Ana Sayfa Kritik SÖZ ÇETİN ALTAN’DAN AÇILMIŞKEN. PEKİ “ÜSTAT KILLI NURİ” KİMDİ?

SÖZ ÇETİN ALTAN’DAN AÇILMIŞKEN. PEKİ “ÜSTAT KILLI NURİ” KİMDİ?

SÖZ ÇETİN ALTAN’DAN AÇILMIŞKEN. PEKİ “ÜSTAT KILLI NURİ” KİMDİ?

Son iki yazıda Çetin Altan’ı, dolayısıyla 1950 sonlarından itibarenki Babıâli’yi ele aldım. Peki Çetin Altan ve benzeri gazeteci-yazarlar birbirleriyle polemik, daha halkçası “kalem kavgası” yapmazlar mıydı? Yapmaz olurlar mıydı, hem de nasıl!

Vaktiyle onun da kitabını yazmış (Bkz. Türk Basınında Kalem Kavgaları/ “Ben Senin Cemaziyelevvelini Bilirim” adlı kitabım) biri olarak, 1960’lı yıllardaki bir kavgayı sizlere anlatayım istedim…

Hüseyin Cahit Yalçın’ın II. Meşrutiyet’in başında yayın yaşamına soktuğu “Tanin” gazetesi, aynı isimle tanınmış politikacı Kasım Gülek’in sahipliğinde, 1 Mart 1961 tarihinde yeniden çıkmaya başladı.

1958 yılı mayıs ayı başından itibaren Akşam gazetesinde yazmaya başlayan Aziz Nesin, 22 Eylül 1960’ta gazeteden ayrıldı. O günkü “Az Gittik/ Uz Gittik” köşesindeki Aziz Nesin’in yazısının başına Akşam imzalı şöyle bir not konulmuştu:

İki seneden fazla bir zamandan beri ‘Az Gittik/Uz Gittik’ sütununda yazılarını okuduğunuz Aziz Nesin, bazı görüş ayrılıkları yüzünden ve kendi arzusu ile gazetemizden ayrılmıştır. Gazetemiz için yazmış olduğu son yazısını aşağıda neşrediyoruz.”

Aziz Nesin bu kez, 1 Mart 1961 tarihinde yayımlanmaya başlayan “Tanin”in 3’ncü sayfasında, yine eski sütun başlığı “Az Gittik/Uz Gittik” adı altında köşe yazıları yazmaya başladı. İlk hoş bulduk yazısının başlığı “Merhabalar” idi.

Aziz Nesin, Çetin Altan’a Çatıyordu…

Burada; üç yıl önce Akşam’da yazarken Peyami Safa ile kalem kavgasına tutuştuğunda kendi yanında saf tutan Çetin Altan’la bir polemiğe girdi.

9 Mart 1961 tarihli köşesinde yer alan “Anlaşılmaz Bir Tutum” başlıklı fıkrasının altında şöyle bir not görüldü:

ÇETİN ALTAN:

Bir yazar imzasıyla yazdığı yazılarda çok şiddetli muhalefet yapar, sonra gazete sahibinin isteğine uyarak imzalı yazısında savunduğu düşüncenin tam tersini, elli liraya yazdığı imzasız başyazılarda savunur ve hükümeti desteklerse, bu yazarı seven arkadaşı da ona, dört beş kişinin içinde (Gazete sahibi ve yazı işleri müdürünün önünde) bu yaptığının ayıp olduğunu, doğru olmadığını açıkça söylerse, bu yüzden uzun ve şiddetli bir tartışmaya girerse, o adamın bu sözleri; ‘Bu memlekette benden başka namuslu adam yoktur’ anlamına gelmez. Bu bir… A.N.”

Yalnız bu kezki kavgada bir ilginçlik vardı. Aziz Nesin daha 1 Mart 1961’de yayın yaşamına atılan “Tanin”in 9’ncu gününde doğrudan “Çetin Altan” adını belirterek polemiğe girdiği halde; Tanin’in yayın yaşamının 9 günü içerisinde Çetin Altan’ın Milliyet’teki “Taş” sütununda Aziz Nesin’i hedef alan hiçbir yazısına rastlanmadı.

O nedenle bu kavganın “Tanin”in yayın yaşamına atılmasının arifesinde, biraz da sözel bir olaydan çıktığı anlaşılıyordu.Bu konuyu araştırırken, “Tanin”in yayın yaşamına atılmasından bir ay kadar önce, Aziz Nesin’in alınganlığına neden olan Çetin Altan’ın bir yazısına rastladım. O da 4 Şubat 1961 tarihli Milliyet’in ikinci sayfasındaki “Taş” köşesinde çıkan “Haset ve Görgüsüzlük” başlıklı yazısıydı:

Yeryüzündeki bütün iktisadi doktrinler, insanları daha rahat yaşatma iddiasındadırlar. Bunların hiçbiri konforu ve medeniyeti inkâr etmez. Sadece bunlar arasında en rahat hayatı topluma en faydalı olanlar yaşamalıdır prensibini ön planda tutanlar ve başkalarının hakkını çalarak iyi yaşamaya kalkanlara cephe alanlar vardır.

Bizde aydın geçinenler içinde dahi meselenin bu tarafı pek anlaşılmamıştır. Türkiye’de konforlu hayatı genel olarak, o hayatı en az hak edenlerin yaşaması, konfora karşı bir kızgınlık yaratmaktadır.

-Herifin arabası var kardeşim.

-Kaloriferli evlerde otur, ondan sonra da sosyalizmden bahset.

– En lüks lokantada yemek yiyor, sonra da halkçı geçiniyor.

Bu ne demektir? Bu demektir ki, sosyal adaletten bahsedenler süfli yaşamaya mecburdurlar.Konfor ve rahatlık dünyada sadece kurnazların hakkıdır.Kazın ayağı hiç de öyle değildir. İyi bir hayat herkesin hakkıdır. İnsanlar bunun için çalışmalı ve bunun mücadelesini yapmalıdırlar. Bir de her şeyin üstünde gözü kalan görgüsüzler vardır.Onlar her güzeli ve iyiyi kıskanırlar, kristal kadehi kıskanırlar, neşeli konuşmayı kıskanırlar. Sonra da kıskançlıklarını, çeşitli bahanelerle örtmek isterler. Ya çevrelerinin ya yetişme tarzlarının etkisinden kurtulamadıkları için, hayatın kenarında kalmaya ve yaşayanlara hasetle bakmaya mahkûm, yontulmamış kişilerdir bunlar.

Bir kadına nazik bir selam vermesini bilmezler, en basit muaşeret adabına uyamazlar.Katı ve kaba davranışlarına bir büyüklük, bir üstünlük ifadesi yapıştırmak için boyuna kasılırlar ve bir türlü sevemezler insanları.

Hayatta prensip sahibi olmak, fikir haysiyeti sahibi olmak için, avam tabiriyle ‘hırt’ olmaya ihtiyaç yoktur.

Hele hırt bir kimsenin kendindeki eksikliği bir fikir inancının babasıymış gibi yutturmaya kalkması ise pek âdi bir kurnazlıktır. O bir fikre inandığından değil, başka türlüsünü beceremediğinden öyledir.Aile terbiyesinin ve kültürünün kalıplarından geçmediği için zihni bir esnekliğe, geniş görüşe ve müsamahaya sahip olamaz.Nalçalı savaş postalı gibi takır takır etrafındakileri ezmek ister. Kendi eksikliğini, aczini herkesten çıkarmak ister.

Bu katılığın içinde gizli kalmış zaaflarını kendisine bile itiraf edememenin sıkıntısı ile en çok kullandığı kelime, namustur. İşi o hale getirir ki, herkes namussuzdur, o bir namusludur. Gerçekten acaba öyle midir? Hayatında kimseye karşı hiç mi ayak oyunu yapmamıştır?

Şuurunun bir köşesindeki suçun dürtüsüyle boyuna el yıkamayı ilke haline getirmiş zavallılar gibi, her konuşması namustan, namus karakterlerinden, namuslu davranış hatıralarından ibaret bir insan düşünün, biraz da kuşkuyla bakmaz mısınız bu adama? Hele o kaba ve katı silûetin kuytularında birkaç irinli sivilce de ilişmişse gözünüze.

Hayatının hikmetini pek de derinliğine bilmediği meselelerden değil de, o sivilcelerden almışsa…O sivilceleri tedavi etmek için böyle bir görünüşü ilaç diye kullanmaya kalkışmışsa…

Çünkü başlarına ne gelirse gelsin, gerçek fikir savunucuları daima insanlığı sevmişler, insanları ……onları hor ve küçük görmek çabasına düşmemişlerdir.

Fikir savaşçısı rolüne bürünerek kendisini tedavi ve teselli etmek isteyenlerde görülür bu kızgınlık.

Bizde maalesef savaşçı tipiyle haris, haset ve hasta insan tipi birbirine karışmaktadır. İkincilerin de birincilere benzer sözler söylemeleri kimseyi aldatmamalıdır. Birinciler anlayışlı, medeni, sıcak, ölçülü ve sağlamdırlar. İkinciler ise ‘ben’ ve ‘namus’ direkleri arasına kurdukları isimsiz kızgınlığı oraya buraya savurur dururlar. Sonunda herkes uzaklaşır yanlarından ve bazısı bir hışımla çıkmış oldukları noktayı dahi kaybederek aczin uçurumuna yuvarlanırlar.

İnsanlığın saadetini isteyenler, bu saadetin mayası olan dostluk potasını her fırsatta tekmeleyip devirmemelidirler.Terbiye ve görgüyü haset krizlerine feda etmemelidirler. Yaşamasını sevenlere ve kimsenin hakkını çalmadan yaşayabilenlere diş gıcırdatmamalıdırlar. Büyük olmak ancak adam olmak ile mümkündür.Adam olmanın ise ilk şartı, insanları sevmek ve onları anlamaktır.”

Çetin Altan’ın “Bilinmeyen”e Çatan Yazıları Devam Ediyor…

İlk başta sözünü ettiğimiz Aziz Nesin’in Tanin’de “Çetin Altan” hitabıyla 9 Mart 1961’den sonra da 10, 14 ve 15 Mart günlerindeki notlarından önce, Çetin Altan’ın köşesini bir süre daha izlememiz gerekecek…

Çetin Altan, yukarıdaki yazısından sonra, 8 Şubat 1961 günkü Milliyet’teki köşesinde şu fıkrayı yazdı:

Öğüt

Canım sınıfta çaka çaka, yaşı sınıfdaşlarınınkini geçtiği için onların arasında bütün masum görünüşünü kaybederek, iyice haytalaşmış bir serseri öğrenciye öğüt verir gibi, gerine gerine öğüt vermek istiyor.

Evden yağ çalarken suçüstü yakalanmış bir hizmetçiye öğüt verir gibi öğüt vermek… Kendini kurnaz zannede zannede menfaatleri için kestirme yol ararken, toplum içinde rezil olmuş bir ahlak yoksununa öğüt verir gibi öğüt vermek…

Nerden geliyor bu arzu… Hiç öyle geliyor işte. Kahve ister gibi, kaymaklı kadayıf ister gibi öğüt vermek istiyor. Hele insan, karşısında içinde tek çekirdeklik aklıyla muhteşem bir balkabağı manzarası arz eden ruhsuz bir budala bulursa, ne de güzel verir öğüdü…Gerine gerine, hiçbir zarafete, hiçbir inceliğe, hiçbir nüansa ihtiyaç duymadan öğüt vermek…

-Halt ediyorsun yapma, demek…

-Kendini bir şey zannediyorsun, bir şey olmadığını sen de biliyorsun, numarayı bırak, adam olmaya bak, demek…

-Bağıranlar kendi ciğerlerinin değerleri, bilgilerinin hacmi kadar konuşmalı; senin ciğerin kaç meteliktir ve sen bilgi diye hayatta ne okudun, demek…

-Boyuna yalan söylüyorsun, doğruyu söyleyince küçüleceğinden korkuyorsan, seni büyültecek doğruların peşinden git, gerçek hüviyetini yalanla maskeleyip kimi aldatacaksın, demek…

-Para hiçbir zaman haysiyetin alameti farikası değildir; hele haksız kazanılmışsa: Diploma yerine cüzdan, karakter yerine çek çıkarmakla, gerçeğin ışığı altında kıpırdandıklarını seyrettiğimiz ruhundaki mikroplardan temizlenmelisin, demek…

-Kahramanlık iddiası bir öğünme olduğu zaman dinleyenleri, boğazlarına tavuk tüyü sokulmuşçasına kusturur, gerçek kahramanların, ben kahramanım diye davul çaldığı nerde görülmüştür, demek…

-Devlet müesseselerine, partilere, şantaj tabancaları çekmek, bu tabancaların gürültüsüne güvenip insanları hor görmeye kalkmak, bir gün insanı bilmediği bir kuyuya tepetaklak düşürüverir, demek…

-Süfli oyunlardan başka hiçbir oyun bilmez misin sen, nereden ve nasıl geldin, bir düşünsene bakalım, demek…

-Çeşitli aşağılık duygularının akrep gibi kıvrandığı cüce bir ruh ile ortaya çıkmak, hiçbir zaman büyük insanların huzurunu ve itibarını sana buldurmayacaktır, demek…

-Gelecek on yıl içinde adamım diye ortaya çıkan bütün karga korkulukları yıkılacaktır, bunu hissetmiyor musun, yoksa sen ahmak sıfatının kastettiği anlamdan daha da mı ahmaksın, demek…

-‘Böyle gelmiş’e bakıp, pek rezilâne bir tutumla, ‘böyle gider’in hudutları içinde perendeyle devam etmenle hesap ters çıktığı zaman seni ne hale sokacağını hiç mi düşünmüyorsun; görmüyor musun ki, ‘böyle gider’ tası her tarafından çatlamış, su akıtıyor, demek…

Öğüt vermek istiyorum işte, öğüt vermek… Kime mi? Bektaşi’nin çarşı ortasında:

-Kerata! diye bağırması gibi hiç kimseye.

Ve gene Bektaşi’nin uzanan başlara bakıp:

-Amma çokmuşsunuz, demesi gibi bir çok kimseye…”

Üstat Kıllı Nuri!..”

Çetin Altan bu kez, 26 Şubat 1961 tarihli Milliyet’teki köşesinde bir yazı daha yazdı. Bunun başlığı “Üstat Kıllı Nuri” idi. Ve yazı şöyleydi:

Kıllı Nuri öyle her şeye gülmeyen bir adamdı. Kocaman kafası ve kısa bacaklarıyla, koltuğa şöyle bir kuruldu mu, Çakıcı’nın maketi oturuyor sanırdınız. Topluma ait çok büyük, çok ileri fikirleri vardı. Ancak bütün bu büyük ve ileri fikirler iki kelimeden ibaretti. Herkes namussuz ve rezildi: Bir kendisi namusluydu ve rezil değildi. Etrafındakiler Kıllı Nuri’ye üstat derlerdi. Üstat etrafındakilere de çok yüz vermez, sigarasını yakar, kaşlarını çatar, onlara şöyle tepeden baka baka, iki kelimelik büyük ve ileri fikirlerini tekrarlardı:

-Hepsi rezil, hepsi namussuz…

Kıllı Nuri bu hikmete erişmek için çok uğraşmıştı, fakat sonunda erişmişti. Artık üstatlığının icabını yerine getiriyordu, hiç kimseyi, hiçbir şeyi beğenmiyordu. Uzun zaman ahırda kapalı kaldıktan sonra çayıra çıkarılmış sıpa gibi hırslı hırslı soluyor, kısık kısık konuşuyor, atıyor, tutuyor, mangalda kül bırakmıyordu. Her okuduğu gazeteyi yarısında:

-Rezalet, diye elinden fırlatıyor, her gittiği piyesi yarıda bırakarak, dışarıya çıkıyor. Çıkarken de etrafa duyuracak şekilde:

-Kepazelik, kepazelik, kepazelik… diye mırıldanıyordu.

Doğrusu çok yaman bir üstat olmuştu Kıllı Nuri. Eski hassa bölüklerindeki Arnavut çavuşlar gibi, dişlerinin arasında r’leri patlata patlata bir:

-Yıkarrrım ben deyişi vardı, duyanların dehşetten karaciğerleri, akciğerlerine, kalpleri kör barsaklarına karışırdı.

Nereden geliyordu bu kadar kin, bu kadar öfke? Efendim, Kıllı Nuri memleketini çok seviyordu. Memlekette ise maalesef rezil olmayan, namuslu bir tek adam vardı, o da kendisiydi. Bu sebeple herkese kızma hakkını yerden göğe kendinde buluyordu.

Öfkesinden, hırsından başına vuran ateşinden, kravatı gömleği ata ata nihayet evde donla dolaşır olmuştu Kıllı Nuri. Belki sokakta da böyle dolaşacaktı ama, o kadar çok namussuz ve rezil vardı ki, üstadın vatan sevgisinden donla dolaştığını anlayamayacaklardı. Zaten şimdiden ayağa kalkmadan el uzatışına, ağız tarafından volkan gibi gaz çıkarışına ve bütün kadınları küfürlü bakışlarla seyredişine şahit olanlar, üstat Kıllı Nuri’nin üstatlığını da geride bırakacak ölçüde muhteşem bir hırt olduğu kanaatinde birleşmekteydiler.

Bilmiyorlardı ki, bunlar hep vatan sevgisinden, memleket aşkından böyle oluyor; kadınlara kızgınlık, çocuklara kızgınlık, hep üstadın iki kelimelik büyük ve ileri fikirlerinden geliyor. Gerçi bu namussuz ve rezil kelimelerinden ibaret fikirlerin menşeini merak edenler, Kıllı Nuri’nin vaktiyle hırtlığına dayamayan birkaç kadından sıkı şekilde kazık yediği şüphesine de düşüyorlardı, ama bu şüpheler dejenere ve memleket menfaatlerine uygun olarak Kıllı Nuri’nin aslını astarını, hışmını araştırmaya imkân yoktu. Çünkü o memlekette rezil olmayan namuslu tek adamdı ve toplumun medarı iftiharı tek üstadıydı.

Hatta bu konuda elinde hayata yeni atıldığı sıralarda alınmış sağlam vesikaları vardı.Bu yüzdendir ki, kendisine bu vesikaları vermiş olan topluma, o da borcunu ödemek istiyor ve 28 milyon rezil ve namussuzdan memleketi kurtarmak uğruna, canını dişine takmış gece gündüz evde donla dolaşıyordu.

Kıllı Nuri insanların bir şeyin kötüsü dururken iyisini tercih etmelerini de kabul etmezdi. Terkos suyu varken, Taşdelen içmek, çöplükte yaşamak varken evde oturmak ne demekti? Üstün insan, kabil olduğu kadar yaşadığı yeri mezbele haline getirmeli, üstünlüğünü ispat için ekmek yerine tezek yemeliydi. Çalışmanın amacı buydu. İnsanlar ekmek yerine francala yiyelim diye değil, onun gibi fışkı yiyelim diye gayret sarf etmeliydiler. Kadınlar da asla berbere gitmemeliydi. Kadının saçı cadı tarlası gibi oldu mu, üstat Kıllı Nuri keyfe gelecek:

-Aferin, tam aradığım kadın, diyecekti.

Elbette ki memleket böyle, mezar kaçkını gibi giyinen ve itlerin yatmayacağı yerlerde yatanlarla kurtulurdu. Kıllı Nuri buna inanıyordu. Buna inanmayanlara da iki kelimelik büyük ve ileri fikirleriyle ikna edici telkinlerde bulunuyordu:

-Reziller; namussuzlar…

Bu kıymetli fikirleri dinleyenler yavaş yavaş üstadın kaşınmakta olduğunu da fark etmeye başlamışlardı ve üstat biraz daha kaşınırsa, uyuzluğunun ortaya çıkacağından üzülüyorlardı.”

Aziz Nesin’in Çetin Altan’a “Notlar”ı…

Yukarılarda da değindiğimiz gibi, daha “Tanin” yayın yaşamına girmeden Milliyet’te Çetin Altan tarafından 4, 8 ve 26 Şubat 1961 günlerinde, kimi kastettiği tam anlaşılamayan yazılar yayımlandı.

Aziz Nesin ise “Tanin” çıkmaya ve orada yazmaya başladığının 9’ncu günü, yani 9 Mart 1961’de “Çetin Altan” hitabıyla bir not yayımlamıştı.

10 Mart 1961 tarihli Tanin’deki köşe yazısının altına bir not daha koymuştu Aziz Nesin:

ÇETİN ALTAN

Herhangi bir yazarın düşüncesini, başka bir yazar eleştirirse, yererse, eleştirilen yazar da buna karşı, düşün planında tartışacağı yerde, kalkar işi dedikoduya dökerse, kalemini yatak odalarında dolaştırır, apış aralarında gezdirirse, üstü kapalı laf atmaya kalkarsa, böylece karşısındakini susturup üstün gelmeye çalışırsa, beri yanda da ‘Bize Batı kafası gerek’ diye tutturursa, kendisine bu tutumunun doğru olmadığını söyleyenlere, ‘bu toplumda böyle söker’ derse, o yazarı seven arkadaşı, yüzüne karşı, ‘Yaptığın ayıp’ derse, bu iyi niyetli uyarma, ‘Memlekette benden başka namuslu adam yok’ anlamına gelmez. Bu iki…”

Aziz Nesin, 14 Mart 1961 günkü Tanin’deki fıkrasının altında yine “ÇETİN ALTAN”a bir not yazdı:

Bir yazar bulmaca gibi yazılarıyla kime, neyi anlatmak istediğini belli etmezse, sonra da kaloriferli, güzel döşeli, yumuşacık koltuklu salonlarda, süslü ve düzenli içki soflarında, elinde kadeh etrafındaki kadınlara ve erkeklere, ‘Bugünkü yazımda anlattığım Falih Rıfkı’ydı, Ahmet Emin Yalman’dı, Bedii Faik’ti…’ diye caka satmaya kalkarsa, bu yazarı sevdiği için, bir arkadaşı da ona, ‘Neden adlı adınca, dobra dobra yazmıyorsun, düşünceni açıkça ortaya koymuyorsun da, sonra içki sofralarında açıklama yapıyorsun? Çünkü senin içinde gizli kapaklı çattığın yazarların hayatına özenti var, onlarla da viski bardağı tokuşturmak istiyorsun, yapma böyle. Doğru değil. Yazacağını açık yaz. Yazamayacaksan, sonradan elde kadeh, ona buna caka satma’ derse; onun bu sözleri ‘Memlekette benden başka namuslu adam yok’ demek değildir. Bu üç…”

Aziz Nesin, 15 Mart 1961 tarihli Tanin’deki fıkrasının altında yine “ÇETİN ALTAN”a dördüncü ve sonuncu notunu yazdı.

Şöyleydi:

Bir yazar kolay para kazananların, yüksek mevkide olanların, karaborsacıların, yüksek sosyetenin yaşayışına özenir de, ister istemez, bunu da beceremez, yüzüne gözüne bulaştırırsa, pavyonlarda, barlarda, gece kulüplerinde haysiyeti kırılırsa, Ankara Palas’ta içtiği viskinin parasını veremeyince, bir takım büyüklerden gördüğü gibi, para yerine garsona imza vermeye kalkarsa, garson da ‘Senin imzan burada geçmez’ diye onu tersleyince, türlü diller dökmeye yeltenirse, bir arkadaşı viski parasını ödemek isteyince, utancından buna da engel olursa, arkadaşı da, o yazarı sevdiği için, ’Bu yaptıkların bir yazara yakışmaz…Sen bu üstün yaşamada nasıl olsa bunlarla yarışamazsın. Senin değerin başka yerde, kendi yerinde kal. Gün 24 saat. Bir yazar için bu türlü boş zaman geçirmeye vakit yok. Çalışmamız gerekir…’ derse, onun bu sözleri; ‘Bu memlekette benden başka namuslu adam yok’ demek değildir. Bu dört…”

Kavgaya Noktayı Çetin Altan Koydu…

Nihayet Çetin Altan, 17 Mart 1961 tarihli Milliyet’te “Taş” sütunundaki yazısıyla Aziz Nesin’le arasındaki kavgayı noktalamış oldu. O günkü yazısının başlığı “Yazar Çatışmaları” idi…

Şöyleydi:

Bizim gazetecilikte öteden beri adettir. Çatacak doğru dürüst bir hedef kalmadı mı, ortada kalan yazarlar birbirlerine çatmaya başlarlar. Ve çokcası ya ünsüz bir yazar ünlü bir yazara çatar ya gazetesi satmayan bir yazar satan bir yazara çatar…Bu çatmalardan ne çıkar? Gazetesi satan yazar, gazetesi satmayan yazara boş bulunup da cevap verirse, satmayan gazetenin belki biraz tirajı çıkar hepsi o kadar…

Bizdeki yazar çatışmaları dünyanın en komik olayıdır ve hemen hepsinin özeti şudur:

-Ben daha iyi, daha büyük, daha akıllı, daha dürüst yazarım. O yazar ise benden daha kötü, daha küçük, daha akılsız, daha az dürüsttür.

Bu kadar basit bir esnafça iddia için sütunlar ayrılır, tefrikalar döktürülür. Arka arkaya tumturaklı cümleler patlatılır.

-O yazarın anası yün bükecini kaybettiği için ağlarken, babası gülerek komşu bahçeye danasını bağlıyordu…O yazarın gelmişini geçmişini piyasanın en sağlam uçkuruna asar, suratının ortasına şamarımı pençe gibi basarım.

Çatılan yazar da kendini göstermek için, hemen meydana fırlar, nârâ çeker gibi bir uzun heheheheheheheeeeyte benzer girişle:

-Anamın anasından, babamın danasından bahseden babası meçhul, anası malûm dana yazar.Senin yedi sülâleni Haliç’in kenarında yetmiş yedi defa koşturup Yemiş’te muma diktikten, anasını avradını Sütlüce’de içtikten sonra, yazını paspas yapar ta küçük dilinin oynadığı deliğe kaparım.

Artık çatışma kızışmıştır:

-Behey sen içtiğin rakının parasını ödemeyen…

-Behey sen tayın bedellerini cebe indiren…

-Behey sen kaloriferli evlerde yatan…

-Behey sen it ahırında taklat atan…

Mesele hep aynıdır. Ben senden daha iyi yazarım. Hayır ben senden daha iyi yazarım.

Bir yazarın bir başka yazarı, tepine tepine çürütmeye çalışması, onu kara tahtadan tebeşir siler gibi silmeye uğraşması, ille de en iyi yazar benim, başkası yok, demesi pek çocukça ve biraz da fazlaca basit bir iddiadır.

Bana da bu yakınlarda sağdan soldan çatıldığını görüyorum. Çatanlardan kimisi arkadaş, kimisi meslektaş…Sinirli sinirli şeyler yazıyorlar… Kimisi imkân bulunca viski içermişim diye öfkeleniyor. Kimisi bir fıkrada hırt tipini yazmışım diye pireleniyor. Bazısı sosyalizm lafına karşı pek alıngan, bazısı gerici ithamına karşı kırılgan…

Ben hürriyetten yanayım. İsteyen isteğini yazsın. Cevap vermeye gelince… Ben fıkra sütunlarının horoz döğüşüne meydanlık etmesine taraftar değilim. Bana çatanlar da, çatmayanlar da dahil, hiçbir yazardan daha üstün bir yazar olduğum iddiasında da değilim. Acı laf yazmak marifetse, acının en acısını kanatırcasına yazmak mümkün. Ama değer mi?

Gazetecilik apaçık, oportada bir meslektir.Okuyucunun canı hangi yazarı çekerse onu okur.

O yazar kötüdür, şu yazar küçüktür, siz gene iyisi gelin beni okuyun diye kalemin de, mesleğin de şu kadar yıllık emeğin de haysiyetini turşu suyu reklamcılığına harcamayı doğrusu taşıma da başıma da yakıştıramam.

Ama bana çatacaklarmış, çatarlarsa çatsınlar…Kimin ne olduğunu, hangi güdüler ve komplekslerle hareket ettiğini, en iyi zaman gösterir. Zaman içinde anlaşılmayacak hiçbir gerçek yok.”

Çetin Altan, Haziran 1959’da başladığı Milliyet gazetesinde köşe yazarlığına 1965 yılının Şubat ayı sonlarına kadar devam etti. Oradan Akşam gazetesine geçerek, sütun başlığı Taş’ın yanında, “Şeytanın Gör Dediği” adı altında küçük fıkralar da yazmaya başladı. O gazetede de pek çok köşe yazarıyla polemiğe tutuşacaktı…

Aziz Nesin açısından ise Tanin’deki köşe yazarlığının akıbeti şöyle oldu:

19 Mayıs 1961 günkü Tanin’de şöyle bir haber başlığı vardı:

Aziz Nesin ve İhsan Ada Dün Nezarete Alındı.”

İhsan Ada, “Tanin”in Neşriyat Müdürü idi.

Haberi de şöyleydi:

Dört gün öncesine kadar gazetemizde fıkra yazan Aziz Nesin ile Neşriyat Müdürü olan İhsan Ada dün örfi idare kumandanlığının emri ile nezaret altına alınmışlardır.”

20 Mayıs 1961 tarihli gazetenin birinci sayfasında ise “Tanin” imzalı şöyle bir açıklama yayımlandı:

Dün nezaret altına alınan muharrir Aziz Nesin’in bir hafta önce gazetemizle alâkası kesilmiştir.

Esasen bizden evvel bir çok gazete ve dergilerde yazıları çıkan ve halen de çıkmakta olan bu yazarın son zamanlarda gazetemiz için faydalı olmadığına kanaat getirmiş ve binnetice ilgisini kesmiştik.”

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl