Yeniden Romantizm Tartışmalarına Şiir Cephesinden Bakış

Eskiler “şiir yazmak” yerine “şiir söylemek” tabirini kullanırdı. Çünkü onlara göre şiir, yazılan bir şey değil; kimi zaman yüksek sesle, kimi zaman naif bir tonda söylenen, hayata dair bir ifade biçimiydi.

Eleştirel Kültür dergisinin ilk sayısında işlediğimiz “post truth” kavramının yansımasını günümüz şiirinde de görebiliyoruz. Realizm, romantizm, toplumculuk, sürrealizm vb. akımlar arası kıyasıya eleştiri ortamından, bugün gelinen yer absürd bir hal almıştır. Önceki yıllarda bir şair çıkardı, diyelim romantizm akımına mensup olsun, toplumcu gerçekçilerin kıyasıya eleştirilerine rağmen o bir ‘şair’di, bunu rakipleri de kabul ederdi. Aynı şekilde parnasist bir şaire sembolizm akımından bir şair en sert eleştirileri yapabiliyordu ama rakibinin ‘şair’, yazılanın ‘şiir’ olduğu konusunda bir tartışma yoktu. Ancak gelinen noktada kavramlar o denli tepetaklak oldu ve gerçek şiir o denli azaldı ki artık mensup olduğu akıma bile bakmadan şair ve şiir görünce sarılmak istiyoruz.

Bu bir “nerede o eski şiirler” ajitasyonu değildir. Ahmed Kutsi’nin “Yâdının âlemde hoş gölgesini / Elimle bir âma gibi arasam” beyitinden , Kahraman Tazeoğlu’nun çin işkencesi gibi şiirimsilerine nasıl ve hangi ara düştüğümüzün sorgulanmasıdır.

Şiir her şeyden evvel bir “ses” tir. Türk şiiri de bin yıldır süregelen geleneği ile kendine özgü bir “ses”e sahiptir. Şiirini bu sese göre oluşturmayan şairlere bu halk uzaylı gibi bakmıştır ve bakacaktır. Bazı aklıevveller bu dediğimden “aruzla şiir yazmayı savunuyor, ne gerici bir anlayış” anlamı çıkaracaklardır, biliyorum. Bu sebeple söylemek zaruridir; ses dediğimiz unsur şiirin kalıbından, ölçü ya da serbestliğinden bağımsız olarak var olan bir ‘ritm’dir. Yani bunu aruzla yazan Bâki’de kullanır, serbest vezinle yazan Nâzım Hikmet de kullanır çünkü her ikisi de bu toprağın şairidir ve bu sesi bilirler. İyi bir şair olmak, Türk şiirinin ne olduğunu anlamak mı istiyorsun? Aşağıdaki ‘ses’i hatmet, yazarlık/şairlik kurslarına vereceğin para cebinde kalsın:


“Vardım ki yurdumdan ayağ göçürmüş / yavru gitmiş, ıssız kalmış otağı; / camlar şikest olmuş, meyler dökülmüş / sâkiler meclisten çekmiş ayağı -Bayburtlu Zihni-

Nâzım Hikmet şiirinde de bu ses tüm heybetiyle karşımızdadır. Şeyh Bedrettin Destanı’ndan şu bölümü, elinizi masaya ritmle vurarak ve de sözcüklerdeki c ve ç harflerini (ayrıca toprak kelimesini) vurgulu söyleyip, “en” olan kısımlarında da ritmi yükselterek okuyun : “Sıcaktı sıcak / Sapı kanlı, demiri kör bir bıçaktı sıcak / … / Orada en yumuşak, en sert  / en tutumlu, en cömert, en seven, / en büyük, en güzel kadın: toprak / nerdeyse doğuracak / doğuracaktı. “ İşte Türk şiir sesi ve ritm serbest vezinde de karşımıza çıktı…

Romantizmin yeniden yükselişe geçip geçmediğinin tartışıldığı bu günlerde meseleye şiir açısından bakacak olursak, gerçek anlamda romantizmin yükselişinin pek mümkün olmadığı kanaatindeyim. İki açıdan mümkün değildir bu, ilk olarak Romantizm ortaya çıkış itibariyle Klasisizme tepki olarak Fransız İhtilali’nden sonra oluşan özgürlük ortamında gelişen bir akımdır. Kaba bir şekilde söylemek gerekirse biraz “lüks” tür. Türkiye ve dünya genelindeki mevcut siyasi ve ekonomik duruma bakarsak bunun mümkün olamayacağı görülecektir. İkinci ve ilk sebebe bağlı asıl etken ise şiirin toplumdan ve hayattan kopuk bir dal olamayacağı gerçeğidir. Şiirin işlevini gerçekleştirmesi için ortak bilincin ürünü ve bu bilincin iletişim aracı olması ve ona seslenmesi başlıca koşuldur. Şiir fabrika bacalarında tütecek, okul sıralarında dirseğini dayayacak, ölümcül bir hastanın baş ucunda sabahlayacak, sevişenlerin dudaklarında ıslanacak, devrimcinin yüreğinde mayalanıp kavgasında çoğalacak, insan varlığına karşı olan ne varsa ona başkaldıracak! İşte bu yüzden yirminci yüzyılın son yarısında şiir Güney Amerika’da, Güneydoğu Asya’da, Yunanistan, İspanya ve Türkiye’de altın çağını yaşamıştır, çünkü buralarda şiirin acı, umut, başkaldırı ve devrimle, kısacası ‘insan’ ile soylu bağlantıları vardır. Bu ülkelerin ozanları halklarının gözü kulağı ve dilidir1. Yani modern şiirde, romantizm ayrı bir dal olarak düşünülemez. Bu, şiirin tanımına aykırıdır. Romantizm, her şairde bulunması gereken özelliklerden biridir. Öyle bir an gelir ki romantizmin doruklarında şiir yazılır, öyle bir an gelir ki sefaletin, ızdırabın dizeleri dökülür kağıda. Şair budur, toplumdan ve hayattan ayrı düşünülemez. Hayatın içinde ne varsa şiirin konusudur. Aşksa aşk, acıysa acı, savaşsa savaş tüm bunlar şiire dahildir ve gerçek bir şairin bir akımı diğerine tercih etmesi gibi bir durum söz konusu olamaz. Romantizm, toplumculuk, sembolizm, parnasizm vs. akımlar gerçek şairin cephanelerini oluşturur. Biri diğerinden üstün değildir, çünkü hepsi hayata dahildir. Tam burada sözü Nazım Hikmet’e bırakalım: “… İstiyorum ki okuyucum bende yahut bizde, bütün duyguların ifadesini bulabilsin. 1 Mayıs İşçi Bayramı’na dair şiir okumak istediği zaman da bizi okusun, karşılıksız sevdasına dair şiir okumak istediği vakit de bizim kitaplarımızı arasın.” 2

Günümüzde şiir yazdığını iddia eden ve cehaletle paralel şekilde yoğun ilgi gören kişilerin “yüreğimle şiir yazıyorum” savunusunu gördükçe önlenemez bir öfke birikiyor içimde. Şiir ciddi bir uğraştır. Yürek yetmez, heyecan yetmez, tek başına çalışmak da yetmez. Gerçek şairde bu özellikler bütün olarak bulunmalı ve koordineli bir şekilde faaliyete geçmelidir. Bakın Attilâ İlhan ne diyor: “Genç Türk ozanlarının en büyük talihsizliği, coşkularının akıllarını bastırmasıdır. Kimisi içerik yönünden, kimisi biçim yönünden coşkulu. Sanıyorlar ki, ağırlığı bu coşkuya verirlerse, ortaya has bir şiir çıkar. Yanılıyorlar. Şiir, heyecanla aklın dengesini içerir.” 3

Biraz değişik bir örnek olacak ama, şiire Türkiye’deki sol muamelesi yapılması bana akılcı gelmiyor. Ne demek istedim? Nasıl ki Türkiye’de sol kırk parçaya bölünmüşse, şiiri de amip gibi bölünen akımlara ve biçim/içerik kısır döngüsüne hapsetmek şiirin hayatla nasıl bir ilişki içinde bulunduğunu anlamamak demek oluyor. Öyle bir an gelir ki burjuvaziye olan öfken anarşist duygularını harekete geçirir, öyle bir an olur ki sevgilini haşmetli bir kapitalist gibi sahiplenirsin. Tüm bu kavram ve duygular insanın doğasında vardır, önemli olan bunları aklın doğrultusunda uygun yer ve zamanda kullanmaktır.

Ferdinand de Saussure, şu cümlesiyle “Biçim mi önce gelir içerik mi?” saçmalığına noktayı koyarak , sanki “Bu iş burada biter!” demektedir: Dil bir kağıda benzetilebilir. Düşünce kağıdın ön yüzü, ses ise arka yüzüdür. Kağıdın ön yüzünü kestiniz mi, ister istemez arka yüzünü de kesmiş olursunuz. Dilde de durum aynı: Ne ses düşünceden ayrılabilir, ne de düşünce sesten.” 4

Son yıllarda çıkan şiir kitaplarına baktığımda iki soru soruyorum kendime: “Bu şair, şiir yazmasaydı ben ve toplum ne kaybederdik? Bu şiirler hangi edebi genleri taşıyor?” Bu sorular, sorulması elzem sorulardır. Siz de tanık olmuşsunuzdur, eleştiriyorsun, edebi bir argüman ortaya koyuyorsun ama şiir yazdığını iddia eden kişi “Ben postmodern bir şairim, yenilikçiyim, tüm kalıpları yıkıyorum” diye cevap veriyor. Cahilliğini böyle kamufle ettiğini sanan bu zavallıların durumu içler acısıdır. Bir şeyi yıkmak istiyorsan önce o şey hakkında bilgi sahibi olacaksın. Kendilerine şair/yazar diyen ve sosyal medyada binlerce beğeni alınca iyice havalanan bu insanlar, çapkınlık ve dedikodudan başka bir şeyin konuşulmadığı vıcık vıcık ortamlarda toplanarak edebiyat yaptıklarını sanıyorlar. Temel niyetleri eser ortaya koymak değil isimlerinin önündeki sıfattır. Geçenlerde sosyal medyada, sanıyorum basın özgürlüğü konusunda, bahsettiğim bu edebiyatçı takımı sözümona imza kampanyası düzenledi. Akademisyen ve sanatçıların imzaladığı listeyi, herkes ismini alfabetik sıraya göre ekleyerek hesabından paylaşacaktı. Kampanya buydu. Ancak gelin görün ki bu takımın büyük (!) edebiyatçıları, moderatörlerin ‘alfabetik sıraya uyun’ uyarılarını hiçe sayarak listeyi en üste kendi isimlerini ve sıfatlarını yazarak paylaştılar. Çünkü isim ve sıfatlarının görülmesi onlar için birinci önceliktir. Tüm uğraşın sebebi budur.

Şair, ilk çağlardan bu güne süregelen birikimin temsilcisidir. Gen taşır; hem içinde yaşadığı kültürel birikimin genleri, hem de evrensel kültür genleri onun şiirinde öyle ya da bu şekilde bulunmak durumundadır. Aksi halde yazdığı şeyler şiir olarak doğmamıştır ve var olmayacaktır. “Şiire inanmak, Homeros ile Mallarme arasında, her şeye karşın ortak bir şeylerin bulunduğunu düşünmektir” diyerek Roger Caillois de 1958 yılında yazdığı o müthiş “Tresor de la Poesie Universelle” adlı ortak eserinin önsözünde bunu dile getirmiştir. Bu doğrultuda, gerçek şiiri günümüz şiirimsilerinden ayırabilmek için Ahmet Hamdi Tanpınar’a da kulak vermek gerekiyor:

Bir şiir gerçekten şiir mi? Gündelik hayatta kullandığımız sözü, saf bir sanat malzemesi haline getirmiş mi? Ondan ayrı bir teşekkül yaratmış mı? Bu şekil, tekamül zincirinde yeni bir halka mıdır? Bize bir ufuk açıyor mu? O şair gelmeseydi cemiyetimizde bir şeyler eksik olur muydu? Peyzajımızı, insanımızı, tarihimizi, kendi kalbimizi ondan sonra tanıdığımız gibi tanır mıydık? Aşk, ölüm, hayat, vatan gibi büyük mefhumlar, hayatın etrafında döndüğü mihverler onun gelişiyle manalarını değiştirdi mi?” 5

Şiirin ne olduğunu anlatan hoş bir öykü ile bitirelim: “New York’un Brooklyn köprüsünde dilenen bir görme engelli varmış. Köprüden gelip geçenlerden biri adamcağıza günlük kazancının ne kadar olduğunu sormuş. Dilenci iki dolara zar zor ulaştığını söylemiş. Yabancı bunun üzerine dilencinin göğsünde taşıdığı ve görme engelini belirten tabelayı almış, tersine çevirip üzerine bir şeyler yazdıktan sonra dilencinin boynuna asmış ve şöyle demiş: ‘Tabelaya gelirinizi arttıracak bir şey yazdım. Bir ay sonra uğradığımda bana sonucu söylersiniz.’ Dediği gibi bir ay sonra gelmiş: ‘Bayım size nasıl teşekkür etsem azdır, şimdi günde on – on beş dolar kazanıyorum. Olağanüstü bir şey! Tabelaya ne yazdınız da bu kadar sadaka vermelerini sağladınız? ‘ Çok basit diye yanıtlamış adam, tabelanızda ‘doğuştan kör’ yazıyordu, onun yerine ‘Bahar geliyor ama ben göremeyeceğim’ yazdım… “

Şiir böyle bir şeydir.

1 “Şiir ve Gerçeklik” , Özdemir İnce, Broy Yayınları, sf.186, Şubat 1985

2 “Nazım Hikmet Kendi Şiirini Anlatıyor – Konuşmalar” Babayef , sf.180 – 186 , Cumhuriyet Yayınları)

3 “Elde Var Hüzün” Attilâ İlhan, sf.104, Bilgi Yayınevi , Ankara 1984

4 “Genel Dilbilim Dersleri 1” Ferdinand de Saussure sf.105, TDK Yayınları, Ankara, 1980

5 Ahmet Hamdi Tanpınar, Cumhuriyet Gazetesi, nr.8377, 12 Aralık 1947

Çizer: Serdar Ünal

TEILEN
Önceki İçerikDörtlerin Nevruz Ateşi
Sonraki İçerikDenizkızı Sizi Çağırırsa
1986 doğumlu. Üniversite yıllarına kadar İzmir'de sürdürdüğü öğretim hayatını İstanbul Üniversitesi'nde tamamladı. Odatv, Yurt Gazetesi Kitap Eki, Red Dergisi, Düşeyazanlar Dergisi, Balkan Aydınları Dergisi gibi mecralarda dönem dönem yazıları yayımlandı. Taksim Dayanışması içerisinde aktif olarak çalışmalar yürütmektedir. "Allahını Seven Defansa Gelsin" isminde bir kitabı bulunuyor.