Ufuk Kazası

Ütopya romanı yazılışından 6o5. Yıl ve Dada hareketinin başlangıcından bu güne 105 sene geçmiş, büyük ve şanlı Sovyet Devriminin ise 105’inci sene-i devriyesinde yeni bir ortaçağın tam orta göbeğindeyiz- nefes alamaz halde.

Son 20 yılı bezeyen küresel ekonomik krizler, tek adam yönetimleri, yok denecek kadar tırpanlanmış sosyal haklar ve artık hükmü olmayan koskoca bir insan hakları beyannamesi- çıkışsız bir tufandayız gözükmekte.

Ustam Walter Benjamin’in deyişiyle tarihin yangın alarmı çoktan erör vermiş, kuru bir noise umutsuz kulaklarımızı dövmekte.

Peki, böyle mi başlamıştı bu sevda?

Hafızaya Dalış

Tuhaf bir şekilde, 90’lı yılların başında tarihin sonu söylemleriyle başlamış yeni binyıl, geçmişin anlam ve çatışkı yüklü anılarının yükünü(ki buna tarihte diyebiliriz) sürekli anımsama, tartışma hevesinde.

Bu durumda iki şey düşündürebiliriz:

  1. Küresel entelektüel tahayyülün geçmişin parlak düşünce, eylem, deneyim ve hatıraları boyunca kendine yol haritaları aradığı ve buradan bir çıkış kapısı bulma çabasında olduğu.
  1. Küresel entelektüel tahayyülün nostaljinin karanlık dehlizlerinde, melankolik bir kayboluşun içinde olduğu ve bırakın yolun kendisini, yolun amacını bile yitirdiği.

Ama bu düşüncelerin cevaplarını vermeden önce, tarihsel olayların neden şimdi, bu kadar önemsenir hale geldiği sorusu üzerine yoğunlaşmalıyız. Bu soruya verilecek en çıplak yanıt; yaşadığımız çağın daha şimdiden çok karanlık, umutsuz, çıkışsız ve gerçekdışı görünmesinde yatmaktadır.

Toplumsal tahayyüllerin belirleyici olduğu bir tarihten küresel şirketlerin jeopolitik hattının tayin edici olduğu bir tarihe, kitlelerin özne olma şansı olduğu bir tarihten kitlelerin tamamen nesne olduğu bir tarihe, hakikatin oyuna dahil olduğu bir tarihten simülasyon evrenin her şeyi belirlediği bir tarihe düştük. Bilinen tarihten bugüne artık kalan yegane şey tamamen kin, güç ve çıkar ile haritalanmış hipergerçekliktir.

Tarih artık bir hipergerçeklikse, onunla baş edemeyiz, onu aşamayız, onu bir daha yazamayız. O zaman tarih artık bir zehirdir; bugünü ve yarını hedef alan, tehlikeli bir zehir.

Bu durumda tarihsel olaylara karşı nostalji duymamız ilk bakışta hoş bir narkoz gözükse de, yaşadığımız hipergerçelik evreninin vahametine işaret etmekten öteye gitmez; çünkü Baudrillard’ın dediği şekliyle “Nostalji denilen şey asıl anlamına, gerçek gerçekliğini yitirdiği gün kavuşmuştur”.

O zaman; nostaljiyi unutup, yekpare bir tarih algısından vazgeçip, tarihsel an içinden sadece deneyimin ışıltısını hissetmeli ve onun yeniden ama farklı şartlarda nefes alabileceğine dair umudu saklamayı düşünmeliyiz. Fakat umut en katıksız toplumsal tahayyül, her dönem geçerli ütopya sihri kabul edilmiştir, fakat aynı zamanda bugüne ve yarına katıksız umut beslemekte en katıksız bir zehirdir.

Kuşkusuz; Ütopya, Dada, Devrim, Sovyet gibi kavramların hepsi sol dediğimiz kavram/konum ile ilişkilidir ve sol umut denilen zehri içmeye de tarihsel olarak meyillidir.

Skolastik Uyuşturucu

Sol tahayyül; hipergerçekliğin egemen olduğu, gerçeğin kaybının yoğunlaştığı, simülasyonun ağırlığını koyduğu bir dünya ile baş etmeyi henüz göze almamıştır. Kuşkusuz bunu yapabilmesi için kendi 250 yıllık pratiği ile hesaplaşması, yani tarih ile yeni bir ilişki kurması gerekmektedir.

Kuşkusuz bu sol için büyük bir travmadır; çünkü sol 68 yenilgisi üzerine 70’lerin şiddet sonbaharları, onun üzerine 80’lerde neo-liberal muhafazakarlığın zaferi ve nihayetin 90’ların başında duvarların yıkılması ile sürekli yediği darbelerden artık zihni bulanmış, duyduğu ağrıdan tarihsel iksirleri içerek kurtulmaya çalışmış, akan zamanın içinde nostaljik bir retro gerçeklik ve oradan türetilen umudun “retro future” hayalleri ile bezeli bir sanal gerçeklik içinde kaybolmuştur.

Solun içinde yaşadığı, sisteminde çeşitli sponsorluk bağlarıyla(son 40 yılın küresel akademi kürsüsünde öne çıkan ve düşünce dağarcığımıza hâkim olan çıkan Marxist, Anarşist, Post-Yapısalcı meşhur figürler) destek olduğu bu sanal gerçeklik aleminin ana yakıtı, sürekli yeniden üretilen “söylem” havuzudur. İnsanlık, eşitlik, toplumsal, evrensel değerler, kardeşlik, emekçi sınıflar, yarınlar, etik, devrim, mücadele, bilim, mücadele, sınıfsal kin, duruş, bağlam…

Bu değişmez söylemler ve onlardan yaratılan, politik kanaat/hakikat döngüsü 21. Yüzyıla dair yeni bir skolastik üretmiştir.

Solun yeniden ürettiği bu söylem havuzu ve sürekli onunla şekillenen bağlam bugün sol tahayyülün önündeki en büyük ayak bağı hali haline gelmiştir. Sol bu ayak bağının verdiği dengesiz ile yalpalanmakta, yenilgilerin verdiği umutsuzlukla uyuşmakta ve gözünün önündeki çıplak gerçeği görmesini engellemektedir.

Kuşkusuz solun söylem yumağının dönüp dolaşarak geldiği sınır, kapitalizmi yıkma tahayyülü olmuştur. Fakat sol kendi tarihsel haklılığının inadına ve onu sürekli ateşleyen söylem havuzuna öyle bir sarılmaktadır aslında yıkmak istediği toplumsal sistem olan kapitalizmin çoktan çöktüğünü, işlemez hale geldiğinin farkında değildir. Ve hatta ölmüş bir yapıyı sürekli onun yıkılması, yok edilmesi, devrilmesi iddiası ile simülasyon sisteminde ayakta tutanın kendi iddiası ve inancı olduğu hakikatini de idrak edememektir.

Baudrillard’ın deyişiyle sistem “olumsuz anlamda onu yeniden diriltilmemizi arzulamaktadır” ve solun son 45 yıldır sürekli yinelediği praxis’te budur. Çökmüş bir sistemi, sürekli söylem ile yıkmaya çalışarak; var etmek. Bu durumun varlığı iktidar için o kadar hayatidir ki, yine Baudrillard’a göre “Eleştiri ve olumsuzlama günün birinde bitip tükenecek olursa, iktidarın buna karşı alabileceği tek önlem onlara yapay bir şekilde can vermek ve onları bir halüsinasyona dönüştürmek” olacaktır.

Gerçeğe Çağrı

Sol uzun yıllardır içine düştüğü evrenin gerçek dışılığını kabul etmeli, sarındığı skolastik kafesi parçalamalı, tarih kadar zamanın kendisinden de kesin bir kopuş yakalayabilmelidir. Bu aynı zamanda 21. yüzyılın üzerinde akbaba gibi gezen yeni faşizmin yükselişinde solun kendi azap payını üstlenmesidir. Bu yeni bir felaketi engelleme refleksi değil, zaten çoktan bir felaketin post-apokaliptik koşullarında yaşamı savunma eylemidir.

Ki yeniden deneyim, tersine çevirme, meydan okuma, şiir, baştan çıkartma ve özgürlük ile yaşamı kurmayı istemine can verilsin.

Bunun gerçekleşmesi içinse sadece insanların değil hayvanların, robotik evrimin, bitki/ağaçların, her türlü hayatın (canlı ya da yapay) birlikte var olacağı yeni bir farkındalık geliştirmek gerekir.

Olası bu silkiniş, solun ölümden dönüşü değil, yeniden ve doğumu olabilir; sonsuz olasılıklar aleminde.

Sıkıştık koca dünyada daracık kafeslere.. Peki o zaman, şimdi değilse ne zaman?

Burada değilse- o zaman nerede?

İstanbul şehrindeyim; post-endüstriyel dünyanın tüm lağım borularının tazyik verdiği kozmik üçgende.

Ece Ayhan aktarır; Sürrealist devrimcilerin atlaslarında iki başkent vardır; birisi Paris, öteki si İstanbul.

Yıllar geçti; yabanice katledilen gencecik fidan -Ali İsmail Korkmaz’ın heyyulası, kadim Anadolu’ya kalkışma diye sesleniyor. Yine Ecegil bir ifade ile Anadolu da davul ve zurna- düğündür, eğer bayrakta asılıyorsa- İsyan.

Ki unutulmaz 31 Mayıs gecesi- kendi bayrağımızla – çok geçte olsa barıştık.

Bitmez kriz, tinsel sefalet, uluyan çakallar, koca bir isyan muştuluyor- belki de.

Peki, o zaman şimdi değilse ne zaman- burası değilse neresi?

Ey ŞEHR-İ İSYANBUL..

BJK-hASANPAŞA