Ana Sayfa Polemik SUÇLU BULUNDU: EVLİYAZÂDELER!

SUÇLU BULUNDU: EVLİYAZÂDELER!

SUÇLU BULUNDU: EVLİYAZÂDELER!

İlkinin adı, ikincisinin soyadı “Yalçın”, ilki “Prof.” titrli bir “âlim”, ikincisi “gazeteci” olan iki yazar; aydınların ve kamuoyunun kafasını karıştırmaya devam ediyor.

Birincisi, yıllar önce Türkiye üzerine tezler ortaya attı. Ardından Aydın üzerine… 1980’lerin ortasında “Kürt sorunu” dayatınca Kürtleri keşfetti. Onların gerilla harbini, partilerini, partilerinin liderini büyük bir coşkuyla, sempatiyle selamlayan yazılar, kitaplar yazmaya başladı bu kez…

Hatta bir keresinde; liderin Bekaa Vadisi’ndeki karargâhına kadar giderek, orada, önünde, yanındaki müzisyen-yazar bir hanımla birlikte “Meddah”lık bile yapmıştı. Sonunda ülkesini terk etti, birkaç yıl sonra bulunup geldi, kesinleşen mahkûmiyeti vardı, hapse atıldı. Bir teşehhüd miktarı içeride yattı.

Çıktı geldi, bu kez Sırlar ve Şebeke kitaplarıyla Türkiye’deki Sebatayistleri keşfetti. Ona göre; ülkemizin siyasetine, ekonomisine, sanatına, kültürüne, medyasına… velhasıl aklınıza gelen her şeyine Sebatay Sevi’nin soyundan gelen “dönme”ler egemendi…

O kadar öyleydi ki; onlar yani Sebatayist dönmeler bir şebeke halindeydiler ve kendi aralarında önemli sırlar taşıyorlardı. “Petit” Yalçın o kadar ustalaşmış ve uzmanlaşmıştı ki, Sebatayist dönmeyi artık gözünden değil, soyadından tanıyıveriyordu. Örneğin eski işadamı ve çevreci, geçen yıl dünyamızdan ayrılan Hayrettin Karaca onlardandı… Bu kritere göre, bu satırların yazarı ben naçiz kulunuz da bal gibi Sebatayist bir dönme’ydim…

Derken bu kez, bu “petit” âlimin çizgisinden gidenler türedi. Soyadı “Yalçın” olan bir gazeteci “Efendi-Beyaz Türklerin Büyük Sırrı” (Soner Yalçın, Doğan Kitap. 614 sayfa, büyük boy, 6. baskı, Nisan 2004) kitabıyla kafileye katıldı.

Beni bu kitabı okumaya yönelten merak, ilk çıktığında bir kitapçıda karıştırırken, “Kaynakça”da kendi eserlerimden birini görmüş olmamdı.

Soner Yalçın’ın “Kaynakça”da gösterdiği eserimden, kitabının neresinde yararlandığını arayıp bulmaya çalışırken 381’nci sayfaya gelmiştim. Meğer Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünün yaklaşmakta olduğu sırada; Tek Parti Diktatörlüğü’nün faşist-militarist kanadıyla, karşıtı kadrolar çatışırken, Nâzım Hikmet ve Hikmet Kıvılcımlı’nın da aralarında olduğu Türkiye komünistlerinin askerî mahkemelerde başlarına çorap örülmesini anlatırken yararlanmış benim eserimden.

İsmet İnönü- Fevzi Çakmak ittifakı, Türkiye’nin tanık olacağı en büyük ‘senaryolarından’ birini hayata geçirdi: ‘Bir komünist isyanı nasıl önlenir’ oyunu sahneye kondu.

Nâzım Hikmet, Hikmet Kıvılcımlı, Kemal Tahir, Kerim Korcan, A.Kadir (Abdülkadir Meriçboyu) ve arkadaşları ‘orduyu ve donanmayı isyana teşvik’ suçuyla 29 Ağustos 1938’de hapse atıldılar!” (S.381)

Anlaşıldı. Yazar; benim “Sintinenin Dibinde/T.C.’nin Hukuksal Öyküsü” (Gendaş Kültür Yayınları, İstanbul, Aralık 2000) kitabımdan yararlanmıştı. Ancak pek çok kez yapıldığı gibi; iki ayrı davayı, tarihi ve sanıklarını birbirine karıştırmıştı!

Oysaki doğrusu şöyle olacaktı:

İkinci paragrafta sayılan isimlerden Nâzım Hikmet ve A.Kadir, Ankara Kara Harp Okulu Davası’nın sanığıydılar. Harp Okulu Komutanlığı Askerî Mahkemesi’nin 29 Mart 1938 günkü kararıyla Nâzım Hikmet 15, A. Kadir 5 yıla mahkûm edilmişti.

Yine ikinci paragrafta sayılan isimlerden Hikmet Kıvılcımlı, Kemal Tahir, Kerim Korcan… 13 Haziran 1938’de İstanbul’da Donanma Komutanlığı Askerî Mahkemesi tarafından tutuklanmışlar, Ankara’dan getirilen Nâzım Hikmet’in (Donanmanın er ve erbaşlarının, birkaç sivil komünistin de) aralarına katılmasıyla birlikte 27 kişi olarak; 10 Ağustos 1938’de Erkin’in yemek salonunda yargılanmaya başlamışlar, 29 AĞUSTOS 1938 günü mahkûm edilmişlerdir.

Benim bildiğim bir kaynaktan böyle yararlanan bir yazarın, öteki bildiklerimi nasıl ele aldığını daha da merak ederek okumayı sürdürdüm.

Ve bakın daha neler gördüm!..

Soner Yalçın’ın “Efendi- Beyaz Türklerin Büyük Sırrı” kitabını okumayı sürdürelim bakalım.

Yirminci Bölüm, “20 Mayıs 1950, Ankara” bahsine geldim. Bilindiği gibi 14 Mayıs 1950 günkü seçimleri Demokrat Parti ezici bir çoğunlukla kazanmıştı. Meclis’e 408 milletvekili sokan DP’nin saltanat yıllarının başladığına değinecek yazar:

Türkiye’de artık ‘demirkırat” dönemi başlıyordu…

Meclis kısa bir sürede isminden sık sık bahsedilecek yeni yüzlerle tanışıyordu: Dr. Baha Akşit…” (S.447)

Bu isimden itibaren sayıp gittiği Ekrem Alican, Behzat Bilgin, Osman Bölükbaşı, Rıfkı Salim Burçak vb. gibi adlar, gerçekten Meclis’in yeni yüzleriydi. Ancak daha ilk başta geçirdiği isim “Dr. Baha Akşit”; 14 Mayıs 1950 seçimlerinde değil, Temmuz 1946 ve 14 Mayıs 1950 seçimlerinde DP’den Denizli milletvekili olarak Meclis’e giren akrabası Hüsnü Akşit’in yerinin, ölümüyle boşalması üzerine girecekti:

16 Eylül 1951’de Denizli’de yapılan milletvekili ara seçiminde DP adayı Baha Akşit CHP adayı Cemil Sait Barlas’tan 200 küsûr fazla oy alarak seçilmiştir.” (Dünya gazetesinin 17 Eylül 1951 tarihli haberi)

Yani Dr. Baha Akşit’in Meclis’te DP’nin yeni ve önemli simalarından birisi olması 1952 ve1953 yıllarında başlayacaktır.

Benim böyle bildiğim bir olayı -olguyu bu şekilde değerlendiren yazarın, öteki bildiklerimi nasıl ele aldığını daha da merak ederek okumayı sürdürdüm…

Yine aynı bölümün yani Yirminci Bölüm’ün 453’ncü sayfasına geldim. Bir dipnotla karşılaştım:

Türkiye NATO’ya girebilmek için İsmet Paşa ‘yöntemini’ seçti. 26 Ekim 1951’de başlayan Türkiye Komünist Partisi (TKP) üyelerine yönelik 167 kişilik ‘büyük tevkifat’ günlerce gazete manşetlerinden düşmedi.”

Yazar bu cümlenin sonuna koyduğu 10’ncu dipnotu ise şöyle açıklıyordu:

Aslında sanık sayısı 187’ydi. Ancak 20 kişi ‘pişmanlık yasası’ndan yararlanarak itirafçı oldu. Bu nedenle bu dava 167 kişi olarak bilinmektedir. İşkenceli sorgular sonucu, ilkokul öğretmeni Hasan Basri Alp öldürüldü…” (S.453)

Oysa ki Vedat Türkali, “Güven” romanının birinci cildinin jeneriğinde arkadaşı Hasan Basri Alp için bakın ne yazıyor:

27 OCAK 1945’te Sansaryan Han’da Güvenlik’teki soruşturması sırasında yaşamını onurlu biçimde yitiren gerçek insan, yiğit devrimci Hasan Basri Alp’in yüce anısına…”

Yani Hasan Basri Alp 1951 Komünist tevkifatının soruşturması sırasında değil, 1944 tevkifatının soruşturmasından kaçarken yakalandığı 27 Ocak 1945’te öldürülmüş!

Benim bildiklerimden çok farklı anlatılan, doğrularını kanıtladığım bu üç olay-olgudan sonra da “Efendi- Beyaz Türklerin Büyük Sırrı”nı elimden bırakmayıp sonuna kadar okudum.

Kitabı kapattıktan sonra da; işte dedim suçlu bulundu: Evliyazâdelermiş!

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl