Ana Sayfa Manşet ŞİİR UMUDUMUZUN ATEŞİ OLSUN!

ŞİİR UMUDUMUZUN ATEŞİ OLSUN!

ŞİİR UMUDUMUZUN ATEŞİ OLSUN!

ŞAİR REMZİ TANRIVERDİ İLE RÖPORTAJ

biblohayat@hotmail.com

Şair Remzi Tanrıverdi,Şiir insanımızın yüreğine sevgiyi, iyiliği, güzelliği, zora dayanmayı, zorbalığa karşı koymayı işaret etmelidir.” diyor. Bu bağlamda, “Sanatla bezenen birey ve toplumlar hayatı daha kolay anlama şansına sahip olurlar.” dese de, şans” faktörünün altını çizmeyi unutmuyor. Şair Remzi Tanrıverdi ile sanat serüveni, ilk şiir kitabı (bu kitabına yarenlik edecek yeni kitap dosyalarını), hayata dair düşüncelerini konuştuk… Uzun yıllardır yaşadığı diasporadan kazandıklarını, zihin açan, tolerans ve uyum alışkanlıkları ile bir güzel harmanladığı kaçakçı hikayeleri tadındaki anlatımıyla Tanrıverdi’yi; yazıp ürettiklerini, dinlemeye/okumaya değer kanımca.

Şair Remzi Tanrıverdi kimdir?

Bu tür bir soruya bilerek cevap vermek mümkün mü acaba? Henüz “kim” olmamış bütün kimlere bu tür sorularla gayri iradi ve gayri ihtiyari kimlik tanımlamaları yaptırıyoruz, sonra da dönüp; “bak sen buymuşsun” diye bir ömür ellerimizdeki aynaya baktırıyoruz. Biraz da şöyle söyleyeyim: Ne doğduğum günü ne ayı ne de yılı beni doğuran anam da bilmiyor, baba da… Sadece belirsiz bir mevsimden söz ediliyor ve o yıl 49 bebeğin, çocuğun kızamıktan öl(dürül)düğü söylenir(di). İşte; doğum yılım: Dedem Liceli Şeyh Abdurrahman kulaklarıma Arapça güzelce bir ezan okuyup, bana Remzi ismini de yapıştırdıktan sonra da (artık ne kadar sonraysa) dev/let işin içine girmiş ve kayıtlara geçirmiştir. İşte nur topu bir doğum takvimi: 01.01.1965. Şeceresi, ruh dünyası, dış dünyası bu kadar ağır ortamlarda şekillenmiş bizim (benim) gibi gayri iradi, gayri ihtiyari ‘kimlere’, kim olduklarını sormak ve doğru cevap beklemek (ki olduğunu sanmıyorum) günaha, suça, gayri doğruya zorlamaktır. Hakikat duygusunu kasmaktır. Çünkü hiç kimse “ben hiç kimseyim” diyecek kadar cesur değildir henüz. Ayrıca her kim ise her ne ise insan evladını da diğer canlılık kadar seviyorum. Şimdiki halime kadar ben buyum işte!  Ayrıca; eksiği var fazlası yok, 18 yaşımdan beri zaman geçirdiğim eğitim ve öğretim kurumları: Dicle Üniversitesi Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı (İki yıl),Ankara Siyasal Bilgiler (Sadece bir gün), Viyana Üniversitesi siyasal bilimler (Doktora dahil 8 yıl), Brighton Üniversitesi de (1 yıl).

-Şiir yazmak senin için neyi ifade ediyor? Ve yazdıklarını nereye koyuyorsun?

Her ne söylüyorsam, yazıyorsam elbette ki içimde oluşanları dışarıya aktarmak (atmak) içindir. Adı sanı ne olursa olsun konuşmak, yazmak, çığırıp bağırmak ve çok ileri gidersek; sabrım ve suskunluğum bile bir ifade ihtiyacındandır. Sanırım şiir dediğin/m-iz usul de bu tür bir yükselme ve derinleşme anlarımızın resimleridir. Ruhumuzun paylaşabildiğimiz hatıralarının şekli ve şemailidir şiir! Ben hiçbir şiiri hikâyesiz, hatırasız, özlemsiz yazamadım. Şiirlerim salt bana ait olamayacak kadar çok ortağa sahiptir. Liceli kaçakçının gece seferlerinden Murat çayı anlatılarına, Peşmerge anılarından Melle Mustafa Barzani’nin at sırtındaki o heybetli duruşuna, Hezil Çayı’nda son nefesini bir deste nergis gibi bağışlayan kardeş Veysi den Erivan radyosunun ilk stranına, karşılıklı/karşılıksız aşklardan tarihimizin bize aktardığı bütün acı ve sevinçlerimiz Şiir/imin ruhunun hamurudur, ortaklarıdır/lar. O kadar anı, hatır, hatıra, acı, yenilgi, yengi, özlem, hasret, yürek yangınları kendisini paralayınca, demek ki şiir olarak da gün yüzüne çıkıyor. Öyle olduğuna göre Şiir’e ve şaire düşen de devamla namuslu ve yiğit bir ortaklığı sağlamaktır. Şiir benim için bu hikâyelere bir bütün olarak sahip kalmayı başarmaktır.

-Sanat hayatına yön veren; seni etkileyen kişiler ve gelişmeler nelerdi?

İnsan belki henüz dünyaya gözlerini bile açmamış iken eminim ki sanatsal bir uzuv ile dokunuş halindedir. Anne karnında kendisini yaşatmak için gösterdiği ritmik çaba, annenin karnındakine hissettiklerine karşı gösterdiği ilgi ve dikkatli dokunuşlar hep sanatın, sanatsal faaliyetlerin ve sanatsal edinim ihtiyacının sonuçları ve gerekleridirler. Elbette ki her ihtiyacımızı yüksek bir bilinçle karşılayamadığımız da ortada iken!Her kişi hayatını daha titiz, içinde yaşadığı çevre ile daha iyi anlaşılır bir uyum içinde yaşama hakkına sahiptir, ancak bunun o kadar da kolay olmadığını da bilmek gerekiyor.Sanırım sanat, edebiyat ve diğer estetik aksiyonlar ve gerekli disiplinler insanın hakkı olan iyi yaşamı aynı zamanda da daha güzel kılmak içindir. Belki de insan var olduğundan beri böylesi bir mücadeleyi aksatmadan vermiştir. İnsanın zihinsel ve pratik birikimlerine baktığımızda bunu görmek çok kolaydır. İnsan birçok temel özelliklere sahip olmakla birlikte, temel karakterlerinden biri de kendisi ve toplumu için sanat üretme yeteneğidir. İnsan böylece de -yani sanatsal üretim gücü sayesinde- hem toplumsal bir varlık olma özelliğini koruyor hem de toplumun düşünsel, duygusal ve entelektüel düzeyinin estetsize olmasını sağlayan unsurlar sağlıyor.Toplum ve bireyler bu tür bir birikimden kolayca etkilenir ve kendisi için fayda sağlamaya çalışır. Sanatla bezenen birey ve toplumlar hayatı daha kolay anlama şansına sahip olurlar ama tabii ki şansına!..Bu konuda kişi olarak edindiğim duygu ve düşüncelerimi önemsiyorum zira ciddi tecrübelere dayanıyorlar. Ontolojiktir. Bu konuya da Lice’de yaşadığım çok kısa bir çocukluğu harç olarak kullanırsam şaşırmayacağım. Lütfen şaşırmayalım!Lice bir kaçakçı yurduydu o zamanlar. Evimiz neredeyse Lice’nin çıkış noktalarında kocaman nar bahçelerinin içindeydi, yanı başımızda dağdan gelen suyla dolan kocaman bir havuz. Havuzdan sürekli taşan su, bahçelerin içinden akarak zamanla kendince sürüklediği kumdan çakıldan öylesine bir yol oluşturmuştu. Liceli erkekler at sırtında kaçağa (Suriye, Irak) giderlerdi o zamanlar. Sanırım yaz kış demeden ihtiyaç halinde kafileler oluşturup binerlerdi atlara… Artık ölüm dâhil kısmet ne ise!İşte, o kaçakçılar gecenin köründe bizim evin önünden, o bahçelerin içinden ve o taşlı çakıllı sahte yoldan atlarıyla geceye ve herkese “işte gidiyoruz” sesi bırakırlardı… Nal seslerinin ve insan sessizliğinin ardında o kadar derin bir merak, heyecan ve korku bırakıldığını yaşamak, rahat bir şey olmasa gerek. O gidişleri baştan sona karanlık bir odadan, nefesini tutarak bir perde arkasından bir çocuk olarak izlemek… Her şeyi emanet bırakan o gidişler ay ışığının altında içime sıralı mezarlar gibi derinden yaralar açıyordu ne onlarla gitmek ne de onları bırakmak istemiyordum.Başta kendim olarak hiçbir şeye güç getiremeyeceğim duygusu öyle bir işliyordu ki içime, onların dönüşünü beklemek ile içimdeki kazılı mezarların teker teker kapanacağını, içimdeki yaraların iyileşeceğini düşünüyordum. Hiçbir kaçakçı kafilesi eksiksiz dönmezdi Lice’ye… Dönüşlerden önce kara haberler ulaşırdı memlekete… Sonrası feryat figan, daha sonrası ağıtlar yerini nehirlerden, mayınlı tarlalardan, jandarma ile çatışmalardan ve Peşmerge dayanışmalardan derlenen anı hikâyeler… Atların ve insanların kucak kucağa ölümleri öyle bir güzelce, yiğitçe anlatılırdı ki Lice’nin tek çarşısında…Evlerin odaları, avluları, ev damları derinden iç çekmelerle inliyor gibiydi.Kursağımız dopdoluydu. Kaderimiz öyle kolayca elimizden alınıyordu ki; Sadece ağıtlara yüklenememeliydi anlatmak istediklerimiz.Bütün o acıların içinden sevinçleri ayırmak, sevinçlerin büyüdüğü şiirler, türküler, romanlar, öyküler üretmeden o acıların üstesinden gelmek kolay görünmüyordu… Gücümüzün birçok şeye yeteceğine inanmak istediğim zamanlarda yanı başımda o yerimi göğümü birleştiren Ahmet Arif’in Hasretinden Prangalar Eskittim kitabı elime tutuşturulmuştu. Orta okuldaydım. Kendimi ve başkalarını kendime ve başkalarına anlatmayı seviyordum. Edebiyat hocam bu huyumu fark etmiş olmalıydı ki, o mavi beyaz kitabı bana hediye etti! O gün bugün suratında, yüzünü hep güneşe dönmüş ayçiçeği gibi şark çıbanı taşıyan o amcamızın bütün hasretleriyle hasretleşiyorum. Sonrası Aydın Alp, Adnan Satıcı (toprağı yüreği gibi temiz olsun) İbrahim Malgaç, Muzaffer Kale, Aytekin Karaçoban, Hicri İzgören hocam, Yılmaz Odabaşı, Ahmet Çakmak, İhsan Biçici ağabey (toprağı bol olsun) ve Veysel Öngören baba (toprağı bol olsun) ve şiir edebiyat serüvenimiz, birbirimizsiz yapamadığımız günlerin ne haddi ne de hesabı tutulamazdı.Elbette ki, şiir ve edebiyatın en çok konuşulduğu, tartışıldığı ve üretimlerimizin sıkı sıkıya değerlendirildiği günlerimiz benim için hayati bir anlam ifade ediyordu. Hep beraber çoban ateşleri yakıyorduk. Ayrıca ben gizliden bizimkilerin şiirlerini dünya şiir klasiklerinden bile daha anlamlı ve değerli buluyordum. Çünkü yerinden, yurdundan, kökünden, dalından besleniyordum. Yeryüzü sevda çadırında hiçbir dize, “hasretinden prangalar eskittim’ kadar sabrımı, direncimi bileyemez… Bir tek dize ama bütün şiirler gibi.

İlk şiir kitabının (AşkınMenziline Girerken) yayınlanma sürecini anlatır mısın? Nasıl tepkiler aldın?

İlk kitap ile ilk doğum arasında bir fark var mı bilmiyorum, ancak içimdekilerin bir an önce sahibine ulaşması gerekiyordu. Şiirler birikmişti, her biri bir hikâye, anılar, sırlarla dolu yaşamlar ve onlara sadakatimi paylaşmak için sabırsızlanıyordum. Yıllardır birikmiş yükü boşaltmam gerekiyor gibiydim o süreçte. Ancak böylece bir iyilik yapmış olacaktım kendim(c)e. İlk şiir kitabım ‘Aşkın Menziline Girerken’, Cem Yayınevi tarafından, 1997 yılında yayınlandı… ‘Hasretinden Prangalar Eskittim’ kitabı ile aynı renk kapaklı; mavi ve beyaz! Bu beni çok mutlu eden bir şey olmuştu, sanki bir tılsımı varmış gibi bakıyordum her iki kitaba da! İlk ve ilk! ‘‘Aşkın menziline girerken’’ ilk şiir kitabım olmasına rağmen, çok güzel tepkiler aldım. Duygularım ve düşüncelerim, özlemlerim sanki bir adım ötede cisimleşmiş gibiydi. Öyle kolay anlaşılmıştım ki! Değerli bir arkadaşımız o zaman bir gazete için benimle yaptığı bir söyleşinin başlığını, “Ateşten Peygamberini Arayan Şair’ olarak seçmişti. Bu söyleşi yayınlandığında etrafımdaki herkes ateş kesilmişti sanki. Bu tür sayısız tepki almıştım. Kitap dâhil hepimiz heyecanlanmıştık. O zamanı belki de hiç unutmayacağım.

-Doğduğun coğrafyanın yakıcı realitesi ile yazdığın şiirin nasıl bir ilişkisi oldu? Senin için coğrafya mı yoksa şiir mi kader?

Ülkemiz çok güzel ve neresinden bakarsanız bakın bir güzellik görmek mümkündür. İnsanın mutlu bir hayat sürebilmesi için ihtiyaç olabilecek her şey vardır. Ancak “yakıcı” olarak tanımlanan şeylerin çoğu sıralandığında görürüz ki ülke/coğrafya ile ilgili yakıcı, yıkıcı bir şey yok.İnsanımızın mutluluk, barış, özgürlük, savaş, inanç, adalet, bilgi, sevmek tanımlarında bir uyumsuzluk var. Bu tür kodları taşıyan popülâsyonu hangi coğrafyaya taşırsanız taşıyın yakıcı bir yıkıma uğrar oradaki yaşam, zira insanlarımız yüzyıllardır bir barış ve uyum toplumu oluşturamadı…Kurban toplum, yas toplumu olmaya devam edi(li)yor ve buna kader deni(li)yor. Eğer coğrafya kader olsaydı bizler bu uğursuzluklara asla uğramamalıydık, kaderimiz de coğrafyamız kadar güzel olmalıydı.Ülkemizde insanımızın birbirine çektirdiği acılar hep dehşet vermiştir… Mutlulukların çoğu bir ıslığa kurban edilmiş basit ama zor hallerimiz vardır. Çoğu şeyin, kimsenin muradı alınmamıştır henüz.Bu ıstıraplı yaşam içinde umutta vardır, büyüyen umudun güzellikleri, hayallerimizin gerçekleşeceği günler… İşte şiir bu umudun ateşi olmalıdır. Sönmeyen ateşi. Şiir insanımızın yüreğine sevgiyi, iyiliği, güzelliği, zora dayanmayı zorbalığa karşı koymayı işaret etmelidir. İnsan ne kadar eşitliği, özgürlükleri özlüyorsa şiir bu özlemleri hiç yorulmadan, yılmadan savunmalı, kendisine dert etmelidir.Güzelim ülkemiz de şiirimiz de özlediğimiz gerçek kaderimizin taçlandırılmış halleri olsunlar. Şiir umudumuzun ateşi olsun; sönmesin.

-Coğrafyamızdaki “aydın” ve “sanatçı” titri olan insanları nasıl bir yere koyuyorsun?

Ülkemizde birçok aydınlanmış insanımız var… Hepsinin de ayrı ayrı emekleri var, toplumsal gelişme süreçlerimizde. Sanatçı ve aydınlarımızın çok zor koşullarda kendilerini var ettiklerini, yaşam içindeki yerlerine tutunabildikleri de ayrı bir gerçektir. Bu yoksun koşullarda sanatsal ve entelektüel üretimlerde bulunmanın çok zor olması bir yana, en zor şeyin aydın ve sanatçılarımızın içinde bulundukları kısıtlı koşulları iyileştirecek kurumlaşmalardan mahrum kalmış olmalarıdır.Bu durumda birçok eksiklik ve engel kalıcı hale gelmektedir… Hâlbuki modern toplum ve kesimlerin temel özelliği varlıksal çıkarları doğrultusunda örgütlenme arzu, ihtiyaç ve yetenekleridir. Bu eksiklik aydın ve sanatçılarımızın toplumsal aydınlanmayı ve gelişmeyi sağlayıcı etkilerini de sınırlandırmaktadır.Topluma karşı kendisini sorumlu hissedecek aydın ve sanatçılarımızın etkilerinin sınırlanması durumunda, bilgiyi, sanatı topluma, gerçeğe karşı kullanacak bencil ve sahte bir aydın ve sanatçı nüfus ve nüfuzunun yaygınlaştırılması kolayca mümkündür. Donanımlı aydın ve sanatçı bilinci toplumsal, düşünsel gelişmeyi sağlamalı ve korumalıdır.Unutulmamalıdır ki; henüz evrensel ölçekte bütüncül bir akademisi oluşmamış bir ülkeyiz,dolayısıyla aydınlanmamızın titrlerden çok aydınlarımızın bilgi birikimi ve aydın/lık vicdanına değer verilmelidir. Aydınlarımızın öncülük ettiği yaygın toplumsal, düşünsel bir reforma rastlamak maalesef çok zor. Aydınlanmanın ne için, kim için, neden gerekli olduğu hususunu idrak etmemiş bir aydın görüntüsü var aydınlarımızın davranışlarında. Dağ dağ birikmiş sorunlar içinde yol bulmaya çalışan toplumun gözlerinin içine bakması gereken aydınlarımız, toplumdan kendi ağızlarına bakılmasını üstenci bir mizaçla beklemektedirler. Daha ileri düşünsel ve pratik tutumlara öncülü ortamlar sağlaması gereken aydınlar; edebiyat, şiir, müzik, hikâye, masal gibi sanatsal üretimlerden besleneceklerine bunların gölgesinde kalıyorlar. Bu kendi başına bir rol yitimidir. Aydınlarımızın sıklıkla yaşadıkları aydın romantizmleri ve gerçekleştirmeye takat getiremedikleri yerel evrensel düeti ile lunaparkta kaybolmuş çocukları andıran halleriyle, dünya tecrübeleri ve bilgi birikimlerinin zayıflığı kolayca anlaşılır olmaktadır. Aydınımız otantizmi (kendi değerlerini) küçümsüyor. Bu biraz metaforik oldu ancak gerçekliğimiz de çok farklı değildir. Aydın yaratıcılığının temel yasası gerçek bir eleştiriöz eleştiri mekanizmasının kaygısızca oluşturulması ve yaşama geçirilmesidir. Oysa ki; bizim aydınlarımız da politikacılarımızın ekseriyeti gibi bu prensipten uzaktırlar. Aydınlarımızın çoğu yeni-den düşünsel, aklı kâmil şeyler üreterek, ilerleme sağlamayı esas alma yerine var olanı eleştirmeyi temel alarak bir sığlaşmaya, doğal iklimiyle ilgisi olamayacak kadar uzak referanslar kullanarak bir yabancılaşmaya neden oldukları da gözlenmektedir. Bu durum düşünselfelsefi bir ensest ilişkiyi çağrıştırıyor. Bu bilinçaltı örgüsü hızla katharsize edilmelidir. İyileştirilmelidir. Daha çok iyileşmeliyiz.

-Çok dilli bir şair olarak bu durumun edebi kimliğine nasıl bir yansıması oldu?

Birden çok dil ile konuşmak, yazmak, dinlemek birçok imkân veriyor. Ancak bu birçok koşulda sadece teknik bir imkân olarak el altında kalıyor. Sanırım ben asıl edebi kimliğimi anamdan ve anadilim olan Kürtçenin o derine işleyen etkilerinden almışım. Kürtçe, Türkçe, Almanca, İngilizce konuşurum, yazarım, dinlerim, Farsçayı iyi dinlerim, konuşurum ancak hangi dili konuşursam konuşayım, hemen Kürtçe anlamını soruyor beynim. Bu ciddi bir edebi/ebedi faktör olmalı. Ana dili şairin kendisi, ek diller ise şiirleri olarak tanımlayabilirim. Kaç lisan bilirseniz bilin emin olun ki minik bir şairliğiniz bile varsa; tek insan ve tek dünyasınız.

-Uzun yıllar diasporada (Viyana - İngiltere) yaşadınız… Bu durumun sanat hayatına yansıması nasıl oldu?

Evet, hayatımın çoğu ülke dışında geçti. 14 yıl Viyana, 16 yıl da İngiltere. Ancak kendimi hiç oralarda yaşamış gibi görmüyorum, hissetmiyorum… Kişi olarak çok güzel günler yaşadım, iyi eğitim alma imkânlarım oldu, iyi insanlarla dostluklar edindim, en yüksek düzeyde profesyoneller ile tanıştım ancak çok malum olan bir şey var ki benliğim hep buradaki mahallelerimde yerleşikti. Ve ülke özlemi belki de en çok şiir yazdıran unsur olmuştur.Elbette ki farklı toplumlarda, kültürel ortamlarda yaşamak insanın zihnini açar, tolerans seviyesini artırır, uyum alışkanlıkları sağlar. Bu imkân çok değerlidir. Ancak insan kendi gerçek ülkesinin, kültürel varlığının ve ülkesindeki sorun ve eksikliklerinin farkında ve ilgilisi ise o zaman her şeyi sürekli mukayese eder ve kendisi için rahatsızlık yaratır.İşte bu noktadan sonra ruhsal baskılar ve deformasyonlar başlar. Bu ortamlarda her türlü aktivitenin; sanatsal ve politik dâhil olmak üzere iç dünyanı edilgen kılmaktan başka neye yarayacağını tespit bile etmek zorlaşır. Sanırım bu durumda Meryemxan, Karapetê Xaço, Serhat ve Dersim türkülerini iyi bir ilaç olarak başucumda tutmam işime yaramıştır. Özcesi, diaspora beni ben ile buluşturdu.

-Geleceğe dair planların nelerdir?

Ben hep, geleceğin benimle ilgili planları nelerdir diye sorarım kendime. Yazı çizi anlamında ise; iki şiir dosyam yayın/basıma hazır. Kürt bürokrasisi ve Kürtler arasında iletişim konularını anlamak için uğraşılarım devam ediyor. Özel değer verdiğim iki çalışma olacak bunlar.Ayrıca; Diyarbakır, kent ve kentleşme sorunları ile ilgili de uykularımın kaçtığını belirtmekte fayda görüyorum.

-Son olarak neler söylemek istersin?Teşekkürler Remzi Tanrıverdi.

Ben son olarak söyleyeceğim şeyleri hep önce söylerim…Sevgili Metin Aydın, çok teşekkür ediyorum.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl