Ana Sayfa Genel Sermaye Üzerine

Sermaye Üzerine

Sermaye Üzerine

Sermaye bir ticaret işinin kurulması, yürütülmesi için gereken anapara veya paraya çevrilebilir malların tamamı şeklinde tanımlanmaktadır.1 Tanımdan anlaşılacağı üzere sermaye kavramına yüklenen anlam potansiyel olarak yapma, etme gücüne sahip olduğunu kabullenildiği anlamına gelmektedir. Bu kabulleniş, kavramı hayatlarımızda bir yere koymamızın, onu varetmemizin de ön koşulu olmaktadır. Tabii bu kabullenişe de destekleyen, görmezden gelemeyeceğimiz çağımızın getirdiği zorunluluklarda da etkili olmaktadır.

Ekonomi temelli olan bu kavram modern olarak 16. yüzyılda dünya ticareti ve dünya pazarının oluşması ile günümüze ulaşmıştır.2 Dünya pazarının genişlemesi, ticareti yapmanın kolaylaşması, sermaye için güvenlik sorunlarının en aza indirilmesi gibi arttırılabilecek sebepler sermayenin yaşamlarımıza girmesinde etkili olmuştur. Bu gibi etkenler ile dünyanın neredeyse tamamına ulaşabilen sermaye, gittiği yerlerde kendi kurallarını koydurarak etkisini sadece ekonomik alandan çıkartmaktadır. Bu kurallar toplumda belirli ilişkilerin üretilmesini, düşünce yapısındaki farklıklıkları ortaya çıkarmaktadır. Örneğin üretim şeklindeki değişiklik ile üretim yerinde yalnızca maddi bir meta değil, aynı zamanda emek gücünün sömürülmesi şeklinde bir toplumsal ilişkide üretilmiş olur.3 Sermayedar sermayesini hem arttırıp hemde bu süreci destekleyecek ilişkiyi üretmektedir. Böylece üretici-tüketici, patron-işçi gibi ilişkileri de ortaya çıkaran üretim süreci sadece meta üretiminin gerçekleştirildiği bir alan değildir.

Bireylerin birbirleri ile kurdukları ilişkileri etkileyen bu ekonomik model ise istediği, işine yarayan düşünce yapılarını metalarla birlikte bireylere dayatmaya başlamıştır. Sermayeyi amaç olarak gören kişi veya devletler sermayenin dayattığı şeylerin farkında olmayarak yöneticiler açısından kolayca yönetilecek bir kitleye dönmektedirler. Sonuçta amaç edinilen şeyi de ortaya çıkaran bir öteki vardır. Todd McGowan’ın ifadeleriyle; ‘Öznenin kendi arzusunu harekete geçiren şey toplumsal otoritenin, Öteki’nin arzusudur’.4 Ötekinin üretmiş olduğu şeyi farkında olmadan amaçlamak, farkında olmadan amaçlarımız tarafından şekillenmemizin önünü açmaktadır.

 

Sermaye de bu anlamda sermayedarlar, iktidarlar tarafından keyfi bir şekilde üretilmektedir. Bu keyfiyet ise zenginlik tanımını daha önce atmış olan Marx’ın tanımının sorgulanmasının önünü açmıştır. Marx’ta zenginliğin belirleyici unsuru kullanım değerine sahip olan metaların kullanım değerlerinin toplamıdır. Marx’ın ifadeleriyle; ‘ Kullanım değerleri, toplumsal biçimi ne olursa olsun, servetin maddi içeriğini oluşturur’.5

Baudrillard sermaye kavramını Marx’ın tanımladığı şekline karşı çıkarak günümüzde zenginliğin, kullanım değeri ile ölçülemeyeceğini söylemektedir. Baudrillard’ın ifadeleriyle;‘ Zenginliğin tözünü soyut bir öznellik (yararlılık) ya da nesnel (emek ya da tamamlayıcı büyü) dönüştürme şeklinde tanımlamaksa tam bir saçmalıktır’.6 Burada Baudrillard Marx’ın zenginliğin belirlerken kullandığı yöntemin günümüzde doğru olmadığını söylemektedir. Baudrillard’ın dile getirdiği bu düşünce Marx’ta zenginliği belirleyen kullanım değerinin günümüzde keyfi bir şekilde üretildiğini iddia etmektedir. Baudrillard’ın yapısal değer teorisi olarak adlandırdığı bu teoride tüketim toplumunda metaların değerini belirleyen kullanım ve mübadele değeri arasındaki ilişki koparılmıştır. 7 Tüketim toplumu, üretim toplumlarından farklı olarak tüketimi ön plana koyduğu için kullanım değerinindeki yararlılık faktörünü somut kullanışlılıktan ziyade soyut, ilişkisel olana dönüştürmüştür. Kullanım değerinin soyut, ilişkisel olana indirgenmesi nesnelerin sahip oldukları kullanım değerlerini belirli sabitelerden kurtarmıştır. Böylece kullanım değerinin akışkanlığı sağlanmıştır. Belirli bir dönem de herhangi bir meta işlemi görmeyen nesneler kullanım değerinin akışkanlığı sayesinde piyasada meta olarak işlem görmeye başlamışlardır. Bu durum da tüketimin önünü açarak piyasada sürekli bir akışı sağlamaktadır.

Marx’ta değerin kaynağı olan kullanım değeri artık yapısal değer teorisine göre rasyonel bir şekilde hesaplanamamaktadır. Sanat eserlerinin mübadele sürecinde geçerli olan simgesel işlev8artık tüm metaların mübadelesine yayılarak rasyonel hesaptan uzakalaşmaktadır. Kapitalizm rasyonel değer biçme işini geri plana atarak artık değer verme işini sanat eserlerinin alım satımında olduğu gibi psikolojik bağ çerçevesinde yapacaktır. Psikolojik bağ ise başı sonu olmayan bir alan olarak karşımızda durmaktadır. Kapitalizm psikolojik bağ ile hem 1929 krizinde yaşanan fazla meta üretimi sorununu aşmış hemde tüketimi akışkan bir hale getirmiştir. Bu aşamadan sonra meta üretmekten ziyade metayı satın aldıracak toplumsal ilişkilerin üretmenin öncelikli olacağı dönem başlamıştır. Burada da icat edilen sektörler ortaya çıkmıştır. Bunların başında da moda, reklamcılık, halkla ilişkiler gibi sektörler başı çekmektedir.

Moda, reklamcılık gibi sektörler metaların kullanım değerleri akışkan hale getirmiştir. Örneğin Marx’ın yaşadığı dönemde hiçbir kullanım değeri olmayan yırtık pantolonlar günümüzde alışveriş merkezlerine satışa sunulmaktadır9. Bu ürünlerin satışa sunulması ise moda, reklamcılık gibi sektörlerin toplumda ürettikleri algıdan neşet etmektedir. Bu sektörlerin varlığı kullanım değerini fabrikada üretilen metadan uzaklaştırarak o metaların kullanım değerlerini farklı yerlerde üretilmesinin önünü açmıştır. Kullanım değerinde meydana gelen bu simülasyon emeğin değerinin düşmesinden yaşamımıza giren nesnelerin niteliğinin düşmesinin önünü açan sebeplerdendir. Böylece herhangi bir düşünsel veya yaratıcılık içermeyen metalar sosyal yaşamlarımıza girerken bu metalar arasında gözden kaybolan birçok eserde unutulup gitmektedir. Sistemin bir parçası haline gelmiş bu durum tüketimi devamlı kılmak adına kural olarak benimsemiştir. Kalıcılık, yavaşlık yaşadığımız çağın sevilmeyen özelliğidir. Baudrillard’ın ifadeleriyle; ‘ Geçmiş uygarlıkların tümünde dayanıklı nesneler, araçlar veya binalar kuşaklarca insandan daha uzun yaşamışken, bugün onların doğmasını, gelişmesini ve ölmesini izleyen bizleriz’.10 Bu durumun önemli nedenlerinden biri kullanım değerinin metalardan bağımsız olarak değişmesidir.

Kullanım değerinde meydana gelen bu simülasyonu belirtirken aslında sermayenin iktidarlar açısından amaç olmaktan ziyade araçsal bir durumda olduğu sonucuna da ulaşmamızın önünü açmaktadır. Çünkü sermayeyi üretme koşulu olan kullanım değeri artık keyfi bir şekilde belirlenmektedir. Onu amaçlayan sermayedar herhangi bir meta üretmeden de sermayeye ulaşabilme özgürlüğüne sahiptir. Elinin altında hazırda bulunan metayı reklam ve moda sektöründe kolayca sermayeye dönüştürebilir. Bu durum sermayenin, devlet veya bireylere amaç olarak benimsenilmesini destekleyen, onları bu amaçları uğruna yöneten bir yönetim aygıtı halinde kullanılmasının önünü açmıştır. Bu yönetim aygıtı ise bireylere ve devletlere piyasa üzerinden ulaşmaktadır.

Değer (ilişkiler) toplumsal olarak üretilir. Farklı coğrafi, kültürel, dini alanlarda yaşayan ülkelerin değişik kaygılar güdererek ortaya çıkardıkları ilişkiler bütünü birbirlerinden farklıdır. Ortaya çıkan meta da bu ilişkiler ağının bir ürünüdür. Bu üretilen metaların farklı kültürlere ulaşması ise günümüzde piyasadan ulaşmaktadır. Özellikle neoliberal ekonomik sistem ile sermayenin haraket alanının genişlemesi ekonomi üzerinden diğer ülkelere farklı değerlerin sokulmasını beraberinde getirmiştir. Fakat dünya yeni gürültüler icat edenlerin değil yeni değer mucitleri etrafında dönmektedir. 11 Değeri üreten ülkeler kendi değerleri üzerinden ekonomiyi araçsallaştırarak diğer ülkeleri baskı altında tutmaktadırlar. Üretilen değerlerin farkında olmayan, devletlerin basiretsiz yöneticileri ekonomik gelişme uğruna toplumlarını çözümü her geçen gün daha kötü bir duruma sürüklemektedirler.

Araç amaç ilişkisi bağlamından ekonomik olarak ‘geri’ kalmış ülkelerin yaşadığı sorunlara bakarsak gelişmeyi amaçlayan ‘geri’ kalmış ülkeler amaçladıkları şeyler uğruna sermaye tarafından yönetilmektedirler . Modernleşmek, gelişmenin kaynağı olarak sermayeyi göre ülkeler sermaye üzerinden değerlerini, toplumsal yapılarını değiştirmeye çalışmışlardır. Dışarıdan alınan krediler ile ülkelerinde çeşitli alanlarda yatırım yapan devletler ‘gelişmiş’ olana yaklaşmaya çalışmışlardır. Tabii üretimin yapılacağı alanlardan eğitim , sağlık gibi sektörlerde de yapılan değişimleri devamını sağlayacak insanınn da oluşması önemli bir noktadadır. Bu anlamda yatırımların en büyüğünü ise insan ‘sermayelerine’ yapmışlardır. Ekonomi, sağlık, askeriye gibi alanlarda yaratılan ihtiyaçlara karşı nitelikli insan yetiştirmek bu ülkelerin temel amaçlarından biri olmuştur. Ülkelerine giren sermaye ile eğitim,sağlık,askeriye gibi alanlarda günün koşullarına göre eğitilen insanlar artık gelişim için nitelik kazandırılması gereken şeylerdir. Bu durumda da sermaye sayesinde birer nesne haline gelen bireyler artık değerlerini yaşamdan değil gelişmenin sağlanıp sağlanamayacağını belirleyen piyasadan almaya başlamışlardır. Bireylerin piyasada belirlenen ihtiyaçlara ne kadar iyi cevap verirlerse değerleri o kadar çok artacaktır. Böylece sermayeyi araçsallaştırarak gelişme amacı hem toplumları hem de bireyleri değişime tabi tutmuştur.

Sermayeyi amaç olarak belirleyen bu ülkeler amaçlarına ulaşamamaları bir yana ülkelerinde yıkıcı bir etki getirmektedirler. Partant’ın ifadeleriyle; ‘devletin yapabileceği tek şey sermayeyi cezbetmek, girişimleri teşvik etmek, ekonomiye müdahale etmede sahip olduğu geniş olanakları seferber ederek rekabet gücünü arttırmak, aynı zamanda da sermayenin oluşmasını empoze ettiği olası kemer sıkmalarla emekçilerin baskı altında tutmaktadır.’12 Bu uygulamaları devreye sokan ‘ceo devletler’ vatandaşlarının sosyal, ekonomik, psikolojik, sağlık gibi alanlarda olumsuz etkilenmelerinin önünü açmaktadır. Yine üretim alanını etkileyen bu gelişmeler toplumsal ilişkilere de sirayet ederek yapılan olumsuz değişikliklerin etkisini arttırmaktadır.

Yaşadığımız dünyada geçen 20-30 yıllık sürece baktığımızda ekonomik olarak ülkelerini sermaye girişine açan ülkeler hem bireysel hemde kültürel olarak sermaye tarafından koşullanıyorlar. İthalat yoluyla farklı kültürlerden ülkeye giren ürünler gidilen ülkedeki kültürü de etkilemektedir. Farklı kültürlerde üretilen şeyler gittikleri ülkelere de bir anlamda söylem bütününüde götürmektedirler. Bu söylemler sadece dilde de değil aynı zamanda yapıların düzeni, toplumsal ilişkilerde de görülebilir. Düzenlerini, ithal edilen malların işleyişine uygun olarak kuran ülkeler hem toplumsal olarak gündelik hayatı gerilimlerle doldurmaktalar hemde kültürlerini kendi istekleri ile aşınmaya tabi tutmaktadırlar. Böylece dünyanın farklı yerlerinde üretilen değerler (hem metalar hemde ilişkiler) sermaye ve piyasa alanının araçsallaşması ile gidilen ülkelerin kültürlerini hedef almaktadırlar.

Türkiye özelinde bu duruma baktığımızda 24 Ocak kararlarının alındığı dönemden günümüze gelen sürece bakarsak sermayenin ülkeye girişi kolaylaşmıştır. 1980’deki askeri darbeden sonra, Türkiye’yi yönetenler, dönemin neoliberal dünya ekonomisine eklemlenerek piyasa ekonomisini kabul etmiştir.13 Bu dönemden sonra ülkeye yabancı markaların, farklı üretim ve tüketim alışkanlıklarının gireceği dönem başlamış olacaktır. Mahalle bakkalları zamanla yerini süpermarketlere, çeşitli mesleklerin piyasada tutunamamasına, hazır gıda ve giyim eşyalarının çoğalmasının gereksiz tüketimi arttırması, doğa sorunlarının günümüze birikerek ulaşması gibi arttırılabilecek faktörler sosyal hayatın merkezinde bulunan ilişkilerin değişmesinin önünü açmıştır. Tabi bu durumlara düşünce dünyasındaki değişikliklerde eklenmektedir. Hazır gıda, eşyalar gibi hazır düşüncelerde ortaya çıkmaya başlamıştır. Bireyler davranışlarını kalıplaşmış düşünceler etrafında şekillendirerek eleştirilecek yanları olan durumları görememeye başlamışlardır.

Neoliberal ekonomik sistem öncesinde devletin farklı bakış açıları ile baktığı özellike eğitim, sağlık, iletişim, sigorta kuruluşlarından işçilerin sendikal yapılanmalarına kadar birçok farklı alanlarda değişim gerçekleşmiştir. Örneğin eğitim üzerinden düşünürsek eğitimde fırsat eşitsizliğinin ortaya çıktığı neredeyse bir tür kast sisteminin oluşumu meydana getirmiştir. Ekonomik olarak zengin aile çocukları özel okulların ortaya çıkması ile yaşıtlarının önlerine geçmeyi başlamışlardır. 14 Bu anlamda ise devlet fırsat eşitsizliğini piyasa için kendisi üretmiştir. Yine sağlık alanınında özellleştirmeler ile birlikte hasta-doktor ilişkisi doktor-müşteri ilişkisine dönmüştür. Ne kadar çok hasta o kadar çok ilaç ve o kadar çok müşteri mantığı sağlık sektörüne neoliberal piyasa mantığı ile yerleşmiştir. Kapitalizm sağlığı ve tıbbı kar odaklı süpermarkete, bireyi ise sağlam olsun hasta olsun süpermarketin müşterisi haline getirmiştir. 15 Bu yaklaşım hastaların sağlık sorunarından kurtulmalarını amaçlamaktan çok para kazanma merkezlidir. Sağlık sektöründe meydana gelen bu mantık sadece hastanede değil üniversitelerde de öğrencilere verilen eğitimde kendisini göstermiştir. Üniversitelerin koruyucu eğitimden ziyade tedavi edici eğitimi merkeze almaları bunun en önem kanıtlarından biridir. Çünkü piyasanın istediği şey bireyin hiç hasta olmamasından ziyade sürekli hasta olup belirli ilaçları tüketmesidir. Piyasanın sağlık eğitiminde akademisyen ve doktorlara biçtiği bu rol üniversiteler tarafından kabul edilmiştir. 1970’li yıllarda başlayan ve 1980’lerle artan bir biçimde akademisyenler ‘ piyasayla yakınlaşmaya’ başlamışlardır.16 Bu yakınlaşmada hem eğitimi hem sağlık alanlarını etkilemekle kalmamış toplumsal ilişkilerede yansıyan bir durum olmuştur. Harvey ifadeleriyle; ‘Yıkılanlar sadece önceki kurumsal çerçeveler ve ikitdarlar değil; iş bölümleri, sosyal ilişkiler, refah hizmetleri, teknoloji karışımları, yaşam biçimleri, düşünce şekilleri, üreme etkinlikleri, toprağa bağlılıklar ve en derin alışkanlıklar da değişiyor’. 17 Bu anlamda neoliberalizm ekonomik olarak sermayeyi araçsallaştırarak yeni toplumsal ilişkiler ve devlet yaratmaya çalışmıştır.

Araçsallaştırmak sahip olunan birşeyi kullanma, yönetme bağlamında varolur. Üzerine tahakküm uyguladığımız, söz hakkına sahip olduğumuz şeyleri araçsallaştırabiliriz. Sahip olmadan belirli şeyleri araçsallaştırmaya çalışmak sahip olmadığımız şey tarafından yönetilmemizin önünü açar. Sermayeyi de araç amaç ilişkisi içerisinde düşünürsek sahip olmadığımız ama sürekli sahip olmak için uğraştığımız şeylerden biridir. Gerek devlet gerekse birey açısından baktığımızda ekonomik olarak kazanç sağlamak amaçlanır. Amaç olarak belirlenen bu şey sürekli ötelenen, hiçbir zaman ele geçirilemeyen şey olarak karşımızda durmaktadır. Bu ele geçirilemeyen şey ise öteki tarafından tasarlanmıştır. Tasarımı, kontrolü başkalarını tarafından yapılan birşeyin amaçlanması ona ulaşmaya çalışanın uğraşından çok amaçlanan şeyi ortaya çıkaranın keyfine bağlıdır. Amaçladığımız şeylerle kurduğumuz bu ilişki ise içsellikten çok dışsallığın ön planda olduğunu ortaya koymaktadır. Amaçladığımız şeyler uğruna ne kadar çok emek sarfedersek edelim karar verici nokta amacı ortaya çıkaranın keyfinde saklıdır. Bu keyfiyetin farkında olmayarak belirli bir konuda başarısız olunduğunda fazla çalışılmadığı için başarız olunduğu düşüncesi bireyi psikolojik, ekonomik vb. gibi alanlarda sorunlarla karşı karşıya bırakırken sisteme yönelik eleştirininde önünü kesmektedir. Keyfiyetin farkında olmamak, başarıyı sisteme başarısızlığın yüklerini ise bireye yüklemektedir. Bu bakış amaçların veya hedef belirlemenin kötü birşey olduğunu değil amaçladığımız şeylerin gerçekleşip gerçekleşmemesinin sorumluluğunu tamamen bireyde almakta ve içerisinde bulunulan sistemin eleştireye açılmasınında önünü açmaktadır. Eleştirinin önünün açılması toplumsal yaşamda kabullendiğiniz değerlerin, düşüncelerin sorgulanmasını beraberinde getirerek farklı yaşam koşullarının oluşmasını destekleyen süreçleri beraberinde getirecektir.

Baudrillard’ın kullanım değerinde meydana gelen bu simülasyonu bizlere sunması hem bireysel hem de devletler açısında son derece önemlidir. Kullanım değerinin akışkan bir durumda olduğunu bilmemiz sermaye kavramınada farklı bakmamızı sağlayacaktır. Bu bakış sermaye kavramını hayatlarımızda farklı yerlere koymamızın ön koşulu olacaktır. Bu anlamda Baudrillard’ın zenginlik tanımına getirdiği itiraz haklı olarak kabul edilebilir.

 

1 Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 2011, s. 2072

2 Karl Marx, Kapital 1.cilt , Çev. Mehmet Selik- Nail Satlıgan, Yordam Kitap, Haziran 2019, s.151

3 David Harvey, Marx, Sermaye ve İktisadi Aklın Cinneti, Çev. Esin Soğancılar, Sel Yayınları, 2017, s.27

4 Todd McGowan, Sahip Olmadığımız Şeylerin Keyfini Sürmek, Çev. Kemal Güleç, İmge Yayınları, Kasım 2018 , s. 149

5 Karl Marx, a.g.e, s.50

6 Jean Baudrillard, Üretimin Aynası, Çev. Oğuz Adanır, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, Şubat 2013, s.77

7 Oğuz Adanır, Baudrillard, Say Yayınları, 2016. s. 46

8 Adanır’ın ifadeleriyle; ‘simgesel işlevden kasıt ise sanat eserine sahip olan bir insanın bu nesne bu nesne aracılığıyla sahip olduğu toplumsal prestij ve konumdur’. ( Oğuz Adanır a.g.e , s.46 )

9 Oğuz Adanır, a.g.e, s.49

10 Jean Baudrillard, Tüketim Toplumu, Çev. Nilgün Tutal-Ferda Keskin, Ayrıntı Yayınları, 2017, s. 16

11 Nietzsche’den aktaran Alan Badiou, Nietzsche Anti-Felsefe Seminerleri, Sel Yayınları, 2019, s.88

12 François Partant, Kalkınmanın Sonu, Çev. Fikret Başkaya, Birey ve Toplum Yayınları, 1985, s. 67

13 Ayşe Buğra, Kapitalizm, Yoksulluk ve Türkiye’de Sosyal Politika, İletişim Yayınları, 2016, s.17

14 Türkiye özelinde bugünden geçmişe baktığımızda eşitsizliği yaratan durumun sadece ekonomi üzerinden değil belirli tarikat, cemaatler tarafından da üretildiğini görmekteyiz.

15 Haz. Osman Elbek,Kapitalizm Sağlığa Zararlıdır, HayyKitap,2013, s.56

16 Haz. Osman Elbek,Kapitalizm Sağlığa Zararlıdır, HayyKitap,2013, s.52

17 David Harvey, Neoliberalizmin Kısa Tarihi, Çev. Nazlı Onocak, Sel Yayınları, Aralık 2015, s.11

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl