Ana Sayfa Manşet Tarantino: Şah ve mat!

Tarantino: Şah ve mat!

Tarantino: Şah ve mat!

Bir takım naçizane uyarılar:

1. Okumak üzere olduğunuz yazı, içerdiği hayli düşük ‘‘spoiler’’ miktarı ile o yöndeki beklentilerinizin altında kalacağını taahhüt; öte yandan ise “bilinç akışı” izlenimi uyandırabileceğinden ötürü getirmeniz muhtemel “eklektik, bayağı yazılmış, sayıklamalar silsilesi” eleştirilerinizi peşinen kabul eder.

2. Yazı bariz bir öfke ile yazılmıştır fakat dağınıklığını bu türden, tamamen yaratıcı tekil şahsı bağlayıp alıcı şahısları pek ilgilendirmeyen ‘‘ucuz’’ mazeretler altında somutlamayacaktır. Dili(mi) ve girişi; nobran, buyurgan yahut ukala bulanlar tam da bu noktada, dilerlerse okuma eylemlerini keserek tercih edecekleri başkaca eylemlere yönelebilirler. Zerre miktar gocunmayacağımı tüm samimiyetimle bildiririm.

3. Son olarak bu girişin ardı sıra yazıyı sönük bulacak okurlara fragmanların aldatıcı cazibesini hatırlatır, sinema yazılarının da konu aldığı eserlerin üsluplarından dolaylı yollarla bile olsa etkilenebileceği görüşümü belirtmek isterim. Bu yazı temelde, popüler kültür açısından bir tabu haline dönüştürülmüş, adeta ikonlaştırılmış ‘‘Tarantino sineması’’nı ideolojik kaygılarla hedef almaktadır.

Kentlerde bugün adalet, beyazın silahıyla ve yasalardan alınan dokunulmazlık ile sağlanırken Tarantino’nun son iki filminde siyahın silahıyla -ancak küçük bir ayrımla- günümüzden, günümüz yasalarından epey uzakta ve ‘‘doğal koşullarda’’ sağlanıyor.

Quentin Tarantino’nun son filmi üzerine ‘‘son gelişmeler’’ ışığında bir yazı yazmak abes kaçar mı bilmiyorum. Şahsen filmlerin güncellikleri ile tartıldıkları popülist bir görüşten hareket etmiyor yanı sıra okur ve izleyici pozisyonlarını aynı kefeye koymuyorum.

Seyirler, satırlar, anılar ve sahneler… Bu düzlem, bu sarmal, bu çengel ve bulmaca… Bu siyasi karmaşa, kalemleri aralıksız kışkırtıp kâğıt başına çağırıyor.

Siyah Red Rock’a

The Hateful Eight (2015), Hollywood’un, Birleşik Emperyalist Devletin Afganistan saldırısı ve devamında Irak İşgalinden (2003) beri blockbuster yapımlara; aksiyonlara, süper kahraman anlatılarına politik mesaj enjekte etmenin ötesine geçerek artık zeminlerin de tümden politik kurulduğu, kartların karıldığı yeni bir ihtiyacın karşılığı/sonucu olarak karşımızda/masamızda duruyor.

Bilimkurgu-fantastik türdeki Avatar (James Cameron-2009) filmi uzaya uzanarak nasıl bir işgal ve medeni dönüşüm-kültürel inşa masalı anlattıysa Hollywood’un asi anılan, sado-mazo hikâye avcısı, ayak fetişisti, zeki çocuğu Tarantino da son filmlerinde (Django Unchained ve yazının konusu The Hateful Eight) siyah-beyaz, pastoral bir vahşet tablosunda gezdiriyor politik fırçasını. Ekseriyetle doğanın renklerini; yeşili, kahve tonları, son filmindeyse tipinin kuşattığı ortamlardan süzülmüş, yer yer yağış halinde kifayetini bulan beyazı kullanıyor. Geçiş rengi ise daima kan kırmızısı…

Tarantino kentten kıra ve günümüzden geçmişe (ABD ulusal-siyasal birliği kuruluşuna, kısacası güney-kuzey savaşı) kayıyorsa onun bildiği ile Amerikan propaganda sanatı sayabileceğimiz sinemanın bildiği ortaklaşıyor, kaygılarda asgari de olsa mutabakata varılıyor demektir.

Irkçılık bugün Amerikan kentlerinde doludizgin yaşanıyor, Ku Klux Klan çeteleri hatırı sayılır bir güce erişiyor, milliyetçi partiler-gruplar palazlanıyor ve Tarantino Irkçılığı; birkaç yıldır, birkaç filmdir; köklerde, vahşi doğada, şerif yıldızlı-kovboy şapkalı, mütemadiyen atlı adamların cirit attığı kasabalarda, yalnızca kurt kanununu, namlulardan tüten dumanları referans alarak yargılıyor. Kurtlukta düşen yeniliyor, ‘‘adettendir’’ deniliyor, geçiştiriliyor. Yaralar pansuman yapılıp kapatılıyor. Adalet, silahın kabzasını kim kavrıyorsa onun tarafından tesis ediliyor.

Kentlerde bugün adalet, beyazın silahıyla ve yasalardan alınan dokunulmazlık ile sağlanırken Tarantino’nun son iki filminde siyahın silahıyla -ancak küçük bir ayrımla- günümüzden, günümüz yasalarından epey uzakta ve ‘‘doğal koşullarda’’ sağlanıyor.

Silahın adalet ile kesiştiği ve yolunu bu ilk buluşmanın ardından bulduğu izlekler (genellemeye hemen her türden westerni dâhil edebiliriz sanırım) kentlerin o gerçek çalkantısını yansıtmaktan yana yavan… Kuşkusuz Tarantino’nun kentlerde yapacağı şeyler ve çekeceği sahneler sınırlıdır: romantize, varlığı üretmek yerine yok ederek duyumsatan kişisel intikamlar, sadece tuhaf olmasına karşın ‘‘dâhiyane’’ diye yedirilmek istenen diyaloglara sahip banka soygunları, birbirlerine bodoslama giren, şiddetle çıkılmış, yine şiddete varılacak mastürbatif avanta yolculukları…

Kırda Irkçılığı yargılamak kurnazlıktır, zira kırlarda masal anlatmak ezelden beri kolay olmuştur. Mistik ve mitsel art plan, yaşamın güncele ilişik doğasını zehirler ve hareketi zedeler, bilinci uykuya götürür. Tarantino’nun avantajı bilinci uyardığı yanılsamasını bugüne dek başarıyla sürdürmesidir.

Bugün, ulus parçalana dururken, demokratlar yönetimi kaybedip Donald Trump başkan seçilirken ulusal-siyasal birlik masalları anlatmak, dönemler ve mevkiler üstü tutulan ırkçılık karşıtı beyazları (Bu filmde Abraham Lincoln) ilahlaştırmak maalesef bir ayak fetişistine düşüyor. Tarantino bize ayak yapıyor! Yapsın, ziyanı yok! Mesele ayaksa severiz!

*

Severiz sevmesine fakat bazı masallardan, zihnimizi geçtim, midemiz dahi bulanır. The Hateful Eight masalı da o bulantı malzemesine yutak rahatlığıyla girmektedir. Django’ya benzer bir şekilde, grup yolculuğu filmi gibi başlayıp tek mekânda gerilime, hafiften hafiye öyküsüne dönen ve uzun süresine rağmen ‘‘ustaca’’ örgütlenmiş örgüsüyle seyirciyi sıkmayan bu film, Emily Bronte eseri Wuthering Heights’a sinsi bir isim benzerliği selamı dışında, akıllara ziyandan gayrı ne katıyor?

Vakti zamanında Atilla Dorsay Kill Bill anlatısını göklere çıkarmıştı.(ii) Her şey bir tarafa Kill Bill’de göklere çıkacak ne vardı? Yılmadan usanmadan, kimseye de gücenmeden yanıt arayıp durdum bu iç soruya. Şiddet kullanımı, günümüz sinemasında ağır aksak tempoda ilerleyen, amiyane tabirle ‘‘akmayan’’ sanat filmlerinin yegâne panzehri biçiminde sunuluyor. Sinemayı, kinemayı; göstererek değil, görüntüyü dondurarak, olay’ı öldürerek ve izleyiciyi cehenneme postalayarak karşılayanlara… Yani bir bakıma “sanat, daha çok sanat” söyleminden yana olanlara karşı şiddet; avamın refleksi bağlamında, seyircinin ekonomik sistem önündeki zafiyetlerini, hırpalanmışlığını cambaz gösterisine emanet eden bir ip çizgide, aksiyonun ayrılmazı haline geliyor. Gerek Avrupa Sinemasında gerek Hollywood’da; cinselliğin fetişisttik ve fantastik, doğurganlığı usulca alınmış boyutlarda bir doyumla ilintilendiği, Japonya başta olmak üzere çeşitli Asya Sinemalarından esin, kan banyosu ettirilmiş sahneler çekim planlarını dolduruyor.

Django Unchained (2012)

Ve Beyaz Kazanır!

Bu çağda Tarantino sinemanın usta bir icracısı ve bir o kadar da uzun tahta burnuyla Pinokyo’su! The Hateful Eight, başkan Abraham Lincoln’ün siyahi başkarakter, eski binbaşı yeni kelle avcısı Marquis Warren (Samuel L. Jackson)’a yazdığı kardeşlik ve samimiyet içeren mektubuyla birlikte Red Rock kasabasına ulaşmaya çalışan kelle avcılarının, tipi yüzünden siyahi bir kadının işlettiği bir mekânda, Meksika menşei, İngiliz üyeleri bulunan bir çeteyle psikolojik (sonrasında silahlı) çatışmasından mürekkep…

Filmin, Django Unchained (2012) ile kayda değer bir farkı bulunmuyor. Siyah ile beyaz silahşorların dostluğuna bakışa, askeri unvan ve tüm bu rütbelerin ağırlığı ekleniyor. Tarantino belki de western karikatürü ile alegorik sınırları belirgin çekemediğinden kır aksiyonlarına dönük üslubunu zenginleştiremiyor, kendini tekrarlıyor diyebiliriz. Ki bu tekrarlar ortalama izleyiciyi, ‘‘hayran kitleyi’’ rahatsız etmek şöyle dursun zevkten dört köşe kılmaya yarıyor.

Minnie’nin Tuhafiyesinin (kapalı mekânın) kuzey-güney olarak bölünmesi, ırkçı general karakterinin haksızlık karşısında satranç arkadaşı Sweet Dave’yi satarak susması, damarına basılsa bile can güvenliğini onurunun üstünde tutması ve bir anlamda ‘‘üst çıkarların’’, bireyci vahşiliğin galibiyetini vurgulaması dışında film zülfü yâre dokunmuyor.

Mahsur kalınan mekânı siyahi bir kadın işletiyor. Mekâna köpeklerin ve Meksikalıların girmesinin yasak olduğu belirtiliyor. Mekân bu ötekinin ötekileştirdiği düzlemde bir Meksika çetesi tarafından gasp ediliyor, siyah ve beyaz kelle avcıları, eskinin yağmacısı yeninin kanun adamı (müstakbel Red Rock şerifi) olan korkak mizaçlı Chris Mannix (Walton Goggins) ise mekânı kurtarmaya çalışıyorlar. Onlardan alınanı geri alacaklar ve elbette ellerindeki mahkûmu (çete liderinin kız kardeşi Daisy Domergue) koruyacaklar. İyi güzel de onlar kim? Alınacak olanlar? Alacak olanlar? Kim bunlar? Kelleler kime ait yahu! Köpekler kimin ve kimin kapısında havlıyor bu köpekler? Bu atları kim çekiyor? Atları kim vuruyor? Atları da nasıl vururlar ama! Don’t they? Mesele bu denli basit (mi?)(iii)

Filmin finalinde; uğruna, siyahisinden Yeni Zelandalısına bir koca dünyayı (Amerikan rüyasını) temsilen kanlar dökülen mahkûm kadın ipe çekiliyor, siyah ve beyaz adamlar beyazları öldürüyor, Tarantino Irkçılığa-ayrımcılığa karşı sözünü söylemiş oluyor. Fakat işin doğrusu beyazlar siyahları öldürüyor, siyahlar da üniformasını giyip hizmet ettikleri yağma imparatorluğunun silahı altındadır, canları acımakta, içleri kan ağlamaktadır. Bu kan Tarantino’nun filminden damlamaz, senaryosunun bir köşesine dökülmez, seyircinin suratına sıçramaz.

ABD sokakları içten içe kaynamaktadır bugün. Bir diğer deyişle Tarantino’nun masalı başlamadan bitmek durumundadır. General ile garibanı buluşturan, tuhafiyedeki o satranç masası kanla sulanmıştır bir kere, romantik mektup hamleleri merhem olmaz. Nefret, karlar altında oynanan bir oyundan çok daha fazlasına tekabül etmektedir ve Tarantino ‘‘çok sevdiği ayaklarıyla’’ beyaz olmayanlara yönelik şiddeti absorbe edip nefreti karyolanın altına itelemektedir. Bu ‘‘mat’’ ırkçılık karşıtlığının hangi rengin oyun üstünlüğüne, hangi sınıfın mat’ına hizmet ettiği açıktır.

Filmi bir kez daha izlemeye niyetlenenlere iyi seyirler demeye dilim varmaz ama hâlâ uyumamış olanlara ‘‘iyi masallar” dileyebilirim.

(i)Hakkaniyetli yaklaşmak açısından filmlerin bu seçimden evvel çekildiklerini not düşmek gerekir.

(ii)https://www.sabah.com.tr/yazarlar/cumartesi/dorsay/2004/07/10/amerikan_sinemasinin_en_iyi_orneklerini_seyrettik Sinema yazarı Dorsay Sabah Gazetesindeki köşesinde genel bir değerlendirme yaptığı yazıda Kill Bill’i ‘’baş döndürücü’’ biçiminde yorumluyor.

(iii)Bu satırlarda, Amerikan sinemasının şiddetle özdeşleşmiş yönetmenlerinden Sam Peckinpah’ın ‘’Bring Me the Head of Alfredo Garcia(1974)’’ ve Sydney Pollack’ın önemli bir toplumsal eleştiri örneği sunan ‘’They Shoot Horses, Don’t They?(1969)’’ filmlerine gönderme yapılmaktadır.

 

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl