İnsana, Umuda ve Geleceğe Dair Bir Film Okuması:

 

Not: Bu yazı, özellikle ağırlıklı olarak söz edilen Time Trap adlı filmle ilgili “spoiler” denilen ayrıntılar içermektedir. Bu konuda hassas olanların, söz konusu bu filmi seyrettikten sonra okumaya geçmeleri daha uygun olur.

Bu metin, başlıkta adları geçmesine rağmen, Tenet’i1 çeken Christopher Nolan gibi bir yönetmenin teknik becerisini, estetik-sinematografik ustalığını tartışmak, onun vizyondaki bu son filmi ile yine hatırı sayılır bir popülaritesi olan Dark (Karanlık)2 adlı diziyi analiz etmek ya da karşılaştırmalı bir film incelemesi yapmak niyetiyle doğmadı; Tenet gibi filmlerle asla aynı kulvarda anılmayacak olmasına ya da “kült” bir film olma şansı taşımamasına ve nihayetinde eleştirilmesi gereken bir takım sakıncalı iletiler içermesine rağmen, Time Trap (Zaman Kapanı)3 üzerinden insanı, umudu, geleceği bir kez daha düşünmenin ürünü olarak ortaya çıktı. Gösterişli olmakla birlikte iletisi ya da içeriğiyle çoğu zaman sakıncalı çıkarımlara yol açabilen nice “gelecek” temalı film yanında mütevazı Time Trap de, özellikle Amerikan Milliyetçiliği ve Kolonyalizmi’ne övgüler dizen politik tutumuyla sert eleştirileri hak ediyor –ki aşağıda filmin bu sakıncalı kısımlarına dikkat çekilecek. Ancak bu eleştiriler saklı kalmak üzere; yine de Time Trap’in “insan ve gelecek” adına çok daha umut verici bir okumaya elverişli, postmodernist bir söylem ya da üslubu tercih etmeyen, paradokslar ya da sürrealist fanteziler sunmaya pek yeltenmeyen “duru” bir bilim-kurgu olması yönünde doyurucu olduğu söylenebilir. Bunun vurgulanması bakımından; güncelliği ve popülerliğiyle en uygun örneklerden olan Dark ile Tenet’in başlığa katılma nedeni, metne asıl motivasyon kaynağı oluşturan Time Trap ile Dark ve Tenet’in güçlü bir kontrast oluşturabilmesiydi.

Nasıl ki yazarların ustalığı, zekice kurdukları şaşaalı cümlelerin, içeriklerinin sorgulanmasını unutturabilen birer aforizmaya dönüşmesini sağlıyorsa; yönetmenlerin ustalığı da aynı şekilde, çektikleri göz alıcı filmlerin “kült” olarak anılmasıyla belirginleşiyor. Dolayısıyla ustaca oluşturulmuş ihtişamlı bir “biçim”, eleştirel bir içerik okumasını bertaraf edebiliyor. Time Trap; bu tip kült filmlerin bir örneği sayılmayacak kadar iddiasız ve “usta işi” denecek kadar göz alıcılık taşımayan bir film. Yine de içeriğiyle, alt-metniyle ve söylemiyle üstünde düşünülmeyi hak ediyor. O yüzden bu metnin odağında; çoğu insanın seyretmeye değer bulmayacağı ya da seyredip geçeceği bir film olarak “Zaman Kapanı” var.

“Kapan” sözcüğü doğrudan tuzağa, avcılığa gönderme yapıyor. Peki, “zaman kapanı”ndan ne anlayabiliriz? Zamanda kurulan bir kapan mı söz konusu olan, yoksa ancak mekânsal olarak kurulabilecek “kapan”ların zamansal bir etki de yaratabileceği mi? “Kapan”lar varsa, kurulabiliyorsa bu kapanları kurabilen “avcı” kim ya da ne? Hannah Arendt’in Martin Heidegger’e atfettiğine benzer şekilde; kendi hazırladığı tuzaklara düşen, kendi kurduğu “kapan”lara kısılabilen tür deyince aklımıza insandan başka bir varlık türü gelebiliyor mu?4 Mark Dennis’in yazdığı ve Ben Foster’le yönettiği Time Trap, belki bu sorularla yola çıkılarak çekilmemiş olabilir. Yine de seyredildiğinde, böyle soruların akla gelmesini sağlayabiliyor.

Film sıradan, klişesi bol bir macera filmi gibi başlıyor. Yine “bir grup genç”, kamp yapmaya olmasa da kaybolan arkeoloji hocalarını bulmak için yola çıkıyor. Bir çeşit yeraltı mağarasında mahsur kalıyorlar. Gizemli ve tuhaf birkaç olay sonrası, anlıyorlar ki; mağaranın dışı ile mağaradaki zaman, aynı varlık dairesi’ne5 ait değil. Bunu da zeminden yukarı baktıklarında mağara ağzının dar çerçevesinden görebildikleri kadarıyla bulutların, güneşin, geceyle gündüzün “anormal” bir hızda yer değiştirmesini gözleyerek fark ediyorlar. O sırada mağaranın daha iç kısımlarında “mağara devri”ni yaşayan vahşi insanlara ve yine eski tarihsel dönemlerdeki askerlere rastlıyorlar. Mağaradaki döngü de yalın değil, katman katman… Gençler, bulundukları yerden mağaranın daha içerisine baktıklarında, oradaki insanları sanki duruyorlarmış gibi görüyor. Çünkü o katmana girseler “normal akacak” zaman, daha dıştaki döngüye göre çok daha yavaş “akıyor”. Bu yüzden, mağara dışındaki dünyanın yılları da mağaradan bakınca saniye hızında geçiyor. Yani tam bir zaman kapanı ya da “kapan”ları gibi duruyor bu mağara… Zamanla ilgili çoğu filmin tersine, paradoksal olmamakla birlikte, yine de “tuhaf”. Buna rağmen, bu tuhaflık bir yana bırakılacak olursa; bir zaman kapanı gibi duran mağara, aynı zamanda farklı tarihsel dönemlerin içine girebilmeyi, dolayısıyla hatırlamayı ve geçmişe bakmayı temsil eden metaforik bir bellek olarak okunabilir.

Finale doğru; mağara ağzından içeriye sarkıtılan ileri teknoloji göstergesi bir merdivenden, sanki uzaylı kostümü giymiş, tuhaf, insana benzer birisi iniyor. Anlıyorlar ki, mağaranın dışından, yani binlerce yıl sonrasından gelen bir insan bu. Önce garipsedikleri ve tedirgin oldukları bu insanın barışçıl, iyicil amaçlarla geldiğine emin olduktan sonra onunla dayanışmaya başlıyorlar. Ancak gelecekten gelen bu insan, mağara devrini yaşayan insanlarla olan mücadele sırasında korunma maskesi çıkarıldığı için ölüyor. Ölmeden önce kolundaki bir dijital multimedya cihazını çalıştırması sayesinde gençler, gelecekle ilgili bazı bilgiler edinmiş oluyor. Filmin sert eleştirileri hak ettiği kısmı da burası. Çünkü multimedya cihazı aracılığıyla gösterilen haber arşivi, önce Stephen Hawking’in “bin yıl içinde dünyanın terkedilip başka gezegenlere yerleşilmesi gereği”ne ilişkin sözleriyle başlıyor ve fakat hemen ardından Obama’nın, Trump’ın “gelecekte dünya dışının (da) kolonileştirileceğine, Ay’da olduğu gibi diğer gezegenlerde de ABD’nin ayak izlerinin bırakılacağına” dair propaganda niteliğinde demeçleriyle devam ediyor. Amerikan film endüstrisinin tarihine bakıldığında; devlet ve diğer sermaye odakları ile film yapımcıları arasında çok sıkı, organik bağlar kurulduğu artık bir sır değil. Hegemonyayı pekiştirerek devam ettirme amaçlı ideolojik-politik söylemlerin, subliminal mesajların “bağımsız” etiketiyle çekilmiş nice filmde dahi dikte edilebildiğine tanık olunmakta. Çoğu yönetmen, ya finansal destek sağlama amacıyla bu “enjeksiyonları” kabul ediyor ya da bir proje olarak çekilmesine karar verilen bu filmler için “görevlendiriliyor”. Bir başka olasılık da yönetmenin, bu tip ideolojik-politik düşünce ve idealleri zaten benimseyip içselleştirmiş olması. Time Trap, bu tespitlerin dışında değil.

Filme dönecek olursak; aksiyonlu, dramatik geçen bir süre sonrasında mağaranın ağzı tamamen sularla kapanıveriyor. Mağaradan yukarı bakıldığında sanki susuz bir kuyunun dibinden bakıyorlar ama o kuyunun sadece ağzı suyla kaplı gibi. Gençlerimiz, mağara ağzına doğru peyderpey tırmanıp bu sulara karışıyorlar. Bir bakıyorlar ki aradan binlerce ya da belki milyonlarca yıl geçmiş. İnsanlar artık dünya dışında yaşıyorlar ve dünyayla tek bağlantıları bu mağara ağzı… Hocaları ve hocalarının, birer “çiçek çocuk” iken 70’li yıllarda kaybolmuş anne babası ile kardeşi de orada. Herkes sağlıklı; yaralı olan arkadaşları da iyileştirilmiş durumda. Kim bilir kaç kuşak sonraki insan torunlarımız iyice değişmiş, evrimleşmiş; bir tür “alien” olmuş ama canavar değiller… Tersine, mağarayı zaman makinesi gibi kullanıp hem onları hem de nice insanı kurtararak “cennet gibi” ortamlar hazırlamışlar. Yani “mutlu” son! Aslında filmin bu “mutlu son”unun devamında ne olacağı çok belirgin değil. Filmin finalinde; zaman kapanından kurtarılıp geleceğe taşınan bu insanlar hakkında, onlara egemen olabilecek kadar gelişmiş gelecekteki torunlarımızın ne gibi planlar kurduklarına dair bir “iyimserlik” rüzgârı estirilse de “kötü sürprizler” ile karşılaşılmayacağına dair bir netlik yok. Öte yandan filmden, tamamı “beyaz” ve ABD vatandaşı olan bu kişiler dışındaki –ne hikmetse– “esmer/siyahî” olan “uygarlıktan nasibini alamamış”, “vahşi ve tehlikeli” mağara devri insanlarının “kurtarılmaya değer” görülmeyerek o zaman kapanında “kaderlerine terk edildikleri”ne dair bir sonuç da çıkarmak pekâlâ mümkün.

Bu sakıncalarından dolayı aman aman bir övgüyü hak etmese de Time Trap, ancak yukarıda kaydı düşülen çekincelerin görmezden gelinmesi şartıyla umutlu, iyimser çıkarımlar da yapılabilecek bir film sayılabilir. Çünkü, barındırdığı sakıncalara rağmen bu iyimserliği sağlayacak şekilde, “Geleceğe güvenin…” diyor. Zaten filmin daha ilk sekanslarında, arkeoloji profesörünün iç sesi olarak verilen “Büyükbabam bana geleceğin, istediğim her şeyi verebileceğini söylerdi. Yeterince uzun beklerseniz, gelecek onu yaratacaktır. Belki teknoloji yoluyla ya da sadece artık onu istememenizi sağlayarak… Her iki durumda da cevap gelecekte…” ifadeleri de filmin söz konusu bu mesajını gizlemediğinin göstergesi. Bu cümlelerin hermenötik bir okuma sonucu eleştirilebilecek olması ve ayrıca olay örgüsünde bazı mantık hataları barındırmasına rağmen film; en azından Dark ya da Tenet cinsinden, “bilim-kurgu” adı altında tamamıyla mantıksızlıklar, paradokslar, aptallaştırıcı fanteziler barındıran distopik filmlerin tersine, fantastik-sürrealist bir nitelik atfedilmeyecek derecede duru bir bilim-kurgu sayılmayı hak ediyor. Sadece bilim-kurgu da değil; fütürist ve ütopyacı aynı zamanda… Ama ütopyacılığını, bilim-kurguculuğunu, fütüristliğini ortak paydada birleştiren, onun, postmodernist kültürel hegemonyanın hüküm sürdüğü bu döneme rağmen modernistliği; hümanizması ve aydınlanmacılığı… Değişim, dönüşüm, evrim, devrim ve ilerlemeci/yükselmeci bir ontoloji üzerinden insana, insanlaşmaya dair beslediği umutlarına yaslanarak “bilime, geleceğe, torunlarınıza güvenin” diyor.

Platon’u anıştırması bir yana, metafor olarak mağara; bir tür “ana rahmi”, mağara çıkışındaki su da “plasenta”… Ki o suyun kaynağı da yine mağarada, küçük bir gölette birikmiş sağaltıcı, iyileştirici “hayat suyu”. Film, gelecekteki torunlarımıza olan umudunu ve güvenini, yine geçmişteki ölümcüllüğe, vahşiliğe, yırtıcılığa rağmen biriken “hayat”a, yaşamcıllığa bağlıyor. Çünkü gelecekteki insanlar, bu birikimin öneminin farkındalığıyla, o “hayat veren” suyu değerlendirmişler; geçmişten geleceğe taşımışlar…. Ana rahminde, plasentayla birlikte yaşarken, o “mağara”dan çıkarak geleceğe yeniden-doğan insan-lık; yine ve yeniden Rönesans! Etimolojik/semantik bir bağı olmasa da tesadüfi bir fonetik benzerlik üzerinden yaptığım çağrışım oyunu hoş görülecekse; pleasant da zaten “güzel, keyifli, zevkli”, yani bir tür “cennette olma” hissiyatı demek değil mi? Cennete (Pleasantville’e) gitme arzusunun aslında plasenta ile dolu ana rahminin huzurlu/keyifli ortamına dönme özlemine dair nostaljik bir nevroz sayılmasının üzerinden hatırı sayılır bir süre geçti. Freudyen bu tespit, kimilerince geleceğin asla gelmeyeceğinin, insanın da zaten geleceği değil “aslında hep” geçmişi istemesinin, nostaljinin kaçınılmazlığının bir kanıtı olarak sunuldu. Çünkü nostalji umutsuzluğun göstergesi, umudun bastırılmasıdır; geri’nin övülmesi, yüceltilmesi vesilesiyle ilerleme’nin önemsizleştirilmesinin, geleceğe olan umudun ve insanın özgüveninin geçersizleştirilmesinin elverişli estetiğidir.

Zaman Kapanı, geçmişi unutturmuyor ama ona özendiren bir nostaljiyi de tercih etmiyor. Filmde döngü’lere bir şekilde gönderme yapılmasına rağmen “sonsuz döngü” fikri de Dark adlı dizinin tersine, nostalji gibi, pek de kaale alınmamış. Filmin olumlu sayılacak bir yönü de bunda. Çünkü ne kadar umutla, umutsuzlukla ilgili görünmese de yine nihilist bir teslimiyetçiliğe, anlamsızlığa ya da değersizleşmeye yönelten “sonsuz döngü” modeli, bir kısır döngüyü/bir fasit daire kaderini temsil ederek insanlığı nostaljiye ve atalete mahkûm eder. Dolayısıyla bu “iddiasız” filmde, mağaradan çıkılması durumunda geleceğe dair umutsuz bir kehanette bulunulmadığı gibi; zaman kapanına dönüşmüş o mağaradan çıkma çabası değersizleştirilmiyor, “kapan”a kapanıp kalma teslimiyeti de telkin ve tavsiye edilmiyor.

“Sonsuz döngü” kavramı, aslında somut bir varlığın gerçekleştirdiği kendinde-dönüş ile mükerrer koordinat işgalleri olarak yalnızca mekânda belirebilecek ve ancak somut-maddi nesnelere bağımlı hareket, etkileşim (olay) benzerlikleriyle algılanabilecek döngülerin “çokluğunu” değil, uzay dokusuna özdeş bir dışsal-maddi somutluk ve tümellik atfedilen zamanın niteliğinin sonsuz ve döngüsel olduğuna dair bir anlam içerir. Dolayısıyla sayısal karşılığı olduğu halde varlıkların “sayılamaz” çokluğuna ve sürekli çeşitlenip çoğalmasına gönderme yapan sonsuzluk, tek bir tümel döngünün sonsuzluğunu değil de tikel ya da tekil, sayılamayacak kadar çok varlığın yarattığı döngülerin sonsuzluğunu, çokluğunu ifade etmedikçe; zamanın doğrusal ve tek yönlü çizgisinin reddiyesini temsilen, gerçekleşen “tekrarlar”ı, en-üst kader sayılan zamanın döngüselliğinde kaçınılmaz uğraklar olarak ilan eder. Böylelikle ancak mekânda ve somut-maddi nesnelerce gerçekleştirilebilecek dönüş/döngü, işgal edilen ve dışta kalan mekân (uzay) ile özdeş nitelikli sayılan “dışsal, tümel ve sonsuz zaman”ın bir unsuru olarak kabul edilmiş olunur. Sonuç olarak; lineer/doğrusal değil de dairesel/döngüsel olarak tanımlanan bu zaman modelinde “tarihte tekerrür”ü temsil eden uğraklar da kendiliğinden var-kılınmış olacaktır.

Elbette ki farklı zaman dilimlerine ait olmasına ve aynı varlığın aynı koordinatları yeniden işgalini ifade etmemesine rağmen benzeşen olgular, olaylar, süreçler nesneden ve mekândan bağımsız bir şekilde “tekrarlar” olarak adlandırılıp döngü fikrine ulaşılabilecektir. Bununla birlikte tekerrür, bir ölçüde istikrarı ve kararlılığı temsil etse de ontolojik olarak, asla değişim-dönüşüm’den ve farklılaşma’dan muaf bir sabitlik, stabilizasyon ya da statiklik ile birebir örtüşmez. Yani varoluştaki döngüsellik; Ouroboros6 misali tek ve homojen bir dairesellik olarak değil de; ancak katmanlaşarak yükselen, birikerek geleceğe ilerleyen ve bu arada “tekerrür” algısı yaratabilecek şekilde alt ve üst katmanlar arasında benzeşim noktaları sergileyebilen helezonik bir döngüsellik olarak anlaşıldığında gerçekçi bir ontolojik çıkarıma varılmış olunur.

İnsan; doğaya olan zihinsel ilgisi arttıkça, tekrarlanan doğa olayları üzerinden döngüleri fark edebilmiş ve bu döngüler üzerinden ontolojik çıkarımlar yapmıştır. Bununla birlikte varoluşun sınırlılığını, ölümlülük ve tükenişleri gözlemleyerek deneyimleyen insan zihni; aynı zamanda “ömür” denilen farklı varoluş süreleriyle ilgili karşılaştırmalar sonucu çok daha uzun ömürlü dünya, güneş ve benzeri varlıkların “ölümsüz” olduğuna dair bir yanılsama ile sonsuzluk fikrini ve kavramını üretmiştir. Bütün bunların bir sentezi olarak insan düşüncesinde; “alt-küme”de yer alan varlıkların doğum-ölüm-doğum, gündüz-gece-gündüz, başlangıç-bitiş-başlangıç, varoluş-yok oluş-varoluş gibi döngülere tâbi olmasına paralel şekilde, tümel(üst-küme)-varoluşun “sonsuzluğu”na ve mutlak tümel-(üst)varlığın ve yokluğun zamansal bir “sonsuz döngü” içinde olduğuna dair kadim bir inanç damarı açılmıştır. Ouroboros gibi Uzakdoğu kökenli Yin Yang simgesi de aynı inanç damarını temsil eder.

Nitekim “Tarihin Tekerrürü” fikri de benzer şekilde, nesne ve nesneler-arası etkileşimi ifade eden olaylara ilişkin, “tekrar” diye adlandırılan benzerliklerin bir döngü olarak zamansallığa atfedilip tarihi, en kapsayıcı kümedeki “sonsuz döngü” şeklinde tanımlama anlayışının bir ürünüdür. Kojin Karatani, bu anlayışa getirdiği eleştiriyle; döngünün tarihe ya da zamana değil de yapıya içkin olduğunu, döngü ve tekerrür algısının ise yapıların varlık-nedeni olan kalıplaşmalardan (yani istikrar ve kararlılıktan) kaynaklandığını ileri sürer.7 Bu iddiadan, yapı korundukça zaten kararlılıkla oluşmuş döngünün daha kararlı hale geleceğine ya da yapının korunması/sistemin işlemesi için yapıya ve sistemin işleyişine içkin döngüselliğin “sonsuz” kılınmasına muhtaç olunacağına dair bir çıkarıma da varılabilir. Nitekim, –özellikle de insana dair– tarihte bir tekerrür varsa bu, tekerrürün, döngünün zamana içkinliğinin göstergesi olarak okunamaz; o tarihi çeşitli “yapılar/sistemler inşa ederek” yazan kurucu-özneler, “statüko” adı altında genelleştirilebilecek hiyerarşik yapıların ve ilişkisel sistemlerin sadece modifiye edilmesine izin veren bir muhafazakârlıkla “tarihin tekerrür”üne sebep oldukları gibi, yapıları/sistemleri var-eden döngülerin sonsuz kılınması için de bizzat mücadele ederler. Bu nedenle, bir döngünün sonsuz kılınması ya da sonsuz ve kırılamaz olduğuna inandırılması; bizzat statükoculuk ya da başka bir deyişle statüko’nun korunması kararlılığına, “kararcı”lığına bağlanabilen “düzen ve istikrar fetişizmi”nin bir göstergesi sayılabilir.

Bulunduğunuz noktadan ileriye doğru ve hiç durmadan dümdüz yürüyebilseniz, küresel dünyanın çeperinde bir fasit daireye mahkûm olursunuz. Buna karşılık, yerçekimine direnip de bulunduğunuz noktadan hiç durmaksızın yükselebilirseniz, bu döngüden kurtulabilirsiniz; “dünyaya dışardan bakabilirsiniz” ve “kuyruğunu sonsuza dek kovalayan ya da yutan” konumunda olmazsınız. İnsanı insan yapan, biraz da insanın döngüleri fark ettiği ve kullandığı kadar, o döngülerden (gravitasyon’dan, yörüngelerden ya da bir tür yere/yüzeye yapışık sürüngenlikten) kurtulabilmesi ve kendi yaratmış olsa bile o döngüyü yine bizzat kendisinin kırabilmesi değil midir? Var olmak, sadece var-olunan noktaya ya da yüzeye yapışık olmak mıdır; yoksa var-olunan noktadan özerkleşip yer ve koordinat değiştirmek, yükselmek, boyut ve hacim kazanmak mıdır? “Sonsuz döngü” düşüncesi, eğer helezonik bir yükseliş kastedilmiyorsa, var-olanların aslında sonlu (kapanan) bir var-lık dairesinin çeperinden, eğrisel çizgisinden (rotasından/yörüngesinden) çıkamaması demektir. Böyle bir “döngü” algısı/anlayışı doğaldır ki; varoluşu, kafesteki bir hamster’ın koşu çarkına “bırakılma”ya indirgeyerek ileri-geri farkını sıfırlayan, başlangıç ile sonu eşitleyen, nötr değerli bir anlamsızlıkla malul ilan eder. Bu anlayışın başka bir sakıncası da aslen zamanın döngüsel olduğu iddiası ile “zamanın oku”nun tek yönlülüğünün reddedilmesinde belirir. Böylelikle de “nesne”nin varlığına/hareketliliğine bağlı ve mekânsallığa içkin olarak beliren döngü, uzay dokusuna bağımlı olarak işleyen ve algılanan zamanın aidiyeti altına sokulmuş olur.

Bütün bunlardan dolayı; döngüler vardır ama katmanlaşabilen ve ancak başlangıç noktasından çizilen eğrisel/dairesel çizginin son noktasından ilk noktaya bağlanırsa kapanıp fasit niteliğe bürünen8, buna karşılık, bir üst katmanın başlangıç noktasına geçerse helezonik olabilen varoluş-belirleyici varlık daireleridir. Üç boyutlu mekansallığa içkin döngü, bu nedenle zamanın karakteristiği değildir ve yine aynı nedenle zaman döngüsel değil, lineerdir. Zamanın oku tek yönlüdür ve bu ok, mekânda yer kaplayan varlığın döngüselliğinden bağımsız olamayan zamanın, tek yönde ilerleyen bir okudur. Stephen Hawking de, “zamanda yolculuğun” geçmişe değil ancak geleceğe doğru mümkün olduğunu ve esprili bir dille, var-olunurken zaten geleceğe doğru yolculuğun yapıldığını söyleyerek bu bilimsel tespitin altını çizmiştir.9

Yani “zaman kapanı” denilen döngü de aslında zamanda değil mekânda oluşur ve o mekânda var-olanlar, mekândan bağımsızlaştıkça döngü kırılarak bir üst varlık dairesinde (uzay-zamanda) var olunması mümkün hale gelir. Time Trap’te de bu anlayışla uyumlu olarak “döngü”ler var ama dairesel olarak “sonsuz” değil ve hangi döngüye bağımlı olursa olsun insan, zamanda “ilerlerken” mekânda “yükselerek” hem sürüngenliğinden ve hayvansı yırtıcılığından (saldırganlığından, kavgacılığından, savaşçılığından) sıyrılıyor hem de döngüyü bir kader olmaktan çıkarıp mağaradaki “zaman kapanı”ndan kurtuluyor.

Oysa nice “zaman” temalı filmde ya da edebî yapıtta paradoksal bir fasit daireden, kısır döngüden kurtulmanın imkansızlığı işleniyor. Onların aksine, ontik-ontolojik döngüleri kısır ve sonsuz döngü olarak lanse etmeyen Time Trap, bu bağlamda, yine zaman kapanına dönüşmüş bir mağara”ya gönderme yapan, kendine göre çok daha popüler olmuş Dark adlı diziye de çağrışımlar yaptırıyor. Buna karşılık; Time Trap ile argümantatif karşıtlık oluşturan Dark, Tenet ve benzer temalı çoğu filmde/yapıtta zaman yolculuğu, geçmiş zamanlara dönmeyi, yani “filmi geriye sarmayı” da içeren yolculuklar olarak kurgulanıyor ve ortaya çıkan mantık hataları ile paradoksal durumlar da ya “sonsuz döngü”ye ya da “paralel evren”lere havale ediliyor. Dolayısıyla tersi deneyimlenemeyen ve paradokslara düşülmeden teorik olarak asla aşılamayan “entropi ilkesi” ile “zamanın tek yönlü oku”, bu tip yapıtlarda ancak bir fantezi olarak aşılıyor(!). Bu yönde örneklerin bolluğu; fantastik-sürrealist öğelerle bezenmiş “katışık” bilim-kurgusal yapıtların, bilimsel ölçütlere titizce uyularak üretilen bilim-kurgulara tercih edildiğinin bir göstergesi olarak da okunabilir.

Kuşkusuz bu tercihler, söz konusu yapıtların eğlendirici, oyalayıcı, ilham verici etkisini arttırıp mantık ve tahayyül sınırlarını zorlaması bakımından olumlu sayılabilir. Bununla birlikte böylesi tercihlerin, bilim-kurgu ile fantastik-sürrealist yapıtlar arasındaki sınırları belirsizleştirdiği için, nice fantazyanın ve sürrealist tasvirin birer “bilimsel öngörü” olarak algılanmasına ve gerçek-leşebilir sanılmasına yol açtığına da dikkat çekmek gerekir. Bu yüzden bir tasvir, “bilim-kurgu” olarak nitelendirilmeyi hak edecek kadar bilimsel ölçütlere dayanabileceği gibi, pekâlâ fantastik-sürrealist de olabilir ve yine buna rağmen bilimsel-teknolojik gelişmelere ilham kaynağı da oluşturabilir ama, ancak sürrealist bir fantazya olduğunu gizlemiyorsa ya da unutturmuyorsa… Yani bir kurgunun bilimsel ya da gerçekçi olmaması bir sorun değildir; yeter ki bilimsel olmayan bir kurgu “bilim-kurgu” sayılmasın ya da gerçekleşmesi mümkün olmayan bir gelecek tasviri içeren kurgunun bir “kurmaca”dan, bir metaforik anlatıdan ibaret olduğu unutulmasın. Ursula Le Guin; yapıtlarının ne bir kurgu olduğunu gizliyor, ne yazdıklarının sürrealist-fantastik öğelerle bezenmiş tasvirler içerdiğini yadsıyor ve ne de geleceğin tam da tasvir ettiği biçimde gerçekleşeceğini iddia ediyordu. Onun ürettiği sürrealist fantazyalar, bu yüzden hâlâ birer metafor olarak önemsenmeyi, ilham kaynağı olarak değerlendirilmeyi ve insana dair umutları diri tutan bir ütopya olarak ciddiye alınmayı hak ediyor. Kurgunuzda insanların milyonlarca yıl sonra kanatlanarak evrimleştiğine dair bir fantazya üretmenizde bir sakınca yok. Ama bu kurgudan yola çıkıp insanların bir gün kanatlı canlılar olarak evrimleşeceğini beklemek yerine, insanların trans-hümanist yönde bilimsel-teknolojik adımlar atabileceğini, sırtından kanat gibi uzantılar çıkacağını değil ama kanatları varmış gibi uçabileceğini öngören bilimsel önermeler üretmek çok daha gerçekçi ve insanın bilimsel-teknolojik gelişim potansiyeline yönelik umutları yeşertici bir çıkarım olacaktır. Sonuçta; umudun, umutluluğun yönünün asla geçmişe değil de geleceğe doğru olduğunun, ancak bunun da hiçbir çaba göstermeksizin kendiliğinden gerçekleşecek bir geleceği beklemeyi ifade etmediğinin dikkatlerden kaçmaması gerekir.

Geleceğe dair güzel bir şeyler söylemiyorsanız, umutsuzsunuzdur. Ancak herkes umutsuzluğa da düşebilir ve nostaljikleşebilir de. Çünkü verili tarih ve verili insan(lık durumu), duyarlı insanlarda bu duyguların oluşturulması yönünde nice göstergeyle dolu. Ama bunun da ötesinde umutsuzluk pazarlamaya, nostalji yüceltmeye, “sonsuz (kısır) döngü kaderi”ni zihinlere çivilemeye kalkıştıysanız ya da bu tip bezirganların ölüm-perest, intihar-perver bir “var-oluş düşmanlığı” telkin eden demogojik tuzaklarına düşerek karamsarlığı, umutsuzluğu ve nostaljiyi “yükselen değer” olarak benimsemişseniz; işte o zaman bizzat umutsuzluğun, karamsarlığın sebeplerini yaratan ve “tarihte tekerrür”ü gerçekleştiren oyun kurucuların oyununa gelmişsiniz demektir. Kuşkusuz ki zaman zaman gerçekçilikle de umutsuz, karamsar, kötümser tablolar çizilebilir. Ama gerçekçilikle çizilen bu tablolarda gelecekteki “karanlığı” ya da “aydınlığı” şarta bağlayan, alternatifin imkânsız olmadığını ama bunun ancak insanın, insanların seçimlerine, kararlılığına bağlı olduğuna dikkat çeken ayrıntılar vardır. Söz gelimi; böyle bir tabloda, ucunda ışığın görünmediği bir tünel vardır ama insanların ellerinde o tünelin duvarlarını delecek araçlar da vardır, vesaire. Daha önce de söylenmiş olabilir ama ben ilk, fütürist yazar Benjamin Hammersley’den duymuştum:

Geleceği görmek istiyorsanız, yolu çok basit; onu yaratın!10

Dolayısıyla bilimsel-teknolojik gelişmelerin ivmeli bir şekilde ilerleyeceği insanlı-dünya geleceğinin distopik ya da ütopik olmasını belirleyecek asıl unsur, torunlarımıza bırakacağımız değerlerden başka bir şey değildir. Hayvansı asalak-egoistliğin bugüne dek süren dominantlığını ve hegemonyasını torunlarımıza miras bırakacaksak, emin olalım, gelecekte en akıl almaz sömürü ve zulüm teknikleriyle örülmüş bir karanlık distopya bizi bekliyor olacaktır. Bolivya’da darbeyi “bir hak olarak” ilan eden Elon Musk örneğin ya da Donald Trump vs.; gelecekteki torunlarımızın prototipi onlar ise, binlerce ya da belki milyonlarca yıl sonrasında da ABD ya da başka bir devletin kapitalist hegemonyası sürecekse, şimdiden insanlığa geçmiş olsun, diyebiliriz. Erken kapitalizmin modernizmiyle ivme kazanan bilimsel-teknolojik gelişmelerden vazgeçecek kadar aptal olmayan asalak ve muktedir özneler bugün, Frederic Jameson’un deyimiyle “geç-kapitalizmin kültürel mantığı” olan postmodernizm ile aptallaştırıyor, nostaljikleştiriyor, gericileştiriyor, kötümserleştiriyor; “post-truth” ile de gerçeklikten ve gerçekçilikten alabildiğine uzaklaştırıyor nesnelik rolünü yüklediği insanları, kitleleri, toplumu… Gelecek, “daha geç-kapitalizm” olarak yaratılacaksa bunun adı tam da bu geleceği yaratmaya muktedir Elon Musk’ların ve benzerlerinin tahayyül ve tasavvur ettiği siber-kapitalizm olacak ve tarih “tekerrür edecek”. Bu “insanlaşan” robotlarla dolu “siber-gelecek”te insanlar, ya bu robotları üretmek için “robotlaşan insanlar”a dönüştürülerek sömürülmeye devam edecek ya da sömürülmeye bile değer görülmeyip “alt-insan” yığınları olarak Darwinist “doğal ayıklama”nın kaderine terk edilecek.

Umut veren filmler, kitaplar… Yani aslında umut veren insanlar… O filmleri, kitapları yaratan insanlar çünkü… Tersi durumda da insanların umutlarını alt üst eden yine “insanlar” değil mi? “Ötekilerde neyi seviyorsunuz?– Umutlarımı.”11 diyen Nietzsche’den ilham alınacak olursa; umut insana dair olmayınca, umuttan bile sayılmaması gerekir. İnsansız umut, umutsuz insan demektir; kaderciliktir. Beynini (aklını) kullanabilen insanın, beyni/aklı olmayan doğaya ya da var-sandığı bir üst-akla bel bağlaması demektir. Time Trap’in ilk sahnelerinde geçen ve önceden aktardığım cümleleri hatırlayalım:

Büyükbabam bana geleceğin, istediğim her şeyi verebileceğini söylerdi. Yeterince uzun beklerseniz, gelecek onu yaratacaktır. Belki teknoloji yoluyla ya da sadece artık onu istememenizi sağlayarak… Her iki durumda da cevap gelecekte…

Bu cümleler, teknolojinin radikal biçimde reddedilmesini ya da insana bağlı olmadan, kendiliğinden gerçekleşecek bir geleceğin pasif bir şekilde –“Godot’yu bekler” gibi- beklenmesini önermek olarak yorumsanırsa, kuşkusuz Time Trap de bu tip bir romantizm ile malul olur. Ancak filme bütünsel bakıldığında kastedilenin bu olduğunu ileri sürmek, yersiz olacaktır. Çünkü filmde gençler, ne umutlarını kaybediyor ne de mücadeleden vazgeçiyor. Üstelik dış dünyadaki insanlık da hem bilimsel-teknolojik ilerleme fikrinden vazgeçmemiş ve hem de bunu “insanlaşma ontolojisi” ile harmanlamış olsa gerek ki Time Trap mutlu, umut verici bir finale bağlanıyor; “kapan”dan kurtuluş mümkün oluyor. Kuşkusuz, filmde sömürünün, kolonyalizmin bittiğine dair göndermeler yapılmış olsaydı bu tespit, çok daha kesinlik içerecekti.

İnsansız umut nasıl umut değilse, gerçeklerden kaçan insan da insanlaşmayı gerçekleştirebilmiş insan değildir. Gerçekçilik, insansı varoluşa içkin bir sorumluluktur. Çünkü ancak insan, gerçeklerle oynayabilir. Ancak insan; uydurarak, yanılarak, yanıltarak, var-sayarken var-sanmaya başlayarak gerçekleri, gerçekliği tahrip edebilir. Fakat yine, ancak insan; gerçeği daha iyi görebilir, gerçekliği daha isabetli kestirebilir. Bu yüzden de ancak insan, gerçekliği değiştirip dönüştürüp yaratabilen olduğu; yalanı gerçeğe, gerçeği yalana çevirebilen türdeşlerinin tuzaklarına düşmemeyi, “kapan”larına yakalanmamayı başarabilme potansiyeli taşıdığı için gerçekçi olmak zorundadır.

Edebî akımlardan/üsluplardan biri olmaktan ötedir gerçekçilik. Hatta tersine; edebiyatta hangi akımı temsil ederse etsin, hangi üslup seçilirse seçilsin, yine de gerçekçi olunabilir. Nasıl mı? Sonuç itibariyle… Olanın gerçekliği kadar değişme ve dönüşme potansiyelleri, alternatifleri de gizlenmemiş ya da yok sayılmamışsa… Sahteliğe, yanılsamaya, çıkmaz sokaklara varılmasına vesile olunmamışsa… Yani bir yapıt ne kadar “realist, sürrealist, fantastik, natüralist, büyülü ya da sosyalist-gerçekçi” ve hatta “romantik” üslup ile yaratılmış olursa olsun, ondan gerçekte(n) olan’ın ve olması gereken’in ipuçları yakalanabiliyorsa, o yapıtın öznesi gerçekçidir; gerçeğe, gerçekliğe sadıktır. Ama o gerçek ki; sadece olmuşu, ola-geleni içermez; olan’lara her baktığımızda değişmenin, dönüşmenin kaçınılmazlığını da öğretir, gerçekleşmemiş olasılıkları, potansiyelleri, alternatifleri de kazır belleğimize. Yoksa Leibniz misali, “Olan, mümkün olanların en iyisidir; ki olmuştur” denmekle gerçekçi olunmaz. “Oldu-bitti”cilik değildir gerçekçilik. Nitekim biyo-zoolojik tabanda doğup hayvansı kabuğundan henüz sıyrılamamış olduğu için hâlâ zoo-antropolojik sayılabilecek olsa da insanlık tarihi, olmuş-bitmiş olanın geçmişte gerçekleşmemiş alternatifini alıp şimdiye, geleceğe taşıyabilmenin, hiç olmamışı ve olamayacak-sanılanı olan kılmanın, gerçekleştirebilmenin örnekleriyle dolu. Çünkü olan; aslında a priori bir “iyi-kötü” ayrımına ya da belirlenmiş bir amaca birebir bağımlı olmadan değişerek, dönüşerek ve alternatif yolları geride bırakarak olmaktadır. Ama insan türü, buna rağmen amaçları doğrultusunda olan’ı değiştirip dönüştürerek olacakları “olan ya da olmuşkılma konusunda hatırı sayılır bir yetkinliğe ulaşabilmiştir. Gerçekçilik, bu yüzden, “iyi-kötü” ayrımı üzerinden amaçlar belirleyip tasarlayarak ve tasarladıklarını eyleme dökerek “olacak”ları belirleyebilme becerisi taşıyan insana özgü metodik/metodolojik bir değer taşır.

O yüzden insanı çıkmaza yönelten, hem tüneller açıp hem de sonunu kalın duvarlar örerek kapatan hangi film, kitap ya da herhangi bir yapıt/sunu varsa; bunlar sadece umutsuzluğa, karamsarlığa hapsettiği için değil insana, insanlığa olan umutları öldürdüğü için de kötü. Gerçekçi iddiasında olsa bile, alternatifleri her daim olabilen gerçekliğin hakkını veremediği için kötü. Beceriyle ve yaratıcı ayrıntılar işlenerek çekilmiş, gerçekliği tüm çıplaklığı ile yansıtabilen sofistike bir işkence sahnesi izlendiğinde, yönetmenin “yaratma ve tasvir” ustalığına ya da “gerçekçiliği”ne hayran olmak diye yaygın bir eğilimden söz edilebilir. Peki insan, kötülüğü tasvir için bunca ayrıntılı düşünebilip bu kadar usta, bu kadar yaratıcı olabilirken, bu ustalığını ve yaratıcılığını insanca bir dünyanın tahayyülü, tasavvuru ve tasviri için kullanmıyor diye acı ve hüsran duymak ne kadar yaygın bir eğilim sayılabilir ki? İnsanın özgüvenini, insan olmanın anlamının ve değerliliğinin bilincini pekiştirici, insanın türdeşlerine ve tüm bir doğaya/yaşama olan saygısını, sevgisini ve empatisini arttırıcı, insanın insanlaşmaya olan umudunu besleyici bir ustalık sergilemeyi ya da tasarlama ve yaratmayı tercih etmek, neden tersi kadar cazip gelmiyor insana? “Umut vermek” deyince; gafil bir iyimserlik, “ilahi” tesadüflere bel bağlayıp ayakları yere basmayan, kaderci-pasif bir tevekkül telkin etmeyi kastetmiyorum elbet. Öylesi zaten, insansız umut demektir; ki onu daha ilk başta umuttan saymamıştım. Umut insana dair ise umut o kitabı yazanda, o filmi çekende düğümlenir. “Böyle bir güzellik hayal edebilmişse, böyle güzel bir alternatif kurgulayabilmişse insanda umut var demektir” diyebilmek o kitabı okurken, o filmi izlerken…

Eleştirel olamayan zihin sadece seyircidir, maruz kalandır kendine sunulana. Duygularından, güdülerinden, kolektif bilincin kodlarından, süper-ego’ların diktelemelerinden, ideolojik dogmalardan, dogmatik inançlarından örülmüş bir hasır koltuğa oturtulmuş tembel, seyirci bir zihin. Bu zihni taşıyan insan, hemen “çok doğru ya… gerçek bu…” derken hiçbir şeyi sorgulamamış, analiz etmemiş; sadece kendine sunulana maruz kalmış olur. Tıpkı yerçekimine, fırtınalara, depremlere, bir zamanlar insan türünün ortalama kırk yıllık bir ömürle var olmasına maruz kalınması gibi… Oysa insan; yerçekimine, fırtınalara, depremlere, kırk yıllık bir tür-ömürlülüğüne maruz kalmaya direndikçe “insan” olmuştur, insanlaşmaktadır. İnsanın insana sunduğu ne ise, sunulan kişiye bunu hatırlatmadıkça, “sunan” ve “sunu” özelinde insana dair umutlar yitip gider. Distopyalara da ütopyalara da böyle bakılmalı. Hatta sadece ütopyalar, distopyalar, filmler, yani ille de bir edebi ya da sanatsal yapıt özelinde değil; insanın insana sergilediği/sunduğu herhangi bir şeye de böyle bakılmalı. Ki bu “herhangi bir şey”, yaşanan-yaşatılan ve dayatılan herhangi bir davranış, yaşam tarzı ve ilişkisel, ekonomik-politik-ideolojik/sosyo-psikolojik ya da sosyo-kültürel süreci de temsil eder. İnsanın insana öznelik taslamasını teşvik eden, insanın bunun reddiyesi yönünde değişip dönüşmesine odaklanmayan, zoo-antropolojik/antro-politik tarihin12 sona erdirilmesi gereğine dikkat çekmeyen ve insanın insanlaşmasına değil de teknolojikleşmesine bel bağlayan ilk (klasik) ütopyalar bu yüzden totaliterdi ve kurgulanan ütopyalar, haklı olarak, birer “yeryüzü cenneti” değil de yeryüzünde yaratılmış cehennemlerin tasviri olarak okundu. Bu okuma sonunda uyarıcı bir misyonla anti-tez olarak kurgulanan distopyalar ise uyarmaktan çok, insanları bu cehennemlere hazır, aşina hale getirdi. Hatta bununla da kalmadı; cehennem yaşantısı olarak antro-politik tarihi yaratan asalak-sömürgen muktedirlere fikir verdi, ilham verdi: Bilimsel-teknolojik gelişme hep olsun ama asalaklığın, sömürgenliğin, insanın insana muktedirliğinin yetkinleşmesini sağlasın! Modernizm sürsün ama Jürgen Habermas’ın deyimiyle hep “yarım kalan” bir proje olarak, postmodernist olarak, siber-kapitalist olarak sürsün! Bu yüzden ister ütopik ya da distopik, ister fantastik, romantik ya da bilim-kurgusal, hatta felsefi ya da bilimsel bir metin, ne olursa olsun; insanın kendine öznelik bahşedip diğerlerine nesneliği reva gördüğü, insanın diğerlerini sömürdüğü, üzerinde zulüm pratikleri gerçekleştirdiği süreçleri, deneyimleri doğallaştıran, kaçınılmazlaştıran, kader kılan sonuçlara bağlanan her sunu, bu nedenle “umudun düşmanı”dır. Umudun insandan gasp edilmesi, insanın umuttan kaçırılmasıdır.

Time Trap, işte bu “düşmanlığı” benimsemeyen tavrıyla bir yandan umut verici gibi dururken, diğer yandan bu umudu ABD liderliğinde ulaşılan bir gelecek dolayımıyla vermeye kalktığı için umut kırıcı olarak da nitelenebilir. Mağaradakileri kurtaran gelecek kuşaklardaki insan prototipinin, Elon Musk ve benzerleri cinsinden olmadığına dair bir iyimser okuma yapılacak olunursa; bu “gelecek kuşak insanları”nın, kendilerine göre çok daha ilkel kalan mağaradakileri bir deney kobayı ya da enerjisini, emeğini sömüreceği birer nesne olarak belirlememiş olduğu söylenebilir. İnsanlığın gelecek kuşakları; yaşama, varoluşa, var-kalışa, her varoluşun biricikliğine önem veren, değer veren bir “varlık sevgisi” ile donanmış bir insanlık olarak var-olabilecekse ne mutlu! Tam da burada Steven Spielberg’ün, Stanley Kubrick’in ömrünün yetmediği yarım kalmış projesini tamamlayarak çektiği A.I.-Artificial Intelligence  (Yapay Zekâ)13 filmi hatırlanabilir. Spielberg, canlılığın da yaşamcıllığın da ötesinde “varlık sevgisi”ni işlediği o filmde; bunu, önce “eskimiş, işe yaramaz” yapay zekalı ve duygulu robotların, oyuncakların histerik bir şölenle yakılarak imha edildiği “katharsize edici” stadyum mizanseniyle; finalinde ise o yapay zekalı, duygusallık yüklenmiş çocuk-robotun bir türlü bastıramadığı “anne özlemi”ni, bugün için gerçekten ütopik sayılacak bir empati donanmışlığı ile önemseyip doyurmaya çalışan ve yine Time Trap’teki gibi bize “ucube” görünecek şekilde evrimleşmiş “insan-torunlarımız”ı tasvir ederek yapmıştı.14 Üstelik bu tasviri, Time Trap’in tersine, ucuz Amerikan milliyetçiliği ve kolonyalizmi propagandasının aracı kılmadan yapmıştı.

Geçmişten bugüne; asalaklık temelinde halkaların birbirine bağlandığı “besin (güç, statü) zinciri”nin tepelerinde yer alanlar dışında bu dünya, tam da Goethe’nin dediği gibi “hassas kalpler için bir cehennem”. Ama bunun sorumluluğu ne dünyaya ne de varoluşa yüklenebilir. Çünkü “sorumluluk” ilkesi ve bilinci de tamamen insana özgü, insanlaşmaya içkindir. Her biri “kendinde bir kendi-içinlik”, yani solipsist, apatik, asalak bir egoizm ile yaşayan ve bunun en fazla genetik (soysal/türsel) kendi-içinliğe kadar genişlemesine, –Adam Smith’in “görünmez eli” misali– bir “ekolojik denge”nin insafına ve sonuçta amaçsal değil de olumsal simbiyosis’e maruz kalan insan-dışı canlılardan bu sorumluluk beklenemez de. Sorumluluk, bu yüzden ontolojik, epistemolojik ve metodolojik (dolayısıyla bilimsel-teknolojik ama aynı zamanda etik-ekolojik de) olarak var-olabilen, var-kalabilen bir tür olarak “insan”a, insanlaşabilmeye ilişkindir. Sorumluluğun ontolojik-antropolojik ayaklarını temsil eden vicdanilik ile empati yetisi-yetkinliği kazanmış bir türün bireyleri olarak insanlar; eğer bu sorumluluğu üstlenmiyorsa, hakkını veren bir “yaşamcıllık, varlık/varoluş sevgisi ve saygısı” ile donanmıyor ya da bu donanıma yatkın diğer bireyleri engelliyorsa, insanlaşmayı ya beceremiyor ya da tercih etmiyor demektir.

Sonuçta geleceği bir cennet ya da cehennem olarak da ve hatta onu insan-türü açısından “hiç gelemeyecek” kılmak da yine –ister sanat/edebiyat, isterse başka herhangi bir şeyin dolayımıyla olsun– insanın elinde; aklında, felsefesinde, biliminde ve teknolojisinde. Ütopiklik de, gerçekçilik de tamamen insana bağlı. Bugün şu öngörülerden hangisi imkânsız ya da ütopik, diye sorsak insanlara:

  • İnsanlar, Mars’ta ya da başka “ölü” gezegenlerde hayat kurmayı başaracak.”

 

  • İnsanlar bu dünyada birbirini sömürmemeye, kandırmamaya, aldatmamaya, “avlamamaya”, savaşmamaya, birbirine zulmetmemeye dayanan bir gelecek yaratmayı; dünyayı huzurlu ve ölümcül olmayan bir gezegene dönüştürmeyi başaracak.”

Çoğunluğun ilk önermeyi mümkün ve gerçekçi bulurken ikincisini imkânsız, ütopik ve hatta hayalperest bulduğu bir dünyadayız bugün. Ve bunun vebali, yine insanın boynunda. Üstelik bilinç ile, zekâ ile, duygu ile donanmış; seçebilme ve karar verebilme ustalığı elde edebilmiş olmasına rağmen insanın bugüne kadar neyi tercih ettiğinin, neye karar verdiğinin de izdüşümü bu. Son söz, Nâzım Hikmet’e ait olsun:

Kendi kendimizle yarışmadayız gülüm.

Ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz,

Ya dünyamıza inecek ölüm.”

1 https://www.imdb.com/title/tt6723592 : IMDB Puanı 7.8 olan Tenet: Tersine Dünya adlı film, yönetmeni Christopher Nolan’ın popülerliğinin etkisiyle, henüz vizyona girmemişken bile çeşitli dijital medya ortamlarında film üzerine tanıtım/yorum programları paylaşılmaya başlamıştı. Vizyona girdikten itibaren daha hacimli analizler içeren paylaşımlar yapılmakta. Nitekim, bu film üzerine yorum/eleştiri literatürünün daha da genişleyeceği kesin görünüyor.

2 https://www.netflix.com/tr/title/80100172?source=35 : İlk bölümü 1 Aralık 2017’de gösterime giren Netflix yapımı bu dizi, hatırı sayılır bir ilgi görmüş, 3.Sezonu da çekilerek günümüze kadar popülerliğini korumayı başarmıştır. Bu dizide de tıpkı Time Trap’te olduğu gibi; olay örgüsü, geçmişe ve geleceğe doğru zaman yolculuğuna ve paralel evrenler arasında geçişe neden olan bir mağara üzerinden kurgulanmıştır.

3 Dijital platformlardan izlenebilen bu filmin IMDB Puanı 6.3. Resmi internet sitesinde çeşitli festivallerden aldığı on ödül listelenmiş. http://www.timetrapmovie.com/

4 https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/484062 : Alev Özkazanç, Arendt’in 1953’te günlüğüne Heidegger hakkında not düştüğü “Kendi yuvasını kendi kapanı haline getiren ve böylece başkalarını tuzağa düşüren, en üstün, en kurnaz tilki olmakla övünen, aslen kurnazlıktan yana nasipsiz bir tilki…” cümlesini aktarırken; Arendt’in yıllar sonraki bir röportajda Heidegger’e atfettiği “tilki” metaforunu yinelemediğine ve fakat Nazi döneminde “entelektüellerin kendilerini kandırması” üzerinden yaptığı genellemeyle, dolaylı olarak bu metaforu hatırlattığına dikkat çeker. Bu metafor aracılığıyla, Heidegger ya da Nazi döneminin “gafil entelektüelleri” ile sınırlanmayıp insan türüne özgü bir probleme de gönderme yapılabilecektir. Nitekim hayvanların yaşamında pek nadir görülen “kendi kurduğu tuzağa düşme” durumuna; insan yaşamında, “gafillik/aymazlık” dediğimiz, insan türüne özgü karakteristik bir eğilim sayılacak kadar sık rastlanmaktadır.

5 “Varlık dairesi”nden kastım; somut-maddi varlıkların mekânda (uzayda) kendi etrafında belli bir hızda dönmeleri ile bir başka varlığın yörüngelerinde gerçekleştirdikleri döngüsel hareketlerin yine belli bir hızda çizdikleri en geniş çemberimsi şekle ve içeriğine işaret etmektir. Dolayısıyla bu kavram, hem varlıkların hem de döngülerin çokluğuna ve katmanlılığına; bunun yanında hem tâbi olunan yörüngelere/rotalara hem de var-olunan mekânsal-düzlemlere/platformlara işaret eder. Bu bağlamda; kapsayıcı her varlık, kapsadığı varlıkların var-oluş platformu olarak ya da döngü hızı ile çekim-gücü yüksek olan her varlık, kendine göre bu birimleri daha az olan diğer varlıkların döngülerinin belirleyicisi olarak var-olur. Bu, Einstein’ın keşfettiği üzere, zamanın göreceli “akışının” mekânsal döngülere, yani uzaya bağımlılığını da tanıtlar.

6 Ouroboros, Eski Yunan mitolojisinde “kuyruğunu yutan/yiyen yılan” anlamına gelen bir simgeydi. Ancak zamanın sonsuz döngüsünü simgeleyen yılan ve benzeri kadim mitolojik figürlere, daha önceleri, Antik Mısır uygarlığında da rastlanmaktadır. Uzakdoğu’da ise Yin Yang, sonsuz döngünün bir başka simgesidir.

7 Karatani, Kojin, Tarih ve Tekerrür, Çeviren: Erkal Ünal, Metis Y., İstanbul, 2013, s. 31-40.

8 Fasit Daire’nin “kısır döngü” olarak Türkçeleştirilmesinin isabetliliğine rağmen, burada Arapça kökenli olan ve “bozulma, çürüme” fiilini ifade eden fesat ile etimolojik ortaklık taşıyan “fasit” sözcüğünü kasten kullandım. Çünkü “fasit niteliğe bürünmek”, bir bakıma, fesatlaşmayı (bozucu olmayı) da ifade etmekte. Dolayısıyla “kısır döngü” bir döngünün bozukluğuna değil ama tersine, sonsuz nitelik kazandıkça kısırlaşacağına, bozulacağına, çürüyeceğine ve “boşunalık” ile malul olacağına işaret eder.

9 Hawking, Stephen, Zanmanın Daha Kısa Tarihi, Çev. Selma Öğünç, Doğan Kitap Y., İst., 2006, s. 84, 85. Hep “şimdilik” olan varoluş, sürdüğü sürece zaten sonrasına, yani bir tür geleceğe yolculuk olarak adlandırılabilir. Ancak bunun da ötesinde harekete ve hıza bağlı olarak, bir varlığın başka bir varlığın geleceğine yolculuk yapmak teorik olarak mümkündür. Bununla birlikte bu hıza ulaşabilmiş bir varlık, ne kadar hızlı hareket ederse etsin, kendi yarınını atlayıp öbür gününe yolculuk edemez; sadece daha önce paylaştığı varlık dairesindekilerle ortak olduğu “zaman akışı” biriminden ayrıldığı için bu ortak dünyanın ertesi gün, ay, yıl vs.’sini atlayıp daha sonraki bir kronolojik noktasına ulaşabilir. Yani geleceğe doğru zaman yolculuğu yapabilen biri olsaydı o, ayrıldığı dünyanın yüz yıl sonrasına gittiğinde kendisinin yüz yıl sonrasına gitmiş ya da yüz yıl yaşlanmış (var-olmuş) olmaz.

11 Nietzsche, Friedrich, Şen Bilim : “La Gaya Scienza”, Çev. Levent Özşar, Asa Kitabevi Y., Bursa, 2003, s. 162 (Dördüncü Kitap/272).

12 İnsanlık tarihi, insan hâlâ biyolojik/zoolojik nedenselliklere karşı mutlak direnç gösterebilen bir canlı-tür olmadığı için nihai olarak zoo-antropolojiktir. Dolayısıyla zoolojik yaşamda belirleyici olan ve ancak genetik/soysal kendi-içinliğe genişleyebilen asalak-egoist kendi-içinlik, bugüne uzanan insanlık tarihinde ise ancak dar-grup içinlik, kabile-içinlik, soy-içinlik, sınıf-içinlik, ulus-içinlik vb. biçimlere bürünerek politikleştiği için antro-politiktir. Bugüne dek insanların inşa ettiği tüm politik yapılar ya da sistemler, asalak-egoist vurgulu kendi-içinlikleri ne “insan-türü için”liğe (hümanizm) ne de “yaşam-içinliğe” (ekolojizm) kadar genişletebilmeyi başarabilmiştir. Bunu başaramamış bir insanlık tarihi, bundan dolayı zoo-antropolojik bir politik tarih olarak nitelendirilmeyi hak etmektedir. Bu tarihte eleştirel-özeleştirel bir çatallanmayı sağlayan “insanlaşma” damarı açılmış olsa da bu damar, en azından şimdilik ne belirleyici olabilmekte ne de verili insanlık durumunu temsil edebilmektedir.

13 https://www.imdb.com/title/tt0212720/ 2001 yapımı Yapay Zekâ, Time Trap gibi hem fütürist hem ütopik bir bilim-kurgu olarak anılmaya değer. “Zamanın Oku”nun yönünü ters çevirmemiş bu film; “kendinde” bir zaman yolculuğu denilebilecek şekilde varoluşun geleceğe doğru akışını temsilen, ilk olayların ardından geçen binlerce yıl sonrasında gerçekleşmiş bir “gelecek” ile finale bağlanıyor.

14 Yapay Zekâ adlı filmin varlık sevgisini, empatiyi ve duygusal/akıllı varoluşu değerli ilan ettiği bu finaliyle tezat oluşturan, binlerce yıl öncesindeki o “toplu imha” sahnesi; aynı zamanda, nesneleştirme ve şeyleştirme süreçlerinin, “malik-özne” statüsünü elde edenleri nasıl bir histerik yok ediciliğe, tüketim çılgınlığına, apati’ye ve varoluş-karşıtlığına sürüklediği konusunda çarpıcı bir metaforik anlatı da içeriyor.