Ana Sayfa Kritik ŞU SABAHATTİN ALİ’Yİ RAHAT BIRAKSANIZ OLMAZ MI?

ŞU SABAHATTİN ALİ’Yİ RAHAT BIRAKSANIZ OLMAZ MI?

ŞU SABAHATTİN ALİ’Yİ RAHAT BIRAKSANIZ OLMAZ MI?

HIFZI TOPUZ’UN BELGESEL ROMANINDA HATADAN GEÇİLMİYOR

 

Epey zamandır Hıfzı Topuz güzellemesinden geçilmiyor ülkemiz kültür sanat dünyasında… Birileri bu kez de belgeselini yapmış, şu sıralarda göstermeye çalışıyorlar. Biz her zamanki gibi; her tarafı; yalan, yanlış, eksik ve yakıştırmalarla dolu bu ülkede olumluluk güzellemesi yapmaktansa bir şeylere eleştiri oku göndermekten başka bir şey yapmayacağız.

Öncelıkle yıllar evvel Hıfzı Topuz tarafından yazılan Sabahattin Ali belgesel romanındaki yanlışları ele alacağız ardından da, kadrolu belgesel romancı Osman Balcıgil’inkini…

Müjdeyi, kadim arkadaşım Öner Ciravoğlu vermişti: Hıfzı Topuz Sabahattin Ali’nin romanını yazıyor! Sevindim, merak ettim, heyecanla çıkışını beklemeye başladım.

Rahmetli Muzaffer Buyrukçu’nun cenazesinde, Teşvikiye Camisi’nin avlusunda karşılaşmamızda sordum Öner arkadaşa, ne zaman çıkıyor diye… “Hıfzı Bey’e sormam gereken birkaç nokta var, kendisi dışarıda da, dönmesini bekliyorum, eylülde çıkacak” dedi.

Gazetelerin kültür-sanat sayfalarında “15 Eylül’de çıkacak” haberlerini okuyup; daha kitapçılara dağılmadan 15 Eylül tarihli Radikal Kitap Eki’ne kapak olup, henüz ondan bir hafta önce çıkan kitabımın alt başlığının (Abdülkadir Pirhasan Hakkında Bilmek İstediğiniz Her şey)Sabahattin Ali Hakkında Her Şey” şeklinde kullanılması merakımı daha da artırdı…

Sonunda dün akşam saatlerinde (20 Eylül) Beyoğlu İstiklâl Kitabevi’nden aldığım kitabı; “Başın Öne Eğilmesin/Sabahattin Ali’nin Romanı- Hıfzı Topuz- Remzi Kitabevi, Eylül 2006, 264 Sayfa, artı bir forma fotoğraf albümü) hemen yollarda okumaya başladım. Biraz önce de bitirdim. (21 Eylül, öğle saatleri)

Hıfzı Topuz, Sabahattin Ali’nin Romanı’nı nasıl bir kurmaca ile yazdığını şöyle anlatıyor “Birkaç Söz”de: “Gerçekleri hiç bozmadan, abartmadan, olayları ve mektupları konuşmaya dönüştürerek, konuya gerekli ayrıntıları katarak bir kurmaca…”

Bu nedenden ben de burada gerçeklerdeki maddi bozukluklara işaret edeceğim:

  1. Günün birinde Aydın Erkek Ortaokulu’nda öğrencilerin dolaplarında Türkiye Gizli Komünist Partisi’nin Kızıl İstanbul adlı gazetesi bulundu.” (Başın Öne Eğilmesin, S.53)

Türkiye Komünist Partisi; 1930’lu yılların başında, ülkenin dokuz kentine yayılmış Sanat Mektepleri”nde örgütlenme, ajitasyon ve propaganda faaliyetlerini hızlandırmıştı. Aydın Sanat Mektebi de bu faaliyet alanlarından birisiydi. Ünlü hikâyeci Sabahattin Ali de, 1930-1931 öğretim döneminde Aydın Orta Mektebi’nde Almanca öğretmenliği yapmaktaydı. Hikâyecilik ve yazarlık ününün henüz daha başlarında bulunan Sabahattin Ali o dönem sol ve devrimci hareketin içinde bir “aydın olarak; şehrin öğretmen ve öğrenci çevresini “anladığını anlatarak aydınlatmaktaydı. Komünistlerin faaliyetlerinin peşindeki izlemeciler; Aydın Sanat Mektebi öğrencilerinin dolaplarına kadar ulaştılar Eylül 1931’de. Öğretmen Baha İzzet, Musa Oğuz (Emre) ve Sabahattin Ali yakalanıp içeri atıldı. Aydın Ağır Ceza Mahkemesi’nde yapılan yargılanmaları sonucunda öğretmen Baha, öğrenci İzzet ve Musa Oğuz (Emre) 25’er gün hapse mahkûm edildi. Sabahattin Ali beraat etti. (Emin Karaca/Eski Tüfeklerin Sonbaharı, S.82)

Demek ki okul, “Aydın Erkek Ortaokulu” değil, “Aydın Sanat Mektebi” imiş…

2) “…O günlerde cezaevine dört komünist kadın daha gönderildi. Aralarında 20 yaşında bir de kız vardı: Sıdıka.” (Başın Öne Eğilmesin, Sayfa:76)

Aynı hapisanenin çatısı altında birlikte olduğu komünistlerden ayrıntılı olarak söz ettiği 27.7.33-Sinop” tarihli mektubunun sonlarında Sabahattin Ali, aralarında bir de kadının bulunduğu 4 komünistin daha geldiğini yazıyor:

Geçenlerde dört komünistin daha geleceği şayi oldu (yayıldı), birinin kadın olduğu söylendi ve bir cuma sabahı dördü de çıkageldiler. Üç erkek, bir de yirmi yaşlarında Sıdıka isminde bir kız…” (İki Gözüm Ayşe, S.106)

Biri kadın olan bu dört komünist kimdi peki?

1932 1 Mayıs’ında TKP’liler gene yoğun bir ajitasyon ve propagandaya girişmişlerdi. İstanbul’da dağıttıkları bildirileri, bir yandan da çeşitli kentlere postayla gönderiyorlardı. Bildiriler Sıdıka’nın evinde hazırlanmıştı. Sıdıka Hanım; TKP MK üyesi, 1929 İzmir Komünist Tevkifatı davasında 4,5 yıl hapse mahkûm edilmiş ve Diyarbakır Hapisanesi’nde yatmakta olan Hüsamettin Özdoğu’nun kız kardeşiydi. 1928’de Sovyetler Birliği’ne gönderilerek Leningrad Komünist Üniversitesi’nin Enternasyonal Bölümü’nde birkaç yıl kurs görmüştü. Bu Sıdıka Hanım 1930’lu yıllarda Kerim Sadi’nin, 1950’den sonra da Kemal Tahir’in eşi olan Semiha Demir’den başkası değildi.

1 Mayıs 1932 eylemlerinde birlikte yakalandığı arkadaşları Şoför Emin Bilecan, Şoför Mehmet Lütfi ve Şoför Süreyya ile yargılanıp 4’er yıla mahkûm edilmişlerdi. Bir cuma sabahı dördü de” Sinop Cezaevi’ne çıkagelen komünistler de işte bunlardı…

Sabahattin Ali, hikâyelerinde betimlediği Anadolu insanlarını anlatır gibi, Sıdıka Hanım’ın portresini bakın nasıl çiziyordu:

Sarı saçlı, oldukça güzel, zeki bakışlı bir İstanbul kızıydı. Eşyasını da yanına koydular: İçinde ne olduğu tahmin edilebilir bir bohça, ciltleri yırtılmış birkaç roman, isli bir çaydanlık ve şirket vapurlarında bulunan cinsten ufak bir portatif iskemle… Dört seneye mahkûm idi. Dokuz ayını yatmış, üç sene üç ay daha yatacak.”

Okumayı sürdürelim. Sanki bir Sabahattin Ali hikâyesinin “gelişme” bölümü önümüzdeki:

Babası Kasımpaşa’da tuz inhisarı (tekeli) memuru imiş. Bir kardeşi de Diyarbakır hapishanesinde aynı cürümden yatıyormuş. İstanbul’dan ayrılırken annesi rıhtımın üzerinde düşüp bayılmış.

Kendisi hiç kederliye benzemiyordu. Diğer arkadaşlarıyla beraber oturdular, gülüştüler, başka yerlerde mahpus olan arkadaşlarını çekiştirdiler, lafları ara sıra ciddi mecralara döküldü, işlerden bahsedildi, Sıdıka Hanım Celal’e: “Sen de az hergele değilsindir ha!…” diye çattı, gelen gazeteleri okuduktan sonra derhal kadınlar hapishanesine, kendisine yollamalarını, tatlı filan pişirirlerse gardiyan kadına bir tabak vermeyi unutmamalarını söyledi, kendisini bekleyen jandarmaya “Hadi gidelim!” dedi ve ayrıldı. (İki Gözüm Ayşe, S.106-107)” (Emin Karacaİki Gözüm Ayşe’yi Okurken, Yazın Dergisi, Nisan 1992)

Demek ki Sinop Cezaevine gönderilen “dört komünist kadın” değil, “üçü erkek birisi Sıdıka adındaki TKP militanı kadın”dı…

***

Kitapta gördüğüm yanlışlıklar ve eksiklikler elbette bu kadar değil…

Yazıyı yazmaya başladığımda; Hıfzı Topuz’un “kitabın son biçimini almasında değerli katkıları olan sevgili dostu Öner Ciravoğlu” arkadaşımı aradım. “Başın Öne Eğilmesin/Sabahattin Ali’nin Romanı”nda gördüğüm fahiş hataları yazmakta olduğumu söyledim. Öner arkadaşımın galiba dikkatinden kaçmıştı… Bir sonraki baskıda bunları düzeltebileceklerini söyledi. Bütün bunların benim iyi niyetli düzeltme notlarım olarak kabul edilmesinden mutluluk duyacağımı belirtirim.

Başın Öne Eğilmesin”in 100’ncü sayfasında şöyle bir paragraf var.

1938 yılı kastedilerek şunlar yazılıyor:

3) “O yılın başka bir önemli konusu da Askerî Mahkeme’nin Nâzım Hikmet ve bazı sanıklar hakkında mahkûmiyet kararı vermesiydi. Bu karar 29 Ağustos 1938’de onaylanarak Nâzım Hikmet 28 yıl 4 ay, Hikmet Kıvılcımlı 16 yıl, Kemal Tahir ve Kerim Korcan da 15 yıl hapse mahkûm oldular.”

Aslında o yıl, yani 1938’de, Nâzım Hikmet ve komünistler açısından iki önemli olay oldu.

Önce 29 Mart 1938’de Ankara’da Harp Okulu Komutanlığı Askerî Mahkemesi tarafından Nâzım Hikmet ve 22’si askeri öğrenci, 7’si sivil olmak üzere toplam 29 kişi hakkında karar verildi. Nâzım Hikmet 15 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Bu karar 28 Mayıs 1938’de Askerî Yargıtay tarafından onandı.

Ardından Donanma Komutanlığı Askeri Mahkemesi, İstanbul’da, Marmara Denizi’nde Erkin gemisinin güvertesinde, 29 Ağustos 1938’de 27 sanık hakkında karar verdi. Bunlardan Nâzım Hikmet 20 yıla (Kara Harp Okulu Davası’ndan verilen 15 yılla birleştirilince 35 yıllık cezanın yatılacak kısmı (infaz) 28 yıl 4 ay olarak tespit edildi), Hikmet Kıvılcımlı 15 yıla, Kemal Tahir 15 yıla ve Kerim Korcan 10 yıla mahkûm edildi. Beraat edenlerin dışındaki öteki sanıklara da 2 ilâ 18 yıl arasında değişen cezalar verildi.

Bu karar da 28 Aralık 1938’de Askeri Yargıtay tarafından onandı.

Hadi bunun kaynağını da (Emin Karaca’nın bu alandaki kitaplarını kaale almıyorsanız!) Atilla Coşkun’un “Siyasal Yaşamından Kesitlerle Nâzım’ın Davaları”, (Cem Yayınevi, İstanbul 1989) olarak verelim.

Demek ki o yılın (yani 1938’in) önemli konusu bir değil iki imiş: Kara Harp Okulu Davası ve Donanma Davası… Nâzım Hikmet’in ilkinden 15 yıl ikincisinden 20 yıl olarak aldığı hapis cezasın infaz edilecek (yatılacak) bölümü 28 yıl 4 ay olarak tespit edilmiş. Sonuç olarak, Sabahattin Ali’nin roman şeklinde kurgulanmış hayatı da olsa gerçeğin bu şekilde ifade edilmesi daha doğru olurdu…

4) 1946 yılı kastedilerek Başın Öne Eğilmesin’in 159’ncu sayfasında şunlar yazılıyor:

O yazın en önemli olayı Esat Adil Müstecaplıoğlu’nun 4 Mayıs’ta Türkiye Sosyalist Partisi’ni kurması oldu. Esat Adil İmralı Cezaevi Müdürlüğü yapmış, sosyalist düşünceleriyle tanınmış ve emekliye ayrılmış bir savcıydı.”

Benim kimi kitaplarımda yeri geldikçe belirttiğim tarihler bir yana, şu anda ülkemizdeki siyasi partilerin tarihiyle ilgili hangi kitabı elinize alırsanız alın orada şu ifadeyi görürsünüz:

Türkiye Sosyalist Partisi, Esat Adil Müstecaplıoğlu’nun başkanlığında 14 Mayıs 1946 tarihinde kuruldu.

Ayrıca benim bu konulardaki kitaplarımı okumuşsanız ya da gelecek aylarda yayımlanacak olan “Unutulmuş Sosyalist: Esat Adil (Esat Adil Müstecaplıoğlu’nun Hayatı, Mücadelesi ve Eserleri)” kitabımı okursanız, şu daha da özel bilgileri edinirsiniz:

Esat Adil, 1930’lardan beri sosyalist düşünceye sahip bir devrimci idi. İmralı Cezaevi’nin hem kuruculuğunu hem de müdürlüğünü yaptı. 1945’te aynı zamanda Kocaeli Cumhuriyet Başsavcılığı görevini yürütüyordu. Mart 1945’den itibaren de Tan gazetesinde “Adiloğlu” takma adıyla “Hadiseler Kazanından” sütun başlığı altında günlük fıkralar yazıyordu. Tek Parti Diktatörlüğü’nün şefi İsmet Paşa Tan’daki bu yazıların onun tarafından yazıldığını öğrenince “Susturun şu köpeği!” şeklinde tepki gösterdi. Bunun üzerine bu adlî görevinden atılacağını anlayan ve öğrenen Esat Adil istifa ederek serbest avukatlık yapmaya başladı…

Demek ki Türkiye Sosyalist Partisi 4 Mayıs 1946’da kurulmamış ve Esat Adil’in biyografisinin o bölümü de öyle değilmiş…

***

Benim Başın Öne Eğilmesin/Sabahattin Ali’nin Romanı’nda görebildiğim maddi hatalar şimdilik bunlar…

Yukarıda; Öner arkadaşımın bana çok samimi olarak söylediklerini de size aktarmıştım. Benim tespit ettiğim maddi hatalar 2’nci basımda düzeltilecekti. Dün (26 Eylül 2006 Salı) Beyoğlu kitapçılarında gördüm. Kitabın 2’nci baskısı yapılmıştı. Ve benim yukarıdan beri işaret ettiğim maddî hatalar olduğu gibi duruyordu… Birinci basım beş bin adet yapılmıştı… Remzi Kitapevi’nin o kadar acelesi vardı ki; belki de ikinci bir beş bin okuyucunun yanlış bilgi edinecek olmasını hiç kaale almıyordu…

Ben ne yapayım ki?..

Sabahattin Ali’nin Başı Öne Eğilmiş midir, Eğilmemiş midir?

Buraya kadar; “Başın Öne Eğilmesin/ Sabahattin Ali’nin Romanı” kitabındaki maddi hatalara değindim. Şimdi de kitabın içeriği üzerinde durmak istiyorum.

Gerçek hayatta yaşamış önemli kişilerin eksen alındığı romanlara; gerek dünya gerekse bizim edebiyatımızda epeyce rastlanır. Bu türün bolca örnekleri bizde, Kemal Tahir’in romanlarında karşımıza çıkar.

Alalım 1926 İzmir Suikastı’nın romanı olan “Kurt Kanunu”nu…

Kurt Kanunu’nda gerçek hayatta yaşamış kişilerden; İttihatçıların İaşe Nazırı “Küçük Efendi” lakaplı Kara Kemal, eski Ankara Valisi Abdülkadir, İstiklâl Mahkemesi heyetini meydana getirenler ve yargıladıkları kişiler tek tek kendi adlarıyla okuyucunun karşına çıkar, edimlerde bulunurlar ve konuşurlar… Kitabı okuyup bitirdiğinizde Kemal Tahir’in o müthiş kurgusuyla, güzelim roman tadı kalır sizde…

Bunca yıldır ölümünün üzerinde hâlâ bir sır perdesi olan Sabahattin Ali’nin romanını yazmaya kalktığınızda, “kurgu” adına, daha ilk bölüm “Ölüme Uzanan Yolculuk”ta öldürülme olgusunu daha da çetrefilleştirirseniz neyi romanlaştırmış olursunuz ki?.. 19 sayfalık “Ölüme Uzanan Yolculuk”tan sonraki bölümler; Gençlik Yılları, Hapishane Mektupları, Umutsuz Aşk: Ayşe, Aliye, Savaş Sonrası Ankara, Demokrasi Girişimleri, Görüşler, Yeni Dünya, Tan ve 4 Aralık, Marko Paşa, Zor Günler, Kamyon Macerası ve Kaçış’ta yeni olan ve kurgulanan hiçbir şey yok. Yazılı veya sözel belgeler ve bilgiler sıralanıp gitmiş…

Ölüme Uzanan Yolculuk”ta ise insan mantığını zorlayıcı unsurlar var. Şöyle ki: Sabahattin Ali’nin katili olarak lanse edilecek olan Ali Ertekin “Karanlık Güç”le görüşmek için yanında telsiz taşıyor. Fırsatını bulduğu her durumda da görüşüyor. Düşünün, bir kamyonun şoför mahallinde üç kişisiniz, biriniz şoför Salim, biriniz Sabahattin Ali ve üçüncünüz de Ali Ertekin. Ali Ertekin’in üzerinde telsiz var, sanıyorum o yılların telsizleri adeta bir tank gibiydi, ikiniz de fark etmiyorsunuz…

Hem sonra yazarın “Karanlık Güç” dediği de galiba devletin gizli servisi Milli Emniyet Teşkilatı olacak…

Ali Ertekin yanındaki o kocaman telsiziyle, “Karanlık Güç” elemanlarıyla konuşa görüşe Sabahattin Ali’yi sınıra kadar götürdükten sonra yakalatıveriyor. Kırklareli Emniyet Müdürlüğü’ne “Karanlık Güç” elamanlarıyla birlikte o da gidiyor. Orada sorgucular kendisinden sonra aynı yoldan kimlerin kaçacağı konusunda sıkıştırıyorlar Sabahattin Ali’yi, oysa biz “roman”dan öğreniyoruz ki, kendisi sınırı başarıyla geçerse, arkasından Rasih Nuri ile arkadaşı Faruk gidecekler. Herhalde Sabahattin Ali bu iki kişinin adını söylemediği için öldürülmemiştir. Çünkü daha yakalanmadan on beş gün kadar önce Rasihlerin Nişantaşı’ndaki evinde güya saklanırken, İstanbul Valisi’nin Taksim’de düzenlediği baloya gitmekte, içkili olarak dönerken, ısrar üzerine Vali’nin makam arabasıyla saklandığı eve bırakılmaktadır. Yani Sabahattin Ali yurt dışına kaçacağını önüne gelene söylemekte, kaçak olarak kimlerde barındığı bilinmektedir…

Kırklareli Emniyetindeki “Karanlık Güçler” Sabahattin Ali’yi öldürdükten sonra üzerindeki giysileri, çantası ve çantasının içindekiler Ali Ertekin’de ne arıyor peki? Önce İstanbul Anadoluhisarı Yenimahalle’deki evinin bahçesine gömüyor, sonra çıkarıp Akhisar’da satıyor… Sabahattin Ali’nin yeşil mürekkepli kalemiyle işaretlediği kartı Edirnekapı’daki Berber Hasan’ın dükkânına getirip parasının geri kalan kısmını alıyor. Galiba aynı kartı (ikinci bir kart daha işaretlemediğine göre) bir süre sonra dükkâna gelen Rasih Nuri ile arkadaşı Faruk alıyorlar ve Sabahattin Ali’nin salimen sınırı geçtiğine kâni oluyorlar.

Ek Bilgiler”de romancı; “emekli albaylardan (doğrusu yarbay olacak -E.K.) Talat Turhan bir televizyon programında”, ismini bilmediği bir İstanbul Emniyet Müfettişi’nden duyduklarını söylemiş, onu aktarıyor. Müfettiş demiş ki: “Ben 1940’larda Kırklareli’nde komiserken Sabahattin Ali’yi sorguladım ve elimde kaldı.”

Kırklareli’nde ya da ülkenin herhangi bir ilinde-ilçesinde “komiserlik” görevi yapan insanlar adlarıyla sanlarıyla bilinirler, tanınırlar. Oysaki “romancımız” Sabahattin Ali’yi sorgulayıp öldürenlerin “Karanlık Güç” elemanı olduklarını yazıyor. Yani adamların kim oldukları “karanlık”.

***

Şimdi sonuç olarak; Sabahattin Ali’nin başı öne eğilmiş midir eğilmemiş midir bir de ona bakalım:

Sabahattin Ali adınızla ve kimliğinizle: “Cümlesi beli evet der enelhak dese/ Hâlâ taparlar mı koca terese?/ İsmet girmedi mi hâlâ kodese?/ Kel Ali’nin boynu vurulmuş mudur?” taşlamasını yazacaksınız, bu yüzden 1 yıl hapis cezasına çarptırılacaksınız.

Yatıp çıktıktan sonra devletten iş (öğretmenlik) isteyeceksiniz. Milli Eğitim Bakan’ı, o zaman Mustafa Kemal Paşa’ya (Gazi) bağlılığınızı ispatlayın diyecek ve aynı Sabahattin Ali adınız ve kimliğinizle “Benim Aşkım” adlı şiirinizi yazıp, son iki mısraında: “Kısacası gönlümü verdim Ulu Gazi’ye/Göğsümde şimdi yalnız onun aşkı yatıyor” diyeceksiniz; ama “Asla başı öne eğilmedi Sabahattin Ali’nin” şeklinde başlayan arka kapak yazılarıyla “Başın Öne Eğilmesin” adlı romanlar sunulacak arkanızdan…

Türkiye’de okuyucu o kadar çok mu saf görünüyor, ne dersiniz?

Bu da Osman Balcıgil’in belgesel Sabahattin Ali Romanı: “Yeşil Mürekkep”…

Soruyu kendimiz yanıtlayalım:

Evet çok çok saf görünüyor!..

Hıfzı Bey’in on yıl önceki belgesel Sabahattin Ali romanını doyurucu bulup beğenmemiş ki; belgesel romancı Osman Balcıgil, hızını alamayıp bu kez de “Sabahattin Ali’nin romanını” yazmış. (Osman Balcıgil, Yeşil Mürekkep, Destek Yayınları, Kasım 2016, 408 sayfa) Kapakta şöyle takdim ediliyor:

Ela Gözlü Pars Celile”nin yazarından Bir ‘Sabahattin Ali’ Romanı: Yeşil Mürekkep”

Bu belgesel roman da çok bölümlü: Tam 97 Bölüm ve bir buçuk sayfa kadarlık “Son Bölüm”le bitiyor.

Bize sorarsanız; “Yeşil Mürekkep”teki eksiklikler ve yanlışlar şöyle görünüyor:

* “Yirmi”nci bölümde; Sinop Cezaevi’nde yatmakta olan Sabahattin Ali, Nâzım Hikmet’ten mektup alıyor. Nâzım Hikmet mektubunda şunları yazası:

Romanını nasıl sabırsızlıkla ve büyük güvençle beklediğimi tasavvur edemezsin. Bak konkre konuşuyorum: Hikâye ve romanda bugün sen varsın, senden sonra Kemal Tahir var, sonra Orhan Kemal var, Suat Derviş var…”

Nâzım Hikmet’in kendisi de 1933’ün 18 Mart’ından itibaren hapiste bulunuyor; ancak ne Türk edebiyatının hikâye ve roman alanında yerleşip kökleşmiş bir Sabahattin Ali var, Kemal Tahir’se henüz Babıâli’de amatör bir gazeteci, yayımlanmış tek bir eseri yok, Orhan Kemal henüz Adana’da 19 yaşında bir delikanlı, edebiyatta ne adı var ne sanı… Tek sözü edilebilir imza ise Suat Derviş…

Sakın bu mektubu Nâzım Hikmet, 1938’de başlayan uzun hapislik döneminde, 1940’larda filan Bursa Cezaevi’nden yazmış olmasın Sabahattin Ali’ye?..

*“Yirmi İki”nci bölümde Sabahattin Ali Konya’daki mahkûmiyetinin kalanını Sinop Cezaevi’nde yatmakta iken Cumhuriyet’in 10’ncu yıldönümü dolayısıyla 29 Ekim 1933’te yasalaşan af kanunuyla serbest kalıyor. İstanbul’a geliyor.

Nâzım’ın adresini Suat Hanım’dan aldı Sabahattin.

Koca şair gizleniyordu ama çalışıyordu da. İpek Film Stüdyosu’nda muhtelif işler yapıyordu.

Kaçak göçek de olsa ağabeyi ve ustası gibi sevdiği Nâzım’ı buldu.” (S.129)

Böyle olması mümkün değil. Eminim ki; Sabahattin Ali’nin kendisi, Osman Balcıgil’den daha iyi biliyordu Nâzım Hikmet’in o sıralarda Bursa Cezaevi’nde yatmakta olduğunu. Çünkü 18 Mart 1933’te İstanbul’da başlatılan Nâzım Hikmet’in Muhalif TKP’siyle ilgili tutuklamalar, Haziran 1933 başında Bursa Cezaevi’ne taşınmış, grubuyla ilgili yargılama sonunda 5 yıl hapse mahkûm edilen Nâzım Hikmet 10’ncu yıl affından kısmen yararlandırılarak Ağustos 1934’te çıkabilmiştir.

*“Kırk Beş”inci bölümün bir yerinde şunlar yazılıyor:

O da tıpkı Sabahattin gibi onuncu yıl affıyla dışarıya çıkmıştı.

(…)

Ünlü şair 1938 yılında, askerî öğrencileri isyana teşvik ettiği için yargılanmış, 28 yıl ağır hapis cezası alıp yeniden zindana konulmuştu.”

Nâzım Hikmet’in 10’ncu yıl affından nasıl yararlandırıldığını yukarıda açıkladık.

1938 yılındaki Nâzım Hikmet’in başından geçen adlî olayları, belgesel romancı hiçbir yerde şu açıklıkla yazamıyor:

Nâzım Hikmet, 29 Mart 1938’de Ankara’da Harp Okulu Askerî Mahkemesince, askeri isyana tahrik ve teşvik ettiği iddiasıyla 15 yıl ağır hapis cezasına çarptırıldı. Aynı yılın yazında, yani 29 Ağustos 1938’de İstanbul’da Marmara Denizinde seyir halindeki Erkin gemisinin güvertesinde kurulan Donanma Kor. Askeri Mahkemesince de aynı suçtan 20 yıl ağır hapis cezası verildi. Bu iki cezanın toplamından infaz süresi (yani yatacağı yıllar) 28 yıl 4 ay olarak tespit edildi.

Böyle açıklansa, okur daha iyi anlamaz mı Nâzım Hikmet’in 1938’de başına geleni?..

*“Elli Sekiz”inci bölümün dipnotu 118’de, Halikarnas Balıkçısı’nın “Aganta Burina Burinata” kitabının 1945 yılında Bilgi Yayınevi’nce basıldığı söyleniyor. Ne 1945’te, hadi son iki rakam karıştı diyelim, ne de 1954’te henüz Bilgi Yayınevi adında bir yayınevi yok Türkiye’nin yayın dünyasında. Doğrusu Remzi Kitabevi olmasın sakın!

*“Altmış Sekiz”inci bölümde: “…İnadına, 1946’nın ilk günlerinden itibaren, Türkiye Sosyalist Partisi ve Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi yasal olarak faaliyet göstermeye başladı.” deniliyor.

Mümkün değil! Çünkü Türkiye Sosyalist Partisi 14 Mayıs 1946’da, Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi ise 19 Haziran 1946’da kurulup faaliyete geçti…

*“Elli Yedi” ve “Elli Sekiz”inci bölümlerde; yılı, ayı ve günü tam olarak belirtilmemekle birlikte Cevat Şakir Bey (Halikarnas Balıkçısı)’in ve Sabahattin Eyüboğlu’nun birlikte organize ettikleri bir mavi yolculuğa çıkılıyor. Kafilede en başta Sabahattin Ali olmak üzere Bedri Rahmi Eyüboğlu, Melih Cevdet Anday, Erol Güney, Necati Cumalı ve Samim Kocagöz var. Bir de ahtapot avcısı Paluka var yanlarında. “Macera” adındaki tekneyle İzmir körfezinden yola çıkıyorlar. Çeşme’den sonra Ege kıyılarını takip ederek yol almaktalarken bir gün bir balıkçı teknesiyle karşılaşıyorlar. Halikarnas Balıkçısı ile Paluka Rumca konuşuyorlar adamlarla… Meğer bu balıkçılar Yunan Direnişçilermiş. Bir araya gelip laflarlar, sofra kurup içki içerler. Balıkçı kılığındaki Direnişçilerden birisi; “Kadehimi Kapetan Kemal’in şerefine kaldırıyorum” der. Önce bu ismi Mustafa Kemal zannederler ama değildir, Yunanistan’daki ikinci iç savaşta, Demokratik Ordu’ya Türkiye devrimcilerini temsilen katılan Mihri Belli’dir o kişi. Yunan Gerilla Harbi’ndeki takma adı “Kapetan Kemal”dir.

5 Nisan 1947 baharında Yunanistan dağlarına ayak bastım” der Mihri Belli anılarında, Demokratik Ordu’daki yıllarını anlatırken. Ancak Yunanistan halkının hafızasına “Kapetan Kemal” olarak kazınması, bu tarihten epey sonra olması gerekir. Bizim “Mavi Yolculuk”taki aydınlarımızla direniş yanlısı Yunan balıkçıların karşılaşmasında Mihri Belli bu kadar popüler miydi, şüpheli. Üstelik bir de isteği üzerine Sabahattin Ali’ye bir tabanca ile bol mermi hediye ediyorlar… Ve minel garaip?

Belgesel romancılar, ne zaman rahat bırakacaksınız bu Sabahattin Ali’yi!.

 

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl