Ana Sayfa Kritik Solcu Nietzsche

Solcu Nietzsche

Solcu Nietzsche

Hakikat arayışı söz konusu olduğunda, Foucault dışında, Nietzsche gibi sofistike bir akıl yürütme tarzını teşvik eden çok az filozof vardı.

Güç ve bilgi arasındaki ilişkinin Foucault’çu analizi, Nietzsche’nin felsefi soykütüğüne dayanmakla birlikte, bana kalırsa, Foucault, Deleuze ve müritleri, Nietzsche’nin savlarını ters yüz eden bir yanlış anlama pahasına, onu çarpıtarak yorumladılar.

Nietzsche’nin güç istencinin iki karakterizasyonu arasındaki tereddüde açıklık kazandırmak için, önce güç istencini metamorfik bir etkinlik olarak görüp, her şeyin oluş ve yaratılış olduğunu vurgulayan Herakleitos’çu savın yandaşı Sol okuyucunun algılarını mercek altına almak gerekiyor.

Sol kanat Nietzsche’cilerin kültürel elitizminin, yıkıcı sayılan epistemik bir yapısalcılık biçimine kolay bir şekilde eklemlenmesinden sonra, Nietzsche’ci perspektifi, iktidarın bir yan öğesi olacağı gerekçesiyle, hakikatin varlığını inkâr etmek için bir bahane olarak kullanan düşünürler epey çoğaldı.

Oysa, Nietzsche’nin hakiki olan ile verili olan arasındaki kafa karışıklığını ortadan kaldırmaya yönelik çabalarını görmezden gelmemek gerekiyor.

Nietzsche, hakikatin sanatsal-tiyatral etkisi ile hakikatin kendisi arasındaki ayrıma dikkat çeken Wagner eleştirisinde, besteciyi kendi idealinin komedyeni biri olarak tanımladı. Hatta daha ileri giderek, Wagner’in dünyevi bir histrionik kişilik bozukluğuna yakalandığını ve bunun filozof ve besteci arasındaki kopuşu kristalize eden bir yabancılaşmaya yol açtığını ileri sürdü.

Bence de, Wagner’de başlangıçta gözlenen, sokulgan, agresif sosyalliğin atalet güçleri, giderek zamanla gevşeme üretmeye başladılar.

Sosyalleşmenin atalet güçlerinin gevşeme yarattığı kavşakta, gerçek filozof, özgün bir birey olmak için cesurca toplanan bir hakikat dehaları nebulasına kendini teslim eden kişiydi.

Bir adım daha ileri gidersek, Nietzsche’nin hakikat sonrası dönemin (post-truth era) öncüsü olduğunu söyleyebiliriz.

Hakikat fikrine yönelttiği radikal eleştiriyi formüle ettikten sonra, bence, Wagner ile Nietzsche arasındaki “suç ortaklığını” bozguna uğratmış olmuyoruz.

Hakikat talebi Nietzsche’ci perspektifin tam merkezinde bulunan bir talep ola geldi. Benim için bu perspektif her zaman, sol ya da sağ olmalarına bakmaksızın, hakikat talebinden ortaya çıkan demokratik etiği savunmanın bir postulatı oldu.

Nietzsche, kız kardeşine yazdığı mektubunda, “Hakikate hizmet, mutluluktan fedakârlık yapılmasını gerektirir.” derken, bilgiye ve hakikate duyduğu tutkuya atıfta bulunuyordu.

Bu tutum, herhangi bir türde bir bilginin ve hakikatin olamayacağı gerçeği ile, bir bakış açısına bağlı olmaksızın hiçbir bilginin ve hakikatin olamayacağı savları arasında ince bir denge kurmaya çalışan bir düşünürün, hakikat ipi üstündeki cambazlığını ele veriyordu.

Oldum olası Nietzsche’nin, insanları, demokrasiyi, ilerlemeyi, mutluluğu ve bunlarla bağlantılı fenomenleri küçümsediği ileri sürüldü.

Nietzsche, çoğulcu demokrasiye karşı aldığı tutum nedeniyle, Platon’un “seçkinler devletini” bir siyasal program olarak görenlere gösterilen tepkiden çok daha fazlasına maruz kaldı.

Onun ortalama ya da vasat insana karşı olan katı tutumları, “Üst-İnsan” da saklı derin kültürel hümanizmin görmezden gelinmesine yol açtı.

Vasatın ya da sıradanlığın tiranlığına yönelik eleştirisinde, olası bir Tocquevillie’yan soyuna meydan okuyan bir yaklaşım gözlendi.

Nietzsche’nin, politik solun temel değerlerinden nefret etmesi ve ilerlemeci fetişizme itirazı, gerici filozoflar “kara listesi” ne alınmasına sebep oldu.

Nietzsche’nin 19. yüzyıl gerici düşüncesinin tipik temsil matrislerini örnekleyen bir filozof olduğunu iddia etmek, kendi siyasi düşünce kategorilerini, periferide felsefi bir huyun ürünü olarak görenin ve bu önermeden yola çıkarak aynı önermeyi kanıtlamaya çalışanın kısır döngüsü olarak okumak gerekiyor.

Nietzsche’ci güç soy kütüğünü gerçeğin nominalist bir indirgemesine asimile edenler, etiğin düşünsel soy kütüğünü basit bir iktidar eleştirisine indirgiyorlar.

Ancak, bu temin edici okuma, ürettiği basitleştirmenin etkisiyle geriye dönük olarak çekici görünse de, yorumlayıcı hayırseverlikten hermenötik olarak yoksun kalıyor.

Bana kalırsa, Nietzsche’ci perspektifte, insanlık tarihindeki evrensel değerlere atıfta bulunan, varoluşsal anlamın kodlarını çözmeye yönelik bir “masumiyet hermenötiği” bulunuyor.

Ancak, masumiyet hermenötiğine meydan okumak, meseleye bağlamsal anlaşılırlık kazandıra dursun, sorunlu önyargı oluşturan bir seviyelendirme pahasına, nüansta anlam kaybına neden oluyor.

Nietzsche’nin kavrayışı, beni, Losurdo’nun, soteriolojik (değişik dinsel öğretileri anlama bilimi) hermenötik ile sözde tarihsel hermenötik arasında dayatmaya çalıştığı ikili karşıtlığı gözden geçirmeye yönlendirdi.

Nietzsche, tebaa olmayı ya da boyun eğmeyi herhangi bir sosyal veya politik ontolojinin yapısal bir gerekliliği olarak gördü.

Komün deneyimindeki yıkımın tanığı olmak, onun sosyalist ve anarşist iktidar deneyimleri eleştirilerine keskinlik kazandırdı.

Bu eleştirilerin ışığında, Sol cenahın okuru, Nietzsche’nin bakış açısında tipik bir nihilistin tutumlarını gördü. Sol cenahta, filolojik bir kanıtlama ihtiyacından çok, argümanların ve alıntıların yığılımından oluşan ve Nietzsche’yi gerici düşünürler kümesine bağlamayı amaçlayan art niyetli bir okuma gözlemlendi.

Böyle bir okuma, kontekstüel erk ilişkilerini göz ardı ederken, Nietzsche’ ci güç istenci fikrinin özgüllüğünü gerici soydaşlığı içinde çözmeye çalıştı.

Oysa Nietzsche’nin sözde gerici retoriğinin kaynaklarında yeni bir Callicles gözlemlenir. Aristokrat ahlakın savunucusu, bu antik sosyal Darwin’ist, kim bilir belki de Nietzsche’ye esin kaynağı oldu.

Nietzsche’nin siyasi kampını değiştirip silahını Sağcı kampa vermesini sağlamak, felsefi olarak daha inandırıcı bir çözüm sunmuyor. Aksine, önümüze, herhangi bir iktidar şeklinin icra edilmesine karşı çıkan, filolojik ve felsefi olarak aşılması imkânsız bir duvar örüyor.

Oysa Nietzsche, köleliğin ne olduğu konusuna açıklık getirmek için elimize çok önemli felsefi silahlar veriyor.

Temel hedef (…) tüm kölelik biçimlerinin ortadan kalkacağı bir toplum yaratmak değil, mevcut duruma uygun, yeni kölelik biçimini yaratmaktır. Temel hedef, yaşam gücü istenci uğruna güçlüyü mümkün olduğunca daha güçlü kılıp, zayıfların yaşama dair iddialarını mümkün olduğunca sınırlamak olmalıdır.” Hümanist Sol ezberden bakınca, ne korkunç bir sav değil mi?

Nietzsche, sahte sosyal Darwin’ci retoriğin bariz aşırılığının ötesinde, zayıfların ve başarısızların yok olması gerektiğini yazdığında, onun kültür felsefesinin ilkeleri, hiç kimseye hiçbir şekilde bir çeşit etnokırım için politik bir reçete sunmadı.

Nietzsche’nin kendini, ilham alınmış bir dahi olarak görmesi, kimi düşünürlerce sık sık geçirdiği narsist bir nöbetlerden biri olarak yorumlandı.

Dönemindeki politik konteksti içinde, Nietzsche’nin narsist Üst-İnsanı Baudelaire’in aristokrat züppeliğiyle yer değiştirdi.

Nietzsche’nin Üst-İnsanı, kendini beğenmiş bir doxa’dan, a fortiori (aşırı, daha da fazlası) bir ideolojiden veya aşırı bir kibirden kaynaklanan bir inancın ateşi altında konuştu. Bu bakımdan, sanki yeterince politize olmuş bir protagonist olarak karşımıza çıktı. Ancak o, tamamıyla politik bir protagonist olmaktan çok, tamamıyla kültürel bir kategoriydi.

Başka bir açıdan bakıldığında Nietzsche, sadece politik değil, “çok politik” bir düşünürdü. Eşitlikçilik karşıtı tutumları, onu, Rousseau’nun değil de, Voltaire’in yanında, Devrim’e yokuş yukarı akışı körükleyen düşünürler grubuna dahil etti.

Diğer yandan Hippolyte Taine gibi karşı-devrimcilerin safında yer alması, onun, solcu değerleri hor gören, John Stuart Mill misali hedonist ilericiler gibi, ne pahasına olursa olsun mutlu olmayı, “Son-İnsan” a inceden inceye empoze eden bir filozof olarak algılanmasına yol açtı.

Oysa buradaki hedonizm başta, yalnızca oluşun ya da bir şeye dönüşmenin Dionysos’çu masumiyeti sorunuydu. Sonra bu masumiyet giderek saf barbarlık halini almaya başladı. Çünkü, Nietzsche’ye göre kültür, Dionysos’u, ancak ona biçim veren Apollon’ cu çileciliğin yüceltme güçlerine tabi kılmakla var olan bir şeydi. Aşırı bir savla, Dionysos’un şiddeti, yalnızca Apollon’un rehberliğinde geçerli bir kültürel sonuca sahip oluyordu.

Kıta Avrupa’sında savaşlar ve devrimler yorgunu Son-İnsan bu hedonist okumayı kolaylıkla satın aldı.

İşte ancak bu okumaların ışığında, Nietzsche’nin 1960’lar ve 1970’ler Fransa’sın da maruz kaldığı tefsiri bükülmeyi açıklamak mümkün olabiliyor. Çünkü, o zamanın entelektüel solu, Nietzsche’nin seçkinciliği ve aristokratizmi tarafından baştan çıkarılma tehlikesiyle karşı karşıya bulunuyordu.

Zamanın avangart kültürel söyleminde baskın olan ve tarihsel ve kültürel göreciliğin savunucularına ekmek yedirten bu görüşler, Nietzsche’nin soykütüksel yöntemi ve hakikat istencinin arkasında bir iktidar biçiminin gizlendiğini ve bunun teşhir edilmesi gerektiğini iddia eden gerici tayfaya bahaneler sundu.

Güç istencini, egemen güçler ile tahakküm altına alınan güçler arasındaki güç ilişkilerinin bir oyunu olarak tasavvur eden ontolojik bakış açısı ile bu güçler arasındaki ilişkiyi değerlendiren kültürel bakış açısını ayırt edemeyenler, Nietzsche’nin soykütüksel yöntemini Nazizm’deki erk istencine benzetmeye başladılar.

Nietzsche’nin, naif olmayan, ancak Nazizm tarafından işlenene benzer natüralist bir paralojizm yaptığı doğruydu. Natüralist paralojizm, bir gücün uygulanmasını, sırf uygulandığı için meşrulaştıran erk fetişizmine yakın duran ve olgusal bir yargıyı normatif bir yargıyla karıştırmaktan oluşan mantıksal bir hatalar manzumesiydi.

Böylesi bir okuma, Nietzsche’ ci güç kavrayışının, doğanın ve hakikatin genel bir yorumu olan betimleyici güç ilişkilerinin seviyeleri ile insan ilişkileri içinde bir güç istencinin uygulanması için meşru ölçütü belirleyen aksiyolojik düzey arasındaki geçişkenlikte oynadığı rolü görmezden gelmek anlamına geliyor.

Nietzsche, ne olursa olsun, o zamanki demokratizmin aracı haline getirildi. Nietzsche’ci olmak, o zaman, haksız tahakküm ilişkilerinin soy kütüğünü, bilginin (daha çok bilmenin) sevecen dış görünüşü altında gizlemek anlamına geliyordu.

Kısacası, Nietzsche’ci, daha fazla demokrasi için mücadele savı, demokrasiyi ölüme mahkûm eden yeni tiranların ortaya çıkmasına yol açıp, demokrasi mücadelesinin gerçekte ikincisinin yavaş bir ötenazisine dönüşmesine vurgu yapıyor.

Siyasetin ikame bir teoloji (ya da din) olduğu günlerde, Nietzsche bildik klasik anlamda bir solcu hiç olmadı.

Nietzsche’nin, demokratizm ya da demokratik radikalizmin ateşli savunucuları olan birçok solcu okuyucu ve filozof tarafından sevilmesi, bu bakımdan, gerçekten şaşırtıcı ve bazı açılardan rahatsız edicidir.

Ancak Nietzsche’ye karşı coşku duymaya ve onun gibi düşünmeye eğilimli bir çağda yaşıyoruz. Zamanın ruhu, nihilizm ve hedonizmin Sol ile sentezlendiği oranda Nietzsche’ci karakteristikler barındırıyor.

Oysa, çağın ideolojiler arenasında tepinen birçok arkaik görüş gibi, parlak felsefelere özgü baştan çıkarmanın etkisine karşı dirayet gösteren Sol partizan yorumu, geometrik rasyonelliğin açıklığı bakımından, Nietzsche’ninkinden daha etkili ve tehlikeli hâle getiriyor.

Burada atıfta bulunduğum şey, az parıldayan ama moderniteden, daha doğrusu Soldaki son moda akımlarından ilham alan bir yıldızın portresidir.

Nietzsche’deki solculuk, Üst-İnsan olmayı hayal etmeyi sürdürerek Son-İnsanın mutluluğunu isteyen, sol yüzünün parıltısı kaybolmuş bir Ay’ın portresi gibidir.

Çünkü Nietzsche, kendisinin inanmadığı şeylere insanları inandırmayı büyük ölçüde başaran bir filozoftu.

Nietzsche’nin hakikat arayışı aktif nihilizmin yol göstericiliğinde hacimli felsefi ivmeler kazandı.

Pasif nihilizm, hiçbir gerçeğin olamayacağı fikrine teslim olurken, aktif nihilizm ondan açığa çıkan bir yaratma istencinin güdüsünü yelkenlerine dolduran ve sanatsal avangartları memnun eden sol entelektüel bir akım ola geldi.

Bu bakımdan, Nietzsche’ye karşı açılan retorik davayı, ona sadık kalmamış eski ve güncel “müritlerin ideolojik körlüğü” ne karşı açılmış bir dava olarak okumak gerekiyor.

Bu durumda, “Nietzsche’ ci düşüncenin geçirdiği araçsallaştırma ve deformasyonlardan Nietzsche hangi koşullar altında sorumludur?” sorusunu yöneltmek meşru hâle geliyor.

Bu soruyu yanıtlamadan önce, “Gerçeği kabul etmeye gönülsüz olan ve bu korkaklığı iktidara karşı cesur bir isyan kisvesi altında gizleyen kibirli müritlerinin hatalarının sorumlusu Nietzsche değildir.” tespitini yapmak gerekiyor.

O, yalana duyulan ihtiyacın hiçbir şekilde hakikat arayışını terk etmek anlamına gelmemesi gerektiğini hatırlatarak, yanılsamalı mutluluğa karşı çıktı.

Yanılsamalı mutluluğa karşı aldığı düşünsel tutumlar, gerçek mutluluğu ve bunlarla bağlantılı fenomenleri küçümsemek olarak yorumlandı. Oysa onun gerçek mutluluk arayışı, toplumsal yaşama içkin teatralliğin sahnesinde, hakikat istencinin yanılsama istencine teslim olmasına bir itiraz anlamına geliyordu.

Bu ikna edici argümanlardan hareketle, Nietzsche’nin aslında yanlış anlaşılan bir filozof olduğu savını, birbiriyle bağlantılı iki retorik cepheye ayırmak gerekiyor.

Ona karşı açılan ilk retorik cephe, onu Foucault’ya karşı rehabilite etmeye çalışan bir çizgi izlerken, solcu yandaşlarının ona atfettiği kaliteli görecilikten çok uzakta, sadece fikirlerini sulandırmaya neden oldu.

Özetle dış görünüşün Nietzsche’ci değerlemesi (kıymetlendirme, değer atfetme), yaşamı sürdürmek değerine endeksli bir şeydir. Bu değer biçme, hacimli olup her türlü kadansa dayanıklı yaşam biçimlerinin, bir varoluş koşulu olarak, hakikati gerektirdiğini dışlamıyor.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl