Nemrut ve sinek kıssasını ilk duyduğumda sanırım ortaokuldaydım. 11-12 yaşındayken kendini Tanrı ilan eder bir adamın, burnundan girip beynine doğru ilerleyen bir sinek yüzünden kafasını duvarlara vura vura öldüğünü anlatan bu mesel beni derinden etkilemişti. Sinekleri “avlayıp” küçük şekerleme paketlerinin içine hapsederek gözlemleyen bir çocuk için (sanırım bunu yapmayan çocuk azdır) sineklerin korkunç bir varlık olduğunu söyleyebilirim. Ellerini birbirine sürterek sinsi planlar yapan bu koca kırmızı gözlü uçan böceklerin kötücül bir dünyanın alametleri olarak tepemizde dolaştıklarına inandığımız çocukluktan itibaren boyutları ve buna ters orantılı güçleriyle insanların toplumsal yaşamları üzerine “iyi bir metafor” olmanın çok ötesinde varlıklardır sinekler. 

Nitekim Augusto Monterroso’nun yakın zamanda VakıfBank Kültür Yayınlarından çıkan kitabı Devridaim’in etkileyici kapağını görünce bu düşüncelerin aklıma “üşüşmesi” kaçınılmazdı: Monterroso’nun kitapta belirttiği gibi, “Sinek bütün edebiyatı istila eder. (…) Gerçek bir yazar olup da yeri geldiğinde ona bir şiir, bir sayfa, bir paragraf, bir satır adamamış yoktur.” Kendimi “gerçek bir yazar” olarak görüyor değilim, yanlış anlaşılmasın. Kastettiğim, edebiyatla öyle ya da böyle iç içe olan herhangi birinin “sineğe değmeden” yaşamasının mümkün olmadığını söyleyen bu Latin Amerikalı yazarın ne kadar haklı olduğu.

Monterroso, bu “küçük” kitapta edebiyat, aşk, felsefe ve ölüm vadilerini, bir sineğin kanatları üzerinde dolaşıyor. Kitabı okurken ister istemez boyutlarımı algılayışım değişti diyebilirim. “Olduğum gibi” başladığım kitabın ilk sayfasında bir anda küçüldüm ve çocukluğumdaki gibi, dünyanın azameti karşısında bir acizlik ve aynı zamanda merak duygusuyla doldum. Bunda şüphesiz Latin Amerika’nın “Beyaz Kuzey” karşısındaki konumunun, Türkiye’nin oyulmaktan cerahat tutmuş yarası “Batı” karşısındakine benzerliği ve Honduras-Guatemalalı yazarın cümlelerinde kendi kayıp hikâyemizi bulmamın etkisi büyüktü. Sayfaları çevirdikçe edebiyatın ve felsefenin nasıl olup da bu “küçücük” cüsselerimizin içinde başka alemler ortaya çıkarabildiğini tek bir cümle, hatta bazen tek bir kelimeyle ortaya serme kabiliyeti gösteren Monterroso’yla birlikte devleştiğimi hissettim. İnsanın kanını emen, rahatını bozan, tenini yakan iki “zararlı”nın; aşk ve ölümün, kurulan her cümleyle ve o cümlelerin sonuna konan her noktayla nasıl da duvara yapışıp kaldığını ve insana yeniden kendi kudretini zerk ettiğini gördüm. Kitabın sonuna geldiğimde devridaimimi tamamlamıştım: “olduğum kadar”dım ama asla başladığımda “olduğum gibi” değildim.

Kitap, bir “denemeler toplamı” yahut hikâye kitabı değil. Açıkçası hangi türe koyabiliriz, bundan çok da emin değilim. Edebiyat ve türler üzerine yapılan teorik tartışmaları zorlayacak bir yapısı var. Ama şunu söyleyebilirim ki bu kitap kesinlikle edebi bir eser. Yazarlık, yazmak, hikâye kurmak, “şiir söylemek” gibi edebiyata dair gibi görünen meseleleri yaşama felsefeyle bağlayan; metinlerarasılığı, “postmodern bir intihal yöntemi” olmaktan öteye taşıyan bir eser. Sanıyorum orijinal dilinde okuyabilmek çok daha başka hazlar verebilirdi, ama çevirisiyle de yazarın sesini duyuran bir kitap.

Yazının başında bahsettiğim Nemrut ve sinek kıssasındaki sinek gibi; her cümle, yazarın beynine doğru ufak bir adım sanki. Dağınık, karmaşık, sonuna gelmeden tamamı anlaşılamayacak ağlar bütünü diyebilirim. Yahut yazarın, “Tanrı henüz dünyayı yaratmadı; onu uykudaki gibi hayal ediyor sadece. Dünya bu yüzden mükemmel ama karman çormandır” ifadelerindeki gibi, bir Tanrının hayalleri olarak da okuyabilirsiniz.

Birçok mizah eseri dışında, insanın yaptığı her şey gülünçtür ve mizah içerir” diyen Monterroso, kısa yazmanın zorluğundan da bahsediyor. Sanırım en çok, insanın gülünçlüğünü aktaracak denli yetkin bir mizahı, bu kadar küçük bir kitaba sığdırabilmesine hayran kaldım. Tıpkı “neyin intikamını aldığı muamma” olan bir sinek gibi okuyucunun başında dolanıyor, rahatını kaçırıyor, “kaşınması en zor” yerini bulup zehrini akıtıyor ve sonunda ellerini ovuşturarak gülüyor. Size de bu gülüşün karşısında şapka çıkartıp bıraktığı rahatsızlıkla bir süre kendinizi sorgulamak dışında yapacak pek bir şey kalmıyor.

TEILEN
Önceki İçerikRobinson Crusoe’dan Albert Camus’nün Yabancı’sına insanlık miti
Sonraki İçerikORHAN VELİ ŞİİRİNDE TOPLUMCULUK
"1990 İstanbul doğumlu. Bahçeşehir Üniversitesi Halkla İlişkiler lisans eğitiminin ardından Galatasaray Üniversitesi'nde Medya ve İletişim Çalışmaları yüksek lisansını, Türkiye'de Muhafazakâr Kadınların Siyasal Hareketliliği üzerine yazdığı tezle tamamladı. Site editörlüğü, kurumsal dergi editörlüğü yaptı. Şu anda Yıldız Teknik Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Ana Bilimdalı'nda, popüler muhafazakâr romanlarda toplumsal cinsiyet üzerine doktora tezini yazıyor. Feminizm, muhafazakârlık, popüler kültür ve edebiyatla ilgileniyor."