Ana Sayfa Litera Tekinsiz Zamanlar, Zamansız Anılar

Tekinsiz Zamanlar, Zamansız Anılar

Tekinsiz Zamanlar, Zamansız Anılar

Daha yaşlı olacağım günleri sabırsızlıkla bekliyorum, çünkü artık nasıl göründüğünüz değil, ne olduğunuzdur mesele,” diyor Susan Sarandon. Kadın bedeninin nesnelleştirilmesinde, belli imgeler etrafında kurgulanıp fetişleştirilmesinde ve bunu takiben milyarlarca dolara tekabül eden bir piyasa mekanizmasının yaratılmasında rakipsiz bir “hegemonun”, Hollywood film endüstrisinin, başarılı bir üyesi olarak konuşuyor mutlaka. Aynı zamanda, içinde bulunduğu sektörün ve onun ürettiği sosyo-ekonomik dinamiklerin, bir kadın sanatçının sadece bedeni değil, tüm varlığı üzerindeki baskısını hisseden bir birey olarak, kadın bedeninin değerinin hesaplanmasındaki ana bileşenin, “zaman” mefhumunun ürettiği keskin çelişkiyi de dillendiriyor sanırım.

Bu girişin, bundan sonraki anlatacaklarımla ne alakası var? Pek yok aslında. Sanırım, “hatıralardan-anılardan” bahsetme niyetiyle başına geçmiş olduğum bu yazıya, Susan Sarandon sözleriyle başlayınca, kelimelerin yoldan çıkaran çağrışımlarına kapılıverdim. Sinema, edebiyat, bilim, adı ne olursa olsun her tür alanda; Amerika, Avrupa, Türkiye veya herhangi bir ülkede; gönüllü- gönülsüz; üzerimize geçirilmiş kat kat elbise misali, bir türlü çıkarıp atamadığımız toplumsal roller; hazır konu açılmışken bir türlü kavuşamadığımız “kendimiz” derken… yoldan sapmadan edemedim. Kısacası, kadının bir türlü kurtulamadığı kadınlığından… Hâlbuki sizlere gençlik yıllarımızdan, ne güzel gençler olduğumuzdan, elimizden düşmeyen kitaplardan, yaptığımız etkinliklerden, takıldığımız kültür-sanat ortamlarından, o yılların mekânlarından, bu mecranın içeriğine uygun olarak o mekânlarda rastladığımız, tanıdığımız edebi şahsiyetlerden bahsetmeyi planlamıştım. Henüz geç değil elbet, zamanı bol olanlar için planlar, plandan sapmalar önemsizdir deyip dilediğimiz yerde eğlendirebiliriz kalemimizi. Mesela, affınıza sığınarak, “hatıra-anı” kelimelerini duydukça kulaklarımda yankılanan şu ünlü Orson Welles dizelerini, yüksek sesle kayda geçirebilir, böylece popüler kültürün bizim çocukluk ve gençlik yıllarımızı ağdalayan ağırlığından, siz okurun vasıtasıyla, kurtarabilirim beynimi:

Ben genç olmanın ne demek olduğunu biliyorum ama sen, yaşlı olmanın ne demek olduğunu bilemezsin.”

Siyah-beyaz, kısa-uzun, gece-gündüz kadar doğal olup klasik karşıtlıkların içerisinde yer alan bir varoluş durumu hâlbuki gençlik ve yaşlılık. Her canlının geçtiği doğal bir evrenin, insanlık tarihi boyunca olduğu gibi bu sefer de piyasa mekanizmaları vasıtasıyla toplumsallaşarak, tıpkı kadınlık-erkeklik gibi, varlığa sınırlar biçtiği, baskıladığı bir başka oluş hali. Kısacası, nasıl kadın veya erkek olmaktan başka bir seçeneğimiz şu an için yoksa genç-yaşlı diye nitelediğimiz evrelerden geçmeyi, zamanın akış hızıyla olan “platonik aşkımız” dışında, kabul veya ret olasılığımız da bulunmuyor. Oysa Orson Welles’in yaptığı gibi, zamanı henüz gelmemiş olanlar için, anlamak ve anlatmak çabamızdan bir türlü vazgeçemiyoruz.

Popüler İnternet kaynakçası Wikipedia, “anılar kurgusaldır” diyor. Yazarların yaşlılık çağlarında, yaşamları boyunca karşılaştıkları olayları, yaşadıklarını, kafalarında iz bırakmış olanları, nesnel bir şekilde ortaya koydukları yazılar olarak tarif ediyor anıları. Buradaki “nesnel” kelimesinden emin değilim tabii ki. Bir yazın ürünü, bir ölçüt katılmadıkça, nasıl hem nesnel hem kurgusal olabilir? Ölçütü belirleyen kimdir, nesnelliğin yargısına nasıl varılır? Peki ya zaman? Zamanın, ölçütün belirlenmesinde, nesnelliğin sağlanmasında yeri ne olabilir? Ünlü filozof ve Hristiyan tanrıbilimci St Augustinius, “Zamanı ölçtüğümüzde aslında hafızamızda çakılı kalan şeyi ölçeriz,” diyor. Bir şey kafamıza çakıldıysa her anımızı etkiliyor demektir, öyleyse geçmişe olduğu kadar şimdiye ve geleceğe de aittir. Belki de St Augustinius böyle bir şeyden bahsediyor, çünkü geçmiş, gelecek ve şimdiki zaman gibi bölümlemelerin gerçekliği yoktur, zaman öncesiz ve sonrasız bir akıştır, diyor. Yani bu bölümlemeler, sadece zihnimizin birer tasarımıdır, dolayısıyla zaman kavramı üzerinden nesnellik olamaz, demeye getiriyor. İnternet çağındaki sanal akışı görseydi, ne düşünürdü acaba merak ediyorum.

Bir diğer düşünür, İbni Sina, benzer bir düşünceyi “Zaman, anılarımızın ve beklentilerimizin bir özelliğinden ibarettir,” diyerek ifade ediyor. Burada “özellik” derken öznel süreçlere mi vurgu yapıyor, zamanın farklı zihinlerde farklı yansımalarına, dolayısıyla farklı “beklentilere”? Dünya denen şu yerkürede konumlandığımız süre içerisinde değişim ve dönüşümlerimizle, umutlarımız, özlemlerimiz, kalkışmalarımız, kırgınlıklarımız, boş verdiklerimiz, başardıklarımız ya da vazgeçtiklerimizle, zaman denen akışın neresine düşüyoruz? Beklentilerden mi ibaretiz ve bize tekabül eden akışın sonunda beklentilerimizin dönüştüğü biçemlerle mi varlık buluyoruz? Belki de boşuna tüm telaşımız, bunca uğraşımız: İzole beklentilerden, beklentilerin bir başınalığından bahsedemeyeceğimize, beklentilerden ibaret yaşamların zaman nazarında pek bir önemi olamayacağına göre…

Günümüze değin epey sorgulanmış bu düşüncelerin ışığında -katılmak veya katılmamakta tabii ki özgür olarak- zaman nesnellik sağlamayacaksa yazarların kaleme aldığı “anıların”, her haliyle kurgusal olduğunu, anılarını yazmak için yaşlanmayı beklemelerinin gerekmediğini de iddia edebiliriz, değil mi? Kalemi eğlendirirken vardığımız nokta, başıboşluğun tekinsizliğine, plan ve programdan sapmanın, nihayetinde verimsiz üretimin bir örneğinin daha gözler önüne serildiği “nihilist” bir sona götürebilir bizi. Suçluyum.

Gençlik yıllarımın en güzel, en verimli dönemine damgasını vurmuş olan, öğrenme susuzluğumuzu bir nebze olsun giderdiğini düşündüğüm, Aziz Nesin’in kurduğu, bizler için gerçek bir üniversite tecrübesi sayılabilecek Bilar AŞ’ye ve Aziz Nesin’e dair kısa bir anıyla bu yazıyı sonlandıracakken gelmiş olduğum noktaya bakın! Gülüyorsunuz değil mi? Umarım. Yine de son bir çaba olarak anılarımı yazma hakkımı, izninizle belirsiz bir zamana erteliyor, sevgili Aziz Nesin’i saygıyla, kendi sözleriyle anmak istiyorum:

Ama ben bir simyacıyım, gözyaşlarımı gülmeceye çevirerek dünyaya sundum.”

Bu metnin daha kısa bir versiyonu, Yeryüzü Düşleri Dergisi’nin Haziran-Ağustos 2016 sayısında yayınlanmıştır.

 

Resimler: Andrew Wyeth

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl