Eski Ahit’in giriş bölümü olan Genesis, kâinatın nasıl yaratıldığının yanı sıra Adem ile Havva’nın öyküsünü de içerir. Hristiyan ve Yahudilerin kadına bakış açısını ve “orijinal günah” kavramını dile getiren bu öyküye göre, Tanrı topraktan Adem’i yaratır, kendi nefesini üfleyerek ona hayat verir ve “cennet bahçesine” yerleştirir. Buradaki tüm ağaçların meyvelerini yiyebileceğini, ancak “iyiliğin ve kötülüğün bilgi ağacından” uzak durmasını, yoksa öleceğini buyurur. Bu arada Adem uyurken onun kaburgasından, canı sıkılmasın diye, Havva’yı yaratır çünkü bahçedeki hayvanlar Adem için pek eğlenceli değildir. Böylece Adem ile Havva çırılçıplak, utanç duyguları olmadan mutlu bir şekilde cennet bahçesinde yaşamaya başlar.

Bir süre sonra “yılan” ortaya çıkar, Havva’ya bilgi ağacının meyvesini yediği takdirde ölmeyeceğini, aksine iyi ve kötüyü ayırt ederek Tanrı gibi olacağını telkin eder. Havva meyveyi yer, sonra Adem’e verir, o da yer ve ikisinin birden gözleri açılır, çıplak olduklarının ayırdına varırlar. İncir ağacının yapraklarıyla mahrem yerlerini örtmeye, Tanrı’dan saklanmaya çalışırlar fakat Tanrı onları bulur, ne yapmış olduklarını sorar. Adem Havva’yı, Havva ise yılanı suçlar. Bunun üzerine Tanrı yılanı lanetler, Havva’ya korkunç doğum sancıları ve kocası tarafından yönetilmeyi, Adem’e ise ağır çalışma koşulları ile ölümü bahşeder, onları yeryüzüne gönderir. Böylece Hristiyan ve Yahudi dinlerinin orijinal günah doktrininin temeli atılmış olur ve Adem’in cennetten kovulmasına sebep olduğu için Havva nezdinde tüm kadınlar, şeytana giden yolun başlangıcı olarak damgalanır.

Orijinal günah” kavramı Kuran’da yer almaz. Yasak meyveyi yedikleri için Adem ve Havva’nın her ikisi de sorumludur, lâkin Allah onları affeder. Adem’le Havva affedilip yeryüzüne gönderilir ama sanki günahlarının acısı başka şekillerde çıkarılacak gibidir, özellikle de Havva’dan… Peygambere ait olduğu söylenen pek çok hadiste Tevrat ve İncil’in etkileri hissedilir. İslâm’ın önemli kaynaklarından, Sahih al-Bukhari’ye göre (Bölüm 55, Hadis 611) Peygamberin şöyle dediği söylenir: “…Eğer Havva olmasaydı, hiçbir kadın kocasına ihanet etmezdi.” Kuran’da kadına ve kadının rolüne dair ayetler son derece nettir, erkeğin kadından üstün olduğu ve kadın üzerindeki egemenliği açıkça dile getirilir. Örneğin “Nisa” ayetinin kadınlar üzerine olan bölümünde (4:34), şöyle denir: “Erkeğin kadın üzerinde otoritesi vardır çünkü Allah birini diğerinden üstün yaratmıştır ve çünkü erkek kadını korumak için harcama yapar. İyi kadınlar itaatkârdır. Mahrem yerlerini gizlerler çünkü Allah onları korur. Başkaldıracağından endişe ettiğin kadınların kulağını çek, onları yataklarında yalnız bırak ve döv. Bunlardan sonra, sana itaat etmeyi kabul ederlerse, artık bir şey yapma.”

Gülnur Acar Savran’ın çok güzel özetlediği gibi, İslâm’da “…kadın bedeni uzak durulacak bir günah değil, erkeği yoldan çıkarmaması -ve erkeğe ihanet etmemesi- için mutlak bir şekilde denetlenecek, kapatılacak ama tohum verilecek bir kaynaktır; topraktır, anadır.” (Feminist Politika, s.17)

When God Was a Woman (Tanrı Bir Kadınken), tarih profesörü ve heykeltraş Amerikalı Merlin Stone’un 1976’da yayımlanan ve feminist literatürün mihenk taşlarından sayılan kitabının başlığı. Merlin bu kitabında, tarih öncesi toplumların anaerkil olduğunu ve bunun babaerkil Hint-Avrupa kavimleri tarafından yıkıldığını söyler. Bugün hâlâ, Yahudi kavimleri içinde bir tür ruhban sınıfı olarak görülen Levi’lerin de Hint-Avrupa kökenli olduklarını belirten Merlin, bu ruhban sınıfın misogonist (kadın düşmanı) olduğunu ve tanrıça tapımına karşı olan nefretini önce İsrail kavmi içine yerleştirdiğini, sonra da tüm Hristiyanlığı bu doğrultuda etkilediğini iddia eder.

Anaerkil toplumdan babaerkilliğe geçiş, Levi kavmi tarafından mı gerçekleştirilmiş bunu tam olarak bilemeyeceğiz, ama Tevrat’la bu toplumsal dönüşüm ve erkek egemen söylemin tek tanrılı dinlerin bir karakteristiği haline gelmiş olduğu aşikâr. Bu geçiş tam olarak ne zaman, nasıl olmuştur sorusu bilimsel çalışma ve tartışmalara bir süre daha konu olacak gibi. Ancak uygarlıkların beşiği Mezepotamya’da, Sümerler dışında tüm kavimlerin “Sami” (Semitik) kökenli olduğu ve tüm tek tanrılı dinlerin, aynı coğrafyada bu birbiriyle akraba ve rekabet içinde olan kavimlerin torunları tarafından ortaya konulduğu malum. Bu eski uygarlıklarda, tanrıça tapımının tanrı tapımından daha yaygın, en azından eşit olduğu da kesin. Örneğin, Paleolithic döneme ait arkeoloji kazılarında (2.5 milyon yıl önce başlayıp tarımın başladığı milattan önce 10.000 yıllarına kadar olan süre) pek çok kadın heykeline rastlanmakta ve Neolitik döneme ait tanrıça heykelleri, hemen hemen tüm kültürlerde görülmektedir (tarımın başlangıcı ile taş devri arası).

Sümerlerin kadın tanrıçası Ninhursag, Eski Mısır’da İsis, Anadolu’da Çatalhöyük’ün kadın tanrıçası Kibele, Antik Yunan’ın Hera ve Artemis’i, Roma İmparatorluğu’nun Venüs’ü, Sibirya Türkleri’nin Uma’sı, Hintli’lerin Maya’sı… Tüm bu tanrıçalar, eski uygarlıkların insanları tarafından tapılmış; onların mitlerinin, yaşamlarının, bize bıraktıkları bulgular eşliğinde şehirlerinin, evlerinin merkezinde yer almış ancak bir yerde, bir şekilde üretim ilişkileri ve buna bağlı olarak toplumsal ilişkiler değişmiş, kadının rolünün, toplumda ikincil bir konuma gelmesi için kollar sıvanmıştır.

Bütün söylemlerin birbirine karıştığı, gerçekle gerçekdışının, sanalla manipülasyonun, propagandayla yalanın hayatımızın her alanını işgal ettiği ve gündem bolluğundan artık gündemsizleştiğimiz ülkemizde, bahsettiklerim bir düşünce midir, komplo teorisi midir yoksa gerçeğin ta kendisi midir, varın siz karar verin! Ancak AKP’nin iktidarda bulunduğu ve vahşi kapitalizmi fütursuzca yerleştirmeye çalıştığı 2002’den 2009’a kadarki 7 yıllık dönemde, kadınlara yönelik erkek şiddeti ve cinayetlerinde ölen kadın sayısında % 1400’lük bir artış olduğuna dikkatinizi çekmek istiyorum (Adalet Bakanlığı istatistikleri). Ülkemiz medyasında 3. sayfa haberi olarak nitelenen ve toplumumuzda yaşanan “cinnetin” boyutlarını gösteren aile içi şiddetin kurbanlarının % 88’si kadınlarımızdan oluşuyor. Kocası, sevgilisi, nişanlısı, erkek arkadaşı, babası, oğlu, kardeşi tarafından dövülen, tecavüz edilen, öldürülen, diri diri toprağa gömülen, vücudu parçalanan kadınlarımız…

TBMM Kadın-Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu üyesi, DSP İstanbul Milletvekili Jale Ağırbaşlı’nın, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nün “resmi tatil” olarak kabul edilmesi için Meclis Başkanlığı’na  vermiş olduğu bir yasa teklifi var. İyi niyetli bir yaklaşım olduğunu ancak “evde ve erkeğin iznine tâbi” geçirilecek bir tatilin kadına uygulanan şiddetin önüne geçemeyeceğini, aynı gün dâhilinde erkekler için de “sokağa çıkma yasağı” getirilmesinin şart olduğunu (ciddi olarak) savunuyorum. Lütfen gülmeyin! Böylece, kadınlarımız meydanlarda, hemcinsleriyle halay çekerken, erkeklerimiz zorla eve kapatılıp bir günlüğüne de olsa ev işi, yemek, çocuk bakımıyla uğraştıklarında, belki bir nebze olsun düşüneceklerdir diye umuyorum…

Bu makale Yeni Harman Dergisi’nin Mart 2010 sayısında yayınlanmıştır.

Copyrights@FilizElasu

TEILEN
Önceki İçerikİyuduşka Ya Da Pastoral İktidar
Sonraki İçerikYalnız Kadın, Feminist Söylem
Marmara Üniversitesi İngilizce Ekonomi bölümünü bitirdi, Brighton Üniversitesi’nde Felsefe Yüksek Lisansı yaptı. Londra Üniversitesi’ndeki lisansüstü mesleki eğitimin ardından İngiliz devlet okullarında öğretmen olarak çalıştı. 2006’dan beri radyo programcılığının yanısıra çeşitli dergiler için makaleler yazdı, röportajlar yaptı, öyküleri edebiyat dergilerinde yayınlandı. İlk romanı Oyun 2012’de, ikinci romanı Gezi Apartmanı 2014’de yayınlandı, İstanbul’da yaşıyor.