Uç tel gibi esti Davut.

Kollarını kesti Davut.

Bütün köye küstü Davut.

Uslu Davuttu. Us denilen iki sese sığmış bu kelimenin anlamıyla yoğrulsa ilkokul kurdelesini göğsüne batıranlara sıfatlanırdı ama yoğrulmadı. Usluydu işte, buydu. Doğruculuğu da tren raylarında kırılmaz kuruşlar gibi yapışkandı. Kokusu, ovanın tamamının bakır-nikel ihtiyacını karşılayabilecek rahatlıktaydı. Doğuştan usluydu işte, besicilerin el arabasıydı, buydu.

Keles Çayı’nın moloz değmemiş yanından suyu avuçladı. Güneşe doğru kaldırdığı kırık saydamlık, mor bileklerinden aşağı ılım ılım indi, koltuklarını gıdıkladı. Bozdağ’a yamalı gibi duran kara baktı. Döndü, Derbente doğru yılanlanmış yola baktı. Baktı, baktı… Derinlikte bir ses sekti o an için. Halka halka yuvarlandı duruluk. Sazan mı ola?” diye heyecanlandı. Yayın mı ola?” diye titredi. Kemerini çözdü, pantolonunu indirdi. Yarım kollu gömleğini, düğmelerini kurtarmadan baş üstü çıkardı. El-ayak değdirmeden uçarak girdi içeri. Bulanıklık gözünü yaktı, ürküttü. Kör oyununun bitiminde taşlar gözüktü yavaş yavaş. Apaktı taşlar, kırılgandı. Birini kaldırıp sevdi. Baloncuklar yükseldi ağzından. Nefesi sonlara kaçıyordu. Başını sudan çıkardı. İstemsiz yudumladığı kekre tatlılığı öğürdü. Dayanıksızlığına sövdü, ciğerlerine sövdü. Yanağını şişirirken bir pul gümüşü kaydı ayakucundan. Çayın ilk koluna hızlıca girdi. Kesmek lazım,” diye vurdu suya Davut. Dalga yavruları iğde çiçeklerine değdi. Kesmek lazım Kelesin tüm kollarını! Kelesi de kesmek lazım! Bir Menderes yeter cümlemize. Toparlanıverir balık ortaya, afiyetle… Kesmek lazım aşağı köylerin damarını!

Topak topak kırdı sazları. Kamış çatlağının biri baş tırnağından girdi. Sızlasa da aldırmadı. Emdi parmağını, damağını yaladı. Yığdığı sazları iki insan kucağıyla kaldırdı, Şemsiler çukuruna doğru bastı. Şarap cinlerini ayıklayarak dirseğine kadar biriktirdiği çamurla araları sıvadı. Aşamayan zayıf akıntı döndü, ortada yavaş yavaş bir dev kazanı oluşturdu. “Şimdi yitin bakalım,” dedi gelecek balıkları düşünerek. “Şimdi yitin de görelim ödü kurumuşlar!” Keyfinin ortasında bir çay kefali vurdu sazlığa. Çamura çarpan kulakçığı tepeleme kaldı. Balığın üzerine hızlıca yüklendi Davut. İri parmaklarını solungaçlardan geçirdi. Pul aynasında kendini gördü, sevindi. Kıyıya doğru yararak geçti çayı. Çöğürdük dikeninden temizlediği kel toprağa oturdu. Ufakmış,” dedi dudak bükerek. Anam görse laf ederdi. Kılçığına tükürdüklerimin de büyüğü denk gelmiyor ki! Önceden vardı, boldu. Çorapla yakalardık delişmenlerini. Ne zaman ki baraj kuruldu, ne zaman ki Dokuzlar’ın itleri tepeden göztaşı şişelerini suya boşalttı, kalmadı balık. Şu baharın güldüğü sabah bile gelmez oldu, kayboldu.”

Bir hışımla köprü ardına yöneldi. Kiremitlerle sevişmekte olan kerpiç ölülerine doğru koştu. Halillerin suyunu da,” diyerek yüklendi ıslak küpü. Halillerin suyunu da, Örencikin bağını da kurutacağım; şart olsun!” Kemerin burnundaki iri sazlar ilişti gözüne. Bahsettiği köylere su, bu sazların arasından sızıyordu. Esti sazlara, telli kuş kaçışı gibi uçtu. Koşarken tabanlarının yumuşadığını fark etti. Panikledi. Pişmanlığıyla bir geri dönecek oldu, dönemedi. Diz kapaklarına kadar batan milli toprağa yankı ederek bağırdı köye karşı. Köyden ne bir traktör öksürüğü ne de bir tokmak tınısı geliyordu. Gözünüze dursun, diziniz kopsun,” diye kısılarak bağırdı. Çırpındıkça terledi, terledikçe çırpındı. Ovanıza kan dolsun, davarınıza kurt ulusun!” Kulak kemikleri, dibine kadar açıldı. Hangi saza dokunsa yeşilden zehirleniyordu. Kıyıdaki balık, gözünü aldı. Balığın son çırpınışları yüzeyi ışıklandırıyordu. Rahatladı. Yüzünde ay yarığı bir boşluk oluştu. “Şu,” dedi tepede kalmış sağ elinin işaretiyle. “Şu balık bile nankörlük etmez sizin gibi! Evini aldım elinden, evimi verdim ona. Kavruk kuma bile ses etmedi.” Yavaşça indirdi elini. Boynunda, yakmayan bir sıcaklık hissetti. Bıyıkları, kuruş kokan tütünsüz bıyıkları çamura değdiğinde bile kıpırdamadı. Güneş, o sabah içe doğru battı.

Üç gün için darı kökleri kurumuş aşağı köylülerin, kokudan sepetliğe yanaşamamış Çingene kızlarının ve damağına ufaklıktan kılçık battığı için balığın her türlüsünü boğaza saymayan Davutun anasının avazıyla su kıyısı kalabalıklaştı. Yıkılmaya yüz tutmuş saz setinin ucundan pelte pelte şişmiş Davutu çıkardılar. Pürüzsüz, akışmayan, apak taşlar gibi parladı kıyıda Davut.

Meczup muydu?” dedi Örencikliler.

Yok,” dedi Şemsilerden emekli kalmış bir öğretmen. Davuttu. Usluydu işte, buydu.”

Balık mıydı?” diye içinden geçirdi bir çocuk. Düşü öğretmene çarptı, yankılandı.

Onun sürekli ölmesi vardı hep. Akçaburgazlı Yektanın mızıka bilmez dostuydu. Sapıtmışlar peygamberi…”

Kıyıdaki arı delikli çay kefalinin cesedini Halillerli bir çoban tekmeledi. Pulun bir parçası döküldü, gerisi ıslandı. Ceset; yavaş yavaş battı, sırı kırık ayna gibi battı.

Davutu bir daha yıkamaya gerek duymadılar.

Yosunla bir köstü Davut.

_____

ERKAN KARAKİRAZ’IN YORUMU

Turgut Uyar, Dünyanın En Güzel Arabistanı kitabının merkezine yerleştirdiği Akçaburgazlı Yekta’nın dostları birbirine düşüren yasak aşk hikâyesini anlatmayı sürdürdüğü şiirlerinden biri olan Akçaburgazlı Yektanın Yalnızlığına Kara Taştan Tapınak Kurduğunda Söylediği Mezmurdurda, Biz küçük adamlarız. Davut’la ben. Şiirler okuruz./ Âşık olmuşluğumuz vardır. Sapıtmışlara peygamber olduğumuz” der; sonra da Yekta’nın diliyle tekrar tekrar itiraf eder: Davut yok. Yalan söyledim. Onun sürekli ölmesi var yanımda./ Elimi elime alıp mızıka dinliyorum/ Yeni bir hüzne başlıyorum.”.

Umberto Eco’nun sözünü ettiği aşırı yorum kapsamında tınlayacak belki kurduğum ilgiler; ama dillendirilmeden durulamayacak ilgiler olduğundan yine de bahsedeceğim.

Hakan Unutmaz, Şu Balığın Doğduğu Sabah başlıklı öyküsünde, sona doğru, köydekiler sazlıkların arasında bulunan ölü bedenin etrafında konuşur düşünürken, işte tam da adı geçen şiirde bahsedilen Davut’un nasıl yaşamış, nasıl ölmüş olabileceğinin olasılıklarıyla buluşturuyor okuru. Turgut Uyar’ın Dünyanın En Güzel Arabistan’ında doğrudan uyguladığı yönteme benzer biçimde, Unutmaz’ın öyküde anlatmayı seçtikleri, Kullanılan ismin çağrışımlarından kaynaklanan uzak ilgilerle de olsa, Eski Ahit’i ve Davut peygamberin hikâyesinin anlatıldığı diğer kutsal metinleri hatırlattı bana.

Öyküdeki Davut’un şiirdeki Davut’tan da güç kazanarak, Keles Çayı’yla, kargılarla, balıklarla olan mücadelesi, Eski Ahit’teki Davut peygamberin Golyat’la olan mücadelesine; Yekta’nın yasak aşk hikâyesi de yine Eski Ahit’teki Davut’un evli bir kadına gönlünü kaptırınca kadının eşini öldürtüp onunla birlikte olmasına ve her ikisinin de pişmanlık duymasına; Unutmaz’ın hikâyesindeki Davut’un doğruculuğunun ele alınışı, Yekta’nın ve peygamber olan Davut’un doğruculuğuna; öyküde, tren raylarındaki kuruşların yapyassı edilmesi ise Davut peygamberin demircilik zanaatındaki ustalığına götürdü beni.

Benim dışımdaki okurların, tıpkı öyküde bahsi geçen köy halkının öykünün anti-kahramanının ölü bedeni başında farklı farklı şeyler söyleyip düşünmeleri gibi bambaşka çağrışımlarla öyküyü ele alacaklarına eminim; Hakan Unutmaz’ın öyküsü, olay örgüsüyle ve içeriğiyle öne çıkan, çağrışımları yüksek bir öykü çünkü. Ege’ye özgü söyleyişler ile kendi başlarına öyküye anlam/derinlik kazandıran yansıma/pul motiflerinin dozunda ve incelikli kullanımları da cabası.

Uyar’la başladım -biraz da yukarıda Dünyanın En Güzel Arabistanı’ndaki Akçaburgazlı Yektanın Yalnızlığına… şiiri ile Unutmaz’ın öyküsü arasında kurduğum ilgilere kanıt olarak- Uyar’la bitireyim: Ama Davut yok. Yalan söyledim. Davut ölmüş./ Kaldırıp gömmüşler mi? Bilemiyorum./ Yakıp savurmuşlar mı? Bilemiyorum./ O kalabalıkların toptan günahkar olduğu yahut bağışladığı/ Akımsı kalın kumaşların kanlanıp kumlara belendiği/ O kıvırcık sakallar ve kargılar döneminde/ O bakırlar döneminde/ O hep birden sayılmanın erinci döneminde/ Parçalayıp dağıtmışlar mı? Bilemiyorum.”

Kapak: Bedri Rahmi Eyüboğlu