Christopher Nolan‘ın Batman evreniyle ilgili çektiği üçlemenin ilk filmi olan Batman Begins‘in (2005) sinema tarihi açısından yeri bir devrim niteliğindeydi. Nolan, Batman evrenine dair yepyeni bir yorum getirirken hikayesinden kurgusuna titizlikle hareket etmiş olup ilk filmi bu evrenin kilometre taşlarından birisi olmuştu. Ardından üçlemenin “görece” en iyi filmi olarak anılan The Dark Knight (2008) ile kapanış filmi The Dark Knight Rises (2011) ile bu evrene dair kişisel imzasını atıp çıtayı çok yukarıya koymuştu.

Yeni bir Batman filmi çekmek bu çıta özelinde düşününce gerçekten cesurca bir girişim nihayetinde herkes bir önceki Batman’le kıyaslayacak olup beklenti ona göre şekillenecek. Nolan’la birlikte daha karanlık bir yola giren evren, Matt Reeves‘in The Batman‘i(2022) ile kendi “karanlık” yoluna giriyor. The Batman; türü itibariyle film noir çizgisinde yürürken, bu türe ait özellikleri ustalıkla yansıtıp adeta üzerimize karanlık bulutunun “daha fazla karanlık” yağdırdığı bir atmosfere bizi hapsediyor. Gotham tasviri hiç olmadığı kadar ürkütücü ve diğer filmlerden ayrı bir çizgide. Bu çizgiye gelirken belli başlı referanslardan söz etmek gerekir; David Fincher‘in Se7en‘i (1995) “ahlakçı” kötüsüyle akla gelirken, Taxi Driver‘in (1976) karanlık atmosferi, şehrin çürümesi ve neo-noir türünü baz alınca Chinatown‘un (1974) varlığı epey önem arz ediyor. Tüm bu referansların altını biçimsel olarak neredeyse kusursuz olarak dolduran The Batman, içerik olarak doldurabiliyor mu peki? Daha açık bir ifadeyle film biçim olarak karanlıkken içerik bu karanlığı ne kadar temsil ediyor?

Bruce Wayne nerede?

Film kendisini biçimsel olarak “karanlık” olmaya o kadar kodlamış ve kaptırmış ki hikaye ilerleyişindeki es geçilen bir sürü şey bu “karanlık” atmosferde gizlenilmeye çalışılmış sanki. Batman’in ortaya çıkışı, onu “o” yapan değerler, “intikam” takma adı ve dahası ile ilgili olarak bir derinlik sunmak şurda dursun film bir done dahi sunmuyor. Öncüllerinde gördüğümüz gündüzleri Bruce Wayne olarak yaşayan geceleri de Gotham çatılarında gezen ikili yaşam diye bir şey yok. Hatta ortada Bruce Wayne diye bir şey olduğunu söylemek oldukça güç, birkaç sahne dışında gözle görülür biçimde Bruce’u görmüyoruz.

Film kapitalizmin yıkıcı gücünü alaşağı etmeye odaklanırken kendini bir çıkmaz sokağa sokuyor. Filmin ana kötüsü olarak gösterilen The Riddler, şehri yozlaştıran  elitlere karşı, bir yetim olduğundan duyduğu sınıfsal öfkeyle bir adalet arayışı başlatıyor. Bu arayışta Batman’in de onunla birlikte olduğunun vurgusunu yapan Riddler, bu elitlerin zenginlik kaynağının nereden geldiğini sorgulatmaya çalışıyor. Bu sorgulamayı yapması gereken Bruce, Falcone’la yüzleştikten sonra babasıyla ilgili bazı gerçekleri de öğrendikten sonra bu sorgulamaya tam girecekken film işte burada çıkmaz sokağa sapıyor. Film, Batman’in iç çatışmasını göstermek yerine oğlu tarafından hızlıca affedilen bir babaya ve çürümüş şehrin neden çürüdüğünden ziyade bunu gösteren Riddler’a odaklanıyor.

Film o kadar Riddler odaklı ki, bir uyuşturucu baskınında basılan Penguen yakalanmıyor bile, şehrin elitlerinin para kaynağı kesilmiyor; şehirdeki yozlaşmayla mücadele etmesi beklenen kahramanın kendini ideolojik olarak konumlandırdığı yer ise bir hayli düşündürücü. Şehirdeki kötülere korku salan, yozlaşan elitleri ortaya çıkarmak isteyen kahraman filmin sonunda elitleri kurtarmak için seferber oluyor. Bir yetim olan kendisini, yetimhanede uyuşturucu bağımlılığına terk edilmiş yetimlerle özdeşleştirmek yerine gene bir elitin yetim çocuğuyla özdeşleştiriyor. Film tam da burada kendisine ihanet ediyor. İlk yarısında bize vadettiği şeyleri elinin tersiyle itiyor. “İntikam” anlamını yitiriyor. Batman elinde aydınlık feneriyle bir aydınlık savaşçısına dönüşüyor. Böylece karanlığı mı yoksa aydınlığı mı temsil ettiği belli olmayan kafası karışık bir film ortaya çıkıyor. Film bu yüzden tam anlamıyla – özellikle içeriksel olarak- “karanlığı” temsil etmiyor.

Film sürekli kendisinin “karanlık” bir film olduğunun altını çizerken nasıl “karanlık” olma noktasından uzaklaşıyor? Film sinematografik olarak o kadar büyüleyici ki seyirciyi hipnotize edip karanlık meselesiyle ilgili bakışını kör etmesine sebebiyet veriyor. Bir türlü bitmek bilmeyen film romantize edilmiş sahnelerle ve Joker vurgusuyla kapanışını yapıyor. Nolan’ın ilk filminin kapanışında da Joker vurgusunu görmüşken seyirciyi ister istemez o filmle kıyas yapmaya götürüyor.

The Batman vs Batman Begins

Batman Begins, Batman’in ortaya çıkışını en başından ele alırken; bir kahramanın doğuşunu ve kimlik dönüşümünü kusursuz bir şekilde anlatıyordu. Şu ana kadar çekilmiş en iyi “Batman” filmi ve hikaye olarak da üçlemenin en iyi filmi olmasında; The Dark Knight filminde Batman’in Joker’in gölgesinde kalmasının payı olsa da, ilk filmde “Batman”in ana merkezde olmasının payı daha fazladır.

Batman’in ortaya çıkışı “korku” imgesi üzerinden işlenirken; Bruce Wayne’in suçluluk hissini öfkesiyle gömmesiyle beraber akıl hocası R’as Al Ghul’un onu gerçekle yüzleştirmesine giden bir eğitim sürecini izleriz. Bu filmde Bruce Wayne’nin çocukluğundan sahneler vardır. Batman’i tanımak için onun ardındaki kişiyi –yani Bruce’u- tanımak elzemdir. Begins’in en başarılı tarafı da bu tanıtma işlemidir. Hiçbir karakterin rol çalmasına izin vermeden Batman’in doğuşunu tüm çıplaklığıyla seyretme imkanına sahip oluruz.

Batman Begins’le The Batman arasındaki en büyük fark da şudur ki; birinde Batman’i tanır ve özümserken diğerinde oldukça “saf karanlığa” bulanmış, babasının günahlarıyla yüzleşmekten dahi kaçınan öfkeli bir adamı görürüz. Batman’i tanımak için maskenin ardındaki kişiyi görmek gerekirken Matt Reeves, maskenin ardındaki kişiyi ama bilinçli ama bilinçsiz bir şekilde gizler ve onu hapseder. The Riddler dışında hiçbir karakterin hikayesini derinlikli bir şekilde işlemeyen film, yüzeysel donelerle karakter tahlillerini de geçiştirir. Matt Reeves’in türe dair maharetinin ve filmin sinematografisinin güçlü olmasının, ne yazık ki filmin açıklarının kapanmasında başarılı olduğu pek söylenemez. Nihayetinde The Batman, tüm bunlar üzerine göründüğü kadar “karanlık” bir film değildir.