Ana Sayfa Kritik Sinemada Görüntü Çemberi: GÖRSELLİĞİN ANLAMLI YÜZÜ   

Sinemada Görüntü Çemberi: GÖRSELLİĞİN ANLAMLI YÜZÜ   

Sinemada Görüntü Çemberi: GÖRSELLİĞİN ANLAMLI YÜZÜ   

Sinemayı sanat yapan elemanlar çeşitlidir ve birbirini destekleyen estetik/felsefi alanlar, sonunda bir araya gelerek yedinci sanat denen mucizeyi oluştururlar. Dilsel, teatral, fonetik ve de resimsel olanaklar sinemada var olurken, özellikle resimselliğin burada  önemliliği ve değerliliği söz konusudur. Sinemayla fotoğraf arasındaki ilişki sanıldığı gibi, resim-sinema ilişkisinden daha önemli değildir; çünkü bir anlamda fotoğraf da resim sanatından çok şey alır. Akira Kurosawa‘nın teknik olanaksızlıklara rağmen, “Rashomonda, “Seven Samurai”da başardığı görsel ustalık, aslında onun resim bilgisinden kaynaklanmaktadır. “Dreams” ise bir başka büyüdür bu dev sanatçının elinden çıkan. Türk sineması ise görsellik konusunda problemlidir, çünkü düzgün bir sanat yönetimi, biçimsel-renksel bir ‘kostüm ve çevre dizaynı’ söz konusu değildir bizde.

Plastik gerçeklik aslında büyük yönetmenlerin elinde üst yapı kurgusu oluşturmakta eşsizdir; örneğin bir Rob Marshall müzikali olan “Nine”da, ‘mekan düzenleme sanatlarına’ göndermeler yapan görkemli bir görsellik söz konusudur. Özellikle müzikal sahnelerde, kamera açıları ve de vizör bu çok elemanlı düzeni görüntülerken, kavramsal yapıya uygun bir görüntü sunar bize. Renk, denge ve biçimsel bütünlük bu filmde plastik bir yapı içermektedir. Aynı yönetmenin “Chicago” filminde de aynı görkemli görsellik söz konusudur yine. Adeta bir “Land Art” yapısından hareketle başlayan, sonrasında ise tüm galeriyi birbiriyle ilişkili kavramsal işlerle donatmaya kadar uzanan çalışmaların örneklerini biz Rob Marshall filmlerinde sık sık görürüz. Buradaki olay plastiktir tabii ki, ama içerik olarak da farklı anlamlar sunar izleyiciye. “Black Swan”, Darren Aronofsky‘nin çektiği, bir bale gösterisinin hazırlıkları ve sahnelenmesi sırasındaki gelgitlerin psikolojik açıklaması üzerine kurulu bir film. Natalie Portman‘ın, oscar kazandığı bu filmdeki görsellik d, elemanları satranç taşı gibi kullanan bir yönetmenin yine görsel bir çabasıdır. Kamera açılarını ayarlama  ve kamera kullanma tarzı da yine aynı dengeyi gerçekleştirme çabasının bir sonucudur. Yeni dönemin çalışmalarından örnekleyebileceğimiz, Leos Carax imzalı çalışma ise yönetmenin ” Les Amants du Pont-Neuf” ve “Pola X” filminden sonra çektiği felsefi bir filmi olan “Holy Motors”. Bu filmin yapısı, plastik sanatlar alanında dışa vurumcu-kavramsal anlatım diliyle örtüşür.

Görüntülerde melankolinin, şiddetin, hatta popun renkleriyle karşılaşırsınız. Filmin can alıcı sahnesinde; metruk bir binada karşılaşan iki eski sevgilinin buluşmadaki “son yirmi dakikalarının” anlatımı-görüntülenmesi esnasında, alt ve üst mekanlardan yayılan ve sarı-kahverengi ışıkla aydınlanan tiz karanlıktan biz resimsel şeyler çıkarabiliriz. Elbette bu renklerle kontrast yapan dehşet verici görüntüler de vardır filmin bu sahnesinde. Ancak daha da can alıcı olan şey burada görsel olana eklenen fonetik bir yapıdır. Filme son dakikada giren ünlü şarkıcı Kylie Minogue (bu rol için daha önce Juliette Binoche düşünülmüş), bu sahnede dünyaya, ‘felsefi düşlere’ ve kendisine soru soran bir şarkı ile çıkar ortaya; “Who Were We”:

“kimdik biz önceleri
ve kim olabilirdik şimdi
bir şeyleri farklı yapsaydık eğer”

Gelin de bu görkemli müziği, çağın plastik ögelerine eklemeyin! Çağdaki bunca değişime rağmen, lekeci, renkçi, empresyonist, hatta naif resimlere övgü dizmeye devam edenlerin, ‘fonetik dünyası’ anlamdan uzak kişiliklerin kavrayabileceği bir şey değil bu. Ödüllerle, “ilişkilerle” egomuzu ve çevremizi şenlendirelim;  ancak teknoloji, sosyolojik yapı dünyayı değiştirdi ise, “sanat buna kayıtsız kalamaz”; bunu söylüyoruz sürekli olarak; zaten verdiğimiz bu örnekler de bu görüşleri destekliyor.

Görsel açıdan büyüleyici bir yapıt da Takeshi Kitano‘nun “Dolls” filmi. Kitano, özellikle Akira Kurosawa‘daki görselliğin yolunu izlediğini söylüyor sürekli olarak. Zaten filmlerinde de bu etki apaçık görülüyor. “Dolls”taki içerik ne kadar iç yakıcı bir şiirsellik içeriyorsa da, görselliği de dikkat çeken bir filmle karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz bu filmi izlerken. Özellikle iki meczup aşığın dağ, tepe, düz, yokuş demeden zorlu bir yürüyüşe çıktığı bir ortamda, aniden yaz mevsiminden kışa doğru keskin bir geçiş sağlandığı sahneye, kuruyan yapraklar/ yemyeşil topraklar imgesine dikkat! İyi bir sinema ürününü izlerken birinci sınıf bir görselliğe tanık olmak da doğrusu büyüleyici bir etki bırakıyor insanda.

“Carole”, “Danimarkalı Kız”, “Güneş Çarpması” gibi filmler de sinemasal değerlerinin yanında derin anlamlı plastik görsellik ögeleri de taşıyan filmler. Zaten sanat yönetmeninin görevi de kanımca, bu plastik dengeyi sinemaya uygulamak olmalı. “Güneş Çarpması/ Sunstroke” (Nikina Mihalkov- 2014) fazla özel bir film. Yani anlatım dili felsefi bir sanat biçimi içeriyor. Kafka‘nın, Sylvia Plath‘ın dili; Belki Thornton Wilder… Resimde karşılığı biraz  Marc Chagall  biraz da ‘yeni kavramsallık’ olan bir anlatım şekli. Sovyetlerdeki iç savaş döneminde, hem olayların tarihsel yapısını, hem de belli bir şiirselliği içine alan iddialı bir film. Mavi tül bir kadın şalının birbirine bağladığı sahneler… Savaş, yara, ölüm: ama onun içinde de büyülü bir aşk. Mavi tül sürekli olarak sahneleri birbirine bağlıyor, geniş odaklı kompozisyonlar biçim ve renklerle inanılmaz bir biçimsel gösteri sunuyor. Bütün bu örneklerde görülen en önemli şey, sinema karesindeki resimsel bütünlük. Bazen de bu olay, insanları ve diğer objeleri, yine bir satranç karesinde, bir arazi sanatı bütünselliğinde kullanmak şekline bürünebiliyor; örneğin diğer yazılarımda sözünü ettiğim “Last year at Marienbad” filminde Alain Resnais‘nin yaptığı gibi…

Cate Blanchett ‘in baş rol oynadığı “Carol” ise, aynen yansıttığı 1960’lara göndermeler yapan klasik ve puslu kamerasıyla, bir anlamda romantik görüntüler sunuyor bize. Ama aynı Blanchett‘in, düşünsel-kavramsal sanat/hayat yapısını irdeleyip allak bullak ettiği “Manifesto” filmindeki ‘rolden role girme yeteneği’ doğrusu izleyicide biraz şaşkınlık ve olağanüstü hayranlık uyandırırken; filmin sosyolojik-felsefi-ideolojik bir üçgende dünyaya sorduğu felsefi sorular ilgi çekici. Biz sinemayı ülke olarak plastik bir şey olarak algılayamadık. Bu yüzden bizim sinemada “Sevmek Zamanı”, “Gizli Yüz”, “Dolunay” gibi etkili filmler bir yana bırakılırsa, resimsel ve fotografik görsellik pek bulunmaz.

Biz sinemayı salt hikaye anlatmak olarak yorumlarken, sinema karesindeki görselliği ihmal ettik, tabii ki bilgisel eksiklikler nedeniyle. Ancak çağın sinemasının büyük isimleri, (yine tekrar edelim) yetmiş yıl önceki Akira Kurosawa büyüsü Rashomon’da olduğu gibi, resim ve üç boyutlu sanatların görsel etkilerini anlatım dillerine eklemeyi ihmal etmiyorlar. Bu da çok gerekli ve değerli bir şey. Çünkü yaptığınız şey görsellik içeriyorsa, plastik ve renksel olay mutlaka onun içinde bulunmak zorunda. Modern sinema, resim sanatından ve diğer plastik alanlardan çok şey alıyor ve bunu vurucu bir biçimde yorumluyor. Görsel sanatların birbiriyle ilişkisi de doğrusu ihmal edilemez bir bütünsellik ile ilgili bir şey. Bütün sanatların birbirinden bir şeyler alması da ‘modern düşünüyorsak’ kaçınılmaz bir şey.

 

 

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl