın vaktiyle dikkat çekmiş olduğu gibi herkesin farklılığı değil ama herkesin benzerliği kimliği tehdit eden bir öğe olup çıkmaktadır. Bir örnekleşmenin yaygınlaştığı, bireyleri ayırt eden niteliklerin aşındığı toplumda seri katil farklılık krizinin cisimleştiği bir örnek olarak belirmektedir. Öte yandan seri katil herkesin bir şekilde uyduğu aynı kültürel buyrukların en uç savunucusudur. Açılmış ve parçalanmış bedenler etrafında bir araya gelen toplumun bir parçasıdır.

Seri katilin oluşumunda medya enformasyon teknolojileri, talk-show’lar, seri cinayetleri konu alan televizyon dizileri, belgeselleri ve filmler olduğu kadar FBI’ a bağlı BSU’nun (Behavioral Science Unit) profilcilerinin çizdiği seri katil profilleri de rol oynamakta, seri katil kendini bu profillere göre biçimlendirmektedir. Richard Tithecott’un da belirttiği gibi medya seri cinayete ait rasgele, anlamsız , nedensiz, amaçsız bir şiddet tehdidini abartılı biçimlerde sunmakta, seri katili mitleştirmekte, varolan kültürün seri katilin yaratılmasındaki rolünü gizlemektedir. Benzer bir şekilde seri katilin izini süren, onun “ruhunu okumaya çalışan” FBI profilcisi, insan psikolojisini yakından tanıyan, neredeyse insan üstü sezgilerle donanmış bu “zihin avcısı” medya tarafından kötülüğe karşı savaşan yalnız kahraman olarak sunulmaktadır.Toplumu polis gücüyle yönetmek isteyen zihniyet FBI’ı siyasetin üstünde kamu hizmeti veren bir kurum olarak lanse etmektedir.

Seri katilin oluşumunda “anormal aileler”, ebeveynler tarafından taciz edilme, ebeveynin çocuk küçük yaştayken evi terk etmesi gibi faktörler öne çıkarılmakta, seri cinayetlerin sosyal boyutu, bu cinayetlerle egemen değerler arasındaki ilişkiler gizlenmektedir. Seri katil varolan kültürün dışında doğaya ilişkin bir varlık olarak kurulmak istenmektedir. Bu söylem kadın ve eşcinselleri aşağılayan, heteroseksüel erkekliği egemen kılmak isteyen kültürel sistemi eleştiri dışında tutmaktadır. Seri cinayetler toplam cinayetlerin çok küçük bir parçasını oluşturmasına karşın medya seri cinayetlerin boyutunu abartmaktadır. İnsanların seri katile yönelik olarak duyduğu hayranlık ve büyülenme aslında herkesin içinde barındırdığı karanlık fantezilere, aşırılığa duyulan hayranlıkla ilişkilidir. Seri katilin gerçekleştirdiği fanteziler onu yaratan kültürce paylaşılmakta, toplum seri katil mitinin üretilmesi sürecince suç ortaklığı yapmaktadır.

1980’lerin başlarından itibaren seri cinayetin toplumsal gündemin önemli bir konusu haline getirilmesinin daha doğrudan politik nedenleri de vardır. Bu yıllar Reaganizmin, yeni muhafazakarlığın iktidarda olduğu yıllardır. Philip Jenkins’in de söylediği gibi muhafazakar aile değerlerine vurgu yapan yeni sağ seri katilleri eşcinsel, ahlaksız, seks düşkünü sapkınlar olarak lanse etmekte, bir panik atmosferi yaratarak seri cinayetleri devletin güvenlik aygıtlarının güçlendirilmesi, yetki alanlarının genişletilmesi için bahane olarak kullanmaktadır. Böylece özgürlükçü hareketlerin 1960′ lı ve 1970′ li yıllarda elde ettikleri kazanımlar geri alınmak istenmekte, toplum üzerindeki kontrol ve cezalar arttırılarak güvenlik devletinin güçlendirilmesi amaçlanmaktadır. FBI 1980 lerden başlayarak “kanunları uygulama” operasyonlarını arttıracak, kamuoyunu ve medyayı yönlendirmede daha etkin bir güç haline gelecektir. BSU kasti olarak kamuoyuna seri cinayetlerle ilgili yanlış, abartılmış bilgiler vermektedir. FBI tarafından seri cinayetler sonucu yılda 4000 kişinin öldürüldüğü açıklanırken gerçek rakamın birkaç yüz civarında olduğu tahmin edilmektedir.

Seri cinayet, katilin bir anda, ya da kısa bir zaman süresi içinde çok sayıda insanı öldürdüğü cinayetlerden farklıdır. Steven Egger’ e göre seri cinayette en az üç kurban bulunmalı, iki cinayet arasında bir sükun bulma süresi olmalı (FBI’ a göre bu süre asgari 72 saat olmalıdır), cinayet maddi çıkar amacı gütmemeli, katilin kurbanla tanıdıklığı bulunmamalı , katil kurban üzerinde sadist bir tahakküm kurmak istemelidir. Seri katil insanların birbirine yabancı hale geldiği, başkalarının önemsizleştiği, silikleştiği koşulların ürünüdür. Seri katil kurbanlarını unutulmuşlar, kaçaklar, fahişeler, yoksullar, uyuşturucu bağımlıları arasından, “en çok fark edilmeyenler” arasından seçer. Kalabalık içindeki fark edilmeyişine, unutulmuşluğuna, anonim kimliğine katlanamayan seri katil “birisi olmak”, biricikliğini ortaya koymak için “sıradan insanları”, “herhangi birini” öldürür. Unutulmuşları öldürmenin kolaylığı aslında seri katilin ve herkesin sıradanlığını kuran kolaylıktır. Post modern toplum her şeyin çok kolay olduğunu, şimdi , burada elde edilebilir olduğunu, anı yakalamak gerektiğini vazeder. Seri katil için kurban çok yakında, “elinin altındadır”. Seri katil sistemin yarattığı sıradanlaşma süreciyle ilişkili mesafeyi, duygulanımsızlığı, yönsüzlüğü, yabancılaşmayı “öldürücü içtenlikle” aşmak , ilişkisizliği şiddete dayalı ilişkiyle yenmek ister! Yüzü medyaya dönük seri katil cinayetlerinin sonucunda “biri olur”. Seri katil Jeffrey Dahmer’in duruşması adeta bir oyunun prömiyeri gibidir. Tanınmış isimler, seri katilden imza almak için itişen hayranlar ve medya salonda yerlerini almıştır. Öte yandan seri katil sadece sistemin kültürel klişelerini yeniden üretmekle kalmaz, sistemin otorite kodlarını da yeniden üretir. Seri katil özel olarak polise genel olarak otoriteye hayrandır. Bir çok seri katil vaktiyle polis olmak için müracaat etmiş ama başvuruları reddedilmiştir. Seri katillerin önemli bir bölümü güven telkin etmek için kurbanlarına güvenlik görevlisi kıyafeti içinde yaklaşır. Seri katil kurbanına hükmetmek, onu kontrolü altında tutmak, ona sahip olmak ister, onu nesneleştirir ve aşağılar.

Seri katiller 1980′ lerde ve 1990′ larda ABD ve batı kamuoyunun sürekli olarak gündeminde olmuşlardır. Ted Bundy, Jeffrey Dahmer, Aileen Wuornes, Joel Rifkin, John Wayne Gacy ünlü seri katillerden bazılarıdır. Öte yandan seri katilleri konu alan romanlar (daha sonra filmleri de çekilen Kuzuların Sessizliği, Amerikan Sapığı vb.) bu dönemde patlama yapmıştır. 1991-1993 yılları arasında seri katillerle ilgili olarak yayınlanan kitapların sayısı 1960 larda ve 1970 lerde bu konuda yayınlanan tüm kitapların toplamı kadardır. Bu konudaki “ciddi” filmler arasında Seven, Copycat, The Bone Collector, Natural Born Killers komedi türünde ise Serial Mom, I Married an Axe Murderer gibi filmler sayılabilir. Sonia Baelo Allué’ nin de belirttiği gibi (“The Aesthetics of Serial Killing: Working Against Ethics in the ‘Silence of the Lambs’( 1988) and ‘American Psycho’(1991) “, Atlantis, Cilt: 14, sayı: 2, Aralık 2002) dizisellleşmiş kitle kültürünün ( televizyon dizileri, film dizileri vb.)yaygınlaştığı günümüzde izleyiciler kurbanları ve ahlaki kaygıları göz ardı etmekte, sadece aldıkları estetik hazla ilgilenmektedirler. Cinayet görüntülerinin dizilerde, belgesellerde ve haberlerde sürekli olarak tekrarlanması gerçek ölümlerle kurgusal ölümler arasındaki farkı aşındırmakta, kayıtsızlık üretmekte, gerçek ve kurgusal seri cinayetlere ilişkin ritüel, fantezi ve senaryolar birbirine karışmaktadır.

Gerçek/kurgu, asıl/taklit karşıtlıklarının hala mevcut olduğu modern toplumdan farklı olarak post modern toplum bu karşıtlıklar arasındaki sınırları silikleştirmiş, göstergelerin “köklerinden” koparak kendi başlarına bir –hiper-gerçeklik sistemi oluşturdukları bir simülasyon toplumu oluşmuştur. Sara Knox’ un da belirttiği gibi ( “A Gruesome Accounting: Mass, Serial, and Spree Killing in the Mediated Public Sphere”, Journal For Crime, Conflict, and the Media, 1(2) 2004) seri katil simülakra kültürü içindeki simülasyon kralıdır. Bugünün kültürü yinelemeyi ve simülasyonu saplantı haline getirmiştir. Seri katil tekrara, zorlanımsallığa dayalı kültürün bir parçasıdır. Hillel Schwartz seri cinayeti “saplantısal-zorlanımsal bozuklukla” ( obsessive- compulsive disorder) ilişkilendirmektedir ( “Obsessive-Compulsive Disorder: Comments on Cape Town Covers, Colonial Catwalks, and Getting Caught”, Cultural Analysis, 2002, 3). Kişisel ritüellerin art arda tekrarlanması, yinelemeye duyulan ihtiyaç bir saplantı haline gelmiştir. Bilgisayarların, çoğaltım araçlarının gelişmesi her şeyi hızla seri halde ve yeniden üretilebilir hale getirmektedir. Seri katil kendini kontrol edememekte ve cinayetlerini tekrar etmektedir.

Post modern toplumda takıntılı, saplantılı tüketicilerdeki yineleme zorlanımı onları “özgür tercihleriyle” yeni malları tüketmeye yöneltirken seri katildeki yineleme zorlanımı onu “ölü bedenleri tüketmeye” yöneltmektedir! Amerikan Sapığı romanının kahramanı bir yandan beden bakımıyla ilgili, tekrara dayalı günlük rutinleri yerine getirir, evdeki aletlerle ilgilenirken aynı zamanda kurbanının etinin tadına bakmaktadır. Burada sıradan olanla ciddi olan birbirine karışmıştır. Kahraman artık anlamın bulunabileceği tek yer olarak yüzeyi görmektedir. Post modern yüzeydir bu; derinliği yok eden, şeffaflığı basit ve sıradan olanla birleştiren, kayıtsızlığı besleyen, şiddet üreten bir yüzey. Bir çok seri katilin itirafında bu yüzeyin parçasını oluşturan izlere rastlanır. Post modern toplumdaki seri katili modern toplumdaki seri katile kıyasla “kişisel biyografisinden kopartan”, onun yaşam öyküsündeki sürekliliği, lineerliği “bozan” bu yüzeydir. Akira Mizuta Lippit’in de belirttiği gibi ( “The Infinite Series: Fathers, Cannibals, Chemists…”, Criticism, cilt: 38, sayı: 3, Yaz 1996) yeni seri katil sonsuz sayıda serinin ve yörüngenin kesiştiği yerde durmaktadır. Ancak söz konusu olan tek, lineer bir seri değil, farklı yoğunluklardan, çizgilerden oluşan, sonsuz, başı sonu olmayan, açık uçlu serilerdir, bir bütünlük oluşturmayan serilerin yan yanalığıdır. Yeni seri katilin gerçekleştirdiği cinayetler de benzer özellikler gösterir; seri bir yerde bozulur sonra başka bir yerde başka bir biçimde yeniden başlar.

Günümüzün kitle kültürü seri katili canavarlıkla, vampirlikle, kontrol edilemeyen şehvetle, irrasyonellikle, av peşinde koşan hayvan figürüyle, nedensiz öldürmekle ilişkilendirmektedir. Bu noktada kapitalizmin hem modern hem de post modern döneminde irrasyonelliği bizzat ürettiğini belirtmek gerekir. Belirsizliğin, müphemliğin, güçlendiği, eskinin katı sınırlarının ihlalinin tüketime ilişkin olarak teşvik edildiği post modern toplumda irrasyonel olanın payı daha da artmıştır. Seri katil kitle kültürünün beslediği irrasyonelliği, aşırılıkları, ihlalleri uç noktaya götüren kişidir. Carla Freccero’nun da belirttiği gibi (“Historical Violence, Censorship, and the Serial Killer: The Case of American Psycho”, Diacritics, 1997, 27. 2 ) seri katil vasıtasıyla toplum kültürün şiddet dolu niteliğini hem tanır hem de reddeder, şiddeti kendi içinde arayacağına onu seri katile ilişkin bir sapkınlık olarak görür.

Büyük çoğunluğu erkek ve beyaz olan seri katiller Amerikan rüyasının yaratmak istediği ideal birey tipinin deforme bir versiyonunu temsil etmektedirler. Kadınları değersizleştiren bir biçimde “kendini yaratan erkek” imgesinin medya tarafından mekanik bir biçimde devamlı üretilmesi seri katilin kadın düşmanı şiddetini destekleyen olgulardan biridir. Seri katil sistemin kadınların özgürlüğünü sınırlandırmak (gece yalnız başına sokağa çıkma vb) için kullandığı bir tehdit aracı olarak belirmektedir. Jill Radford’a göre egemen kültür kadın cinselliğini nesneleştirmekte, kadın hem baştan çıkarıcı hem de potansiyel olarak tehlikeli ve dolayısıyla baskı altında tutulması gereken bir varlık olarak kurulmaktadır. Kadın düşmanlığı sonucu – özellikle fahişelere karşı- gerçekleşen cinayetlere ilişkin olarak polis, mahkemeler ve kamuoyu gereken özeni ve çabayı göstermemektedir. Jane Caputi’ye göre kadınları hedef alan seri cinayetler patriyarkal değerlerin, rollerin, zora dayalı yönetimin eşlikçisidir. Kadınları öldüren seri katil erkek üstünlüğü prensibini hayata geçirmekte, çok sayıda erkek, seri katilinkine benzer kadın düşmanı görüşleri paylaşmaktadır. Kadınları hedef alan erkek şiddeti bugünkü kültürün içine işlemiştir ve normal kabul edilmektedir.


Seri cinayet, üretimi, tüketimi, kültürü, gündelik hayatı serisel hale getiren , her şeyi sayılara indirgeyen, yineleme zorlanımı, saplantı ve takıntı üreten kapitalizmin eşlikçisidir. Tüketmenin içten gelen bir zorlamayla, karşı konulamaz bir itkiyle buluştuğu , tüketim nesneleriyle nesneleşen bedenler arasındaki sınırların muğlaklaştığı, tüketim sisteminin kurduğu yüzeyin şiddet ürettiği, tüketimsel ihlalin ve aşırılığın eril şiddetin sınırsızlaşmasına hizmet ettiği günümüz toplumunda seri cinayet tahakkümün kodlarını yeniden üretmektedir.

 

DEĞİNİLEN KİTAPLAR:

Mark Seltzer, Serial Killers: Death and Life in America’s Wound Culture, Routledge, 1998, 302 s.

Richard Tithecott, Of Men and Monsters: Jeffrey Dahmer and the Construction of the Serial Killer, The University of Wisconsin Press, 1997, 192 s.

Philip Jenkins, Using Murder: The Social Construction of Serial Homicide, Aldine de Gruyter, 1994, 271 s.

Steven A. Egger, Serial Murder, Praeger Publishers, 1990, 250 s.

der. Diana E. Russell & Jill Radford, Femicide: The Politics of Woman Killing, Taylor & Francis Group, 1992, 400 s.

Jane Caputi, Age of Sex Crime, University of Wisconsin Press, 1987, 246 s.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl