Ana Sayfa Röportaj THOMAS HIRSCHHORN: GRAMSCI ANITI DA TÜM ANITLAR GİBİ SONSUZLUĞA ADANDI.

THOMAS HIRSCHHORN: GRAMSCI ANITI DA TÜM ANITLAR GİBİ SONSUZLUĞA ADANDI.

THOMAS HIRSCHHORN:  GRAMSCI ANITI DA TÜM ANITLAR GİBİ SONSUZLUĞA ADANDI.

 

 “Paylaşımsız” demek, karmaşıklığa evet diyebilmek anlamına geliyor. Çoğulluğa işaret ediyor, bölünmeye değil. Paylaşımsız sahiplik, sorumlusu olmadığımız bir şeyin sorumluluğunu almamıza izin veriyor.

THOMAS HIRSCHHORN kamusal sanata ne denli önem verdiğini, New York’taki Gramsci Anıtı’nın bölge sakinlerinin katkılarıyla nasıl adım adım inşa edildiğini ve sanatta “Paylaşımsız Eser Sahipliği” fikrine olan inancını anlatıyor. Galerilere ya da müzelere çok sık uğramayan kişilerin dahi gerçek anlamda katılımda bulunabileceği sanat eserleri yaratmakta çok az sanatçı İsviçreli Thomas Hirschhorn’dan daha ileri gidebilmiştir. Sanat dünyasına dahil olduğu ilk günden bu yana, kendi deyimiyle “ayrıcalıksız kamu” için sanat eserleri üretmeye kendini adayan Hirschhorn, 1999’dan bu yana inşa ettiği çeşitli sunak ve anıtlarla “Oluş ve Üretim” (eserin inşası, planlaması ve icrası esnasında alanda olmak) olarak adlandırdığı çalışma pratiğini sürdürüyor. Genellikle inşa edildiği alanın dokusuna aykırı olan ve kapsayıcılığı yepyeni bir seviyeye taşıyan bu eserler arasında New York’un Bronx bölgesindeki Gramsci Anıtı (2013), Paris Palais de Tokyo sanat merkezindeki Flamme Éternelle (2014), Amsterdam’daki Bijlmer Spinoza Festival (2009) ve son olarak 2016 yılında Wiesbaden Bienali’ndeki SPERR adlı eserler bulunuyor. Bunların haricinde 2011 yılında Venedik Bienali’nde İscviçre’yi temsil eden Hirschhorn, Boston Çağdaş Sanat Enstitüsü’nde, Paris’teki Georges Pompidou Merkezi’nde, Barselona Çağdaş Sanat Müzesi’nde, Kunsthaus Zürich’te, Şikago Sanat Enstitüsü’nde, Viyana Secession’da, South London Galerisi’nde ve son olarak Danimarka’daki Aarhus’ta kişisel sergiler düzenledi.

Veronica: 2016 yılının Kasım ayında Gramsci Anıtı hakkında bir konuşma yaptığınız Oslo Pilot Sempozyumu’nun küratörleri Per Gunnar Eeg-Tverbakk ve Eva González-Sancho, sizi ilk kez düzenlenecek olan Oslo Bienali’ne yön verecek dört sanatçıdan biri olarak seçti. Bu kararın ardında sizin uzun zamandır “gerçek kamusal sanat” fikri üzerine odaklanmış olmanız ve sanatı alışıldık mekanından yani galeriden çıkarıp bazen sokaklara, bazense parklara taşımanız yatıyordu.

Thomas Hirschhorn: Başından beri hep kamusal alanlarda sanat fikri ile ilgileniyorum. 1999’dan beri yaptığım dört anıt (Spinoza, Deleuze, Bataille ve Gramsci) kamusal alanlara olan ilgimin birer göstergesi. Bunlardan ilki Amsterdam’daki Spinoza Anıtı’ydı. O zaman bu yana kamusal alanlarda 66 farklı eser inşa ettim ve bu eserlerden sekizi “Oluş ve Üretim” prensibi ile üretildi.

Anıt fikrini yeniden şekillendirmenizin nedeni nedir?

Her sanat eseriyle, her anıtla, sanatçı o güne kadar var olan sanat eserlerini, var olan sanat tarihini, tüm tarihi ve var olan tüm anıtları sorgular. En sevdiğim dört filozofa, Spinoza, Deleuze, Bataille ve Gramsci’ye ithaf ettiğim anıt serim, on yıldan uzun bir sürece yayılan ve galerilerdeki, sanat ve kamu alanlarındaki farklı eserlerle ile iç içe geçen bir projeydi. Her anıtta deneyimleri ve yeni tutkuları bir araya getirdim. Bu da heykele dair bakışımı daha kesin bir şekilde tanımlamama önayak oldu. İlk anıtım Spinoza, en küçük ve en derli toplu olanıydı ve bölgede yaşayan sadece bir kişinin katılımıyla yapılmıştı. Gilles Deleuze’e ithaf ettiğim ikinci anıt, bölgede yaşayanlarla olan ilk deneyimimdi. Yapısal olarak birbirinden farklı dört kısma ayrılıyordu: Bir kütüphane, Deleuze’ün bir heykeli, onun anısına adanmış entegre bir sunak ve bir felsefe taşı. Mekan olarak Avignon’un dışında kalan mahallelerden birini seçtim ve anıtı orada yaşayanlarla birlikte inşa ettik. Fakat bir hata yaptım ve bu süreçte alanda bulunmadım. Bölge sakinleriyle birlikte çalışırken mutlaka orada bulunmanız gerekiyor. Bunu da böylece öğrenmiş oldum. Hem eserin görevinden dolayı, hem de anıt gerçek anlamda her dakika yeniden inşa edildiği için mutlaka orada bulunmanız gerekiyor. Deleuze Anıtı’nın bana kattığı bu tecrübenin ardından, Oluş ve Üretim prensiplerini geliştirdim. 2002 yılında yaptığım Bataille Anıtı, bu prensiplerle yaptığım ilk çalışmamdı. Tüm pürüzler ortadan kalkmıştı. Performans boyunca orada bulunmam alandaki inşa sürecine çok daha fazla yarar sağladı. 11 yıl sonra Gramsci Anıtı’nı yaparken, altı hafta boyunca günlük ve haftalık etkinlikler planladım.

Güvencesizlik tanımını seviyorum çünkü bu, içinde bulunduğun anı yakalamakla, bunun farkında olmakla, anda olmanın aydınlanmasını ve yüceliğini kavramakla ilintili bir şey. Sonsuzlukla arzulayan bir şey değil.

New York’ta seçiminizi sosyal konutlardan yana yaptınız ve başlı başına bu seçim dahi projenin hazırlık sürecinde geniş çaplı bir araştırma gerektiriyordu. Neden Forest Evleri’ni tercih ettiniz?

Mekan seçimini ancak uzun süreli bir saha araştırmasından sonra yapabilirsiniz. Bu, sanatsal bir karar olduğu için bir kurum ya da yönetim tarafından alınamaz. New York’un beş semtinde, yani Bronx, Queens, Brooklyn, Staten Island ve Manhattan’da, toplamda 200 sosyal konut projesi var. Saha araştırmamız bir buçuk yıl sürdü ve bu esnada dokuz kez New York’a gidip geldim.

Şehrin dört bir yanındaki sosyal konutları ziyaret ettim. Beş semtteki 46 projeyi, üç semtteki 15 farklı konuma indirgedik. İşbirliği yapmanın mümkün olup olmadığını görmek adına bölge sakinleri ile görüştüm. Gramsci Anıtı’nı Forest Evleri’nde inşa etme kararını, Forest Evleri Sakinleri Birliği’nin başkanı Erik Farmer ile birlikte aldık. Anıtı orada yaşayanlarla hep birlikte, ortak yaşam ve dayanışma ruhuyla inşa etmemiz için beni Forest Evleri’ne o davet etti. Alan çalışması yapmayı seviyorum. Benim sorum her zaman şu olmuştur: Bu projeyi hep beraber, bir arada var olarak ve işbirliği yaparak gerçeğe dönüştürebilir miyiz? Bunu hesaba kattığınızda, Gramsci Anıtı’nın yerini tek başıma belirlemediğim açıkça anlaşılacaktır. Alan çalışması bu tarz projelerin en zor fakat en güzel kısımlarından biridir. Sadece bir fikirle baş başa olan Ben’in Öteki ile karşılaştığı andır. “Öteki” tanımının kapsadığı herkesle sanat tartışabilmenin mümkün olduğunu bir kez daha idrak ettiğim yüce anlardan biridir. Bu karşılaşmalar ve yüz yüze görüşmeler olmadan mekana dair bir karar verilemez.

Peki bu filozofların ismini dahi muhtemelen daha önce hiç duymamış, onlara özel bir sevgi beslemeyen kişileri projeye dahil olacak şekilde nasıl motive ettiniz?

Bu, katkıda bulunmakla ilgili bir şey. Bu bir olumlama. Yapılması gerektiğini düşündüğünüz bir şeyi yapmak ya da yapılması için yardım istemekle alakalı. Motivasyonla değil. Öteki ile tanışmak, onunla birebir yüzleşmekle alakalı. Eserimi sevginin, felsefenin, siyasetin ve estetiğin etki alanı içerisine yerleştirmek istedim. Gramsci anıtı yapmak istememin sebebi de buydu. Neden Gramsci? Çünkü o, politika sevgisini, politikadaki katıksız sanatı temsil ediyor. Antonio Gramsci’yi, yaşadığı hayatı, fedakarlıklarını ve yaptığı işleri seviyorum. Her insanın entellektüel olduğuna dair bir bakış açısı vardı. Gramsci Anıtı, önemli bir filozofun düşüncelerini hatırlama ve bunları geleceğe yansıtma hususunda yeni bir yöntem yarattı. Gramsci Anıtı bir başarı değildir. Başarısızlık da değildir. Sanat zaten hiçbir zaman böyle bir şey olmamıştır. Gramsci Anıtı, kamusal sanatın nihayetinde bir dönüşüme önayak olan bir deneyim olarak yeniden değerlendirilmesine katkı sağlamıştır. Bir formun güçlü ve fakat kırılgan, güzel ve çelişkili, aydınlatıcı fakat aynı zamanda tartışmalı bir olumlaması bu. Dostluğun güvencesiz bir formu. Ve tüm dostluklar gibi, ispatın ve delillerin ulaşamadığı yerde, tüm güvencelerin ötesinde bir şey. Dostluk bu dünyada kazanabileceğimiz en değerli şeylerden biri. Nitekim dostluğun özü de sadakattir. Gramsci’nin fikirlerinin Forest Evleri’nde kalıcı olarak yer edinip edinmediğini bilemem fakat orada yaşayan herkesin Gramsci’nin fikirlerine sadakatini sunduğunu söyleyebilirim. Gramsci Anıtı dostluğun topraklarına, dostlukla inşa edildi. Ondan geriye ne kaldığını soracak olursanız, cevabım kesinlikle “dostluk” olur.

 

Ekibinizi nasıl oluşturdunuz ve inşa sürecini nasıl planlayıp yönettiniz?

Altı hafta boyunca 15 kişilik bir ekiple çalıştık. Ekipteki kişiler, emeklerinin karşılığında bir miktar ücret aldı. İnşa ekibini Erik oluşturdu. Ekibe katılanlarda hiçbir özel vasıf aramadık, sadece orada ikamet etmeleri yetiyordu. Her gün, sabahları ve akşamları bir kez kısa bir toplantı düzenliyorduk. Civarda yaşayan insanları işe dahil etmek, orada bir şeyler yapıldığı haberini yaymak ve hep birlikte çalışma fikrini pekiştirmek adına son derece önemliydi. Takımdaki 15 kişi, 35 günlük inşa sürecinin ne denli hassas, değişken, karmaşık, çetrefilli, güzel ve eğlenceli olduğunu tecrübe eden tek kişilerdi. Onlarla birlikte çalışmak hem inanılmaz bir deneyim hem de aynı zamanda hiçbir şeyle kıyaslanamayacak bir zorluktu. Yaygın sosyal, ekonomik ya da kültürel alışkanlıkların aksine, burada ekipteki herkes eş derecede önem taşıyordu. Süreçte herkese eşit derecede ihtiyaç vardı ve herkesin emeği eşit derecede önemliydi. İnşa safhası her zaman kritik bir önem taşır çünkü alandaki gerçeklikle ilk temas, Öteki ile yüzleşme anıdır. Alandaki günlük yaşantıyla “çatışılan” andır. İnşa etmek, sadece kullanılmak üzere bir şeyler yaratmak değildir: İnşa etmek inanmak demektir: Sanata, işbirliğine, bir görüşle zıtlaşmaya, bir hayale, bireysel yeterliliğe ve kabiliyetlere, bir eser yaratmaya, ortaya bir sanat eseri çıkarmaya inanmak demektir. Çalışma sevgisine, ortaya çıkan işe olan sevgiye bir biçim kazandırmak istedim.

Yapıyı nasıl tasarladınız?

Yapıyı birbirine köprüyle bağlanan iki platformu temel alarak geliştirdim. Yapının bir başka öğesi de platformlara ulaşımı sağlayan merdivenler ve rampalardı. Alan birçok farklı aktiviteye ev sahipliği yaptı: Bir sergi alanı, kütüphane, tüm gün internet bağlantısı olan bir internet köşesi, atölye alanı, bölgede yaşayanların işlettiği bir bar ve bir radyo istasyonu bulunuyordu. 2,5 kilometrelik bir alanı kapsayan küçük bir radyo istasyonu kurduk. Bölgede yaşayan iki DJ de projeye dahil oldular. Tartışma ve röportaj programları, dostlarımızın ve bölge sakinlerinin ürettiği müzikler yayınlandı. Kütüphanede New York Şehir Üniversitesi’ndeki İtalyan-Amerikan cemiyetinin 500 kitaplık arşivinden kitaplar bulunuyordu. Sergi alanında Antonio Gramsci’nin İtalya’daki müze evinden ödünç alınan eşyalar sergilendi. Günlük ve haftalık etkinlikler düzenledik.

Oslo’da “güvencesizlik” kavramını vurguladınız. Bu bağlamda güvencesizlik, “öngörülebilirlikten ve iş güvencesinden yoksun, istikrarsız bir yaşam” anlamına geliyor. Ayrıca bu koşullarla tanımlanan ve prekarya olarak adlandırılan toplumsal bir sınıf mevcut. Bu sizin için neden bu kadar önemli?

Güvencesizlik tanımını seviyorum çünkü bu, içinde bulunduğun anı yakalamakla, bunun farkında olmakla, anda olmanın aydınlanmasını ve yüceliğini kavramakla ilintili bir şey. Sonsuzlukla arzulayan bir şey değil. Öyle olduğunu varsayarsak dahi, bu yine de sadece anın sonsuzluğu ile alakalı olacaktır. Anıt projelerimin tümü zamanla sınırlı olan, nesne olmayanla ilintili, anın yoğunluğunda bir sonsuzluk yaratma istenciyle–ya da ütopyasıyla – gerçekleştirilen projelerdi. Zamanla sınırlı projeler, sınır tanımayan fikirler sunar. Zamanla sınırlanmak bize Oluş ve Üretim’i sunar. Güvencesiz olana dair sevgim, insanın tüm faaliyetlerinin temelde güvencesiz oluşu düşüncemden, bir şeylerin kaçınılmaz ve hiçbir şekilde hesaplanamaz belirsizliğini değerlendirmektense, doğrudan eyleme geçmeye olan inancımdan geliyor. Güvencesizliğe olan sevgim, hayatın tüm istikrarsızlığına ve belirsizliğine rağmen bir şeyler yaratabilmenin temelindeki güç ve cesaretten kökleniyor. Güvencesiz olan yeni bir coğrafyayı şekillendirir, insanlar arasında yeni bir alışveriş başlatır ve yeni değerler üretir. Benim sorum ise şu: “Güvencesiz olandan korunma, güvencesizliği inkar etme ve onu görmezden gelme isteği yerine, onun olumlaması ya da tanınması evrensel olabilir mi? Bugün birçok kişinin içinde bulunduğu güvencesizliğin temelinde olan adalet, eşitlik ve hakikat evrensel olabilir mi?”

Thomas Hirschhorn

Gramsci Anıtı projesinin diğer önemli unsurları nelerdi? Bir “elçiniz” olduğundan bahsetmiştiniz…

Evet, bir elçimiz vardı: Yasmil Raymond. Muhitte yaşayan insanlarla bir araya geliyor, onların sorularına cevap veriyor, evrak işlerinde ya da karşılaştıkları sorunlarda onlara yardımcı oluyor ve her gün gazetemize bir köşe yazısı yazıyordu. Elçimizin görevi insanlara Gramsci Anıtı’nın ne olduğunu açıklamaktan ziyade, ortaya çıkan problemlerin çözmekti. Berlin’de yaşayan felsefeci bir arkadaşım, Marcus Steinweg, her gün dersler verdi. Dersler sadece Gramsci odaklı değildi. Herkes arzu ettiği soruları sorabiliyordu. Ayrıca Lex Brown ve 50 senedir Forest Evleri’nde yaşayan Susie Shaw’ın birlikte yönettiği, çocuklar için bir atölye alanı da mevcuttu. Gramsci Anıtı Gazetesi adında, günlük olarak hazırladığımız bir gazetemiz vardı ve gazetede Marcus Steinweg’in günlük derslerinden metinler, bölge sakinlerinden birinin bir yazısı ve Gramsci’nin bir metni bulunuyordu. Son sayfa “günün mahallelisine” ayrılmıştı. Her gün yeni içerik girdiğimiz bir internet sitesi de mevcuttu.

Küratör Per Gunnar ve Eva’nın dikkatini çeken şeylerden biri de projedeki eser sahipliği anlayışıydı. Eserin sahibinin muhakkak siz olduğunuz bir gerçek, fakat aynı zamanda çoğulcu bir eser sahipliği de söz konusu.

 Eser sahipliği sorusuyla sık sık karşılaşıyorum. Bu sebeple ortaya yeni bir sahiplik türevi, yeni bir görüş, bir ütopya attım. Ben bu eserin %100 sahibiyim. Ama başka birisi de çıkıp “ben de bu eserin %100 sahibiyim, Ben de bu esere inanıyorum” diyebilir. Bu, bu şekilde artarak gidebilir. Toplamda %1000 ya da %200.000 olabilir. Yüzde yüzlük bir sahiplik hakkının, parça parça paylaşılması gerektiğini düşünmek aptalca ve geri kafalı bir düşünce. Bu sebeple yeni bir tanım oluşturdum: Paylaşımsız Eser Sahipliği. Bu, şu anlama geliyor: Ben, Gramsci Anıtı adlı eserin tamamının tek sahibiyim. Paylaşımsız sahiplikte ben, sanatçı olarak işe dair anlayışımı ya da bu eserdeki sorumluluğumu kimse ile paylaşmıyorum. Bu sebeple adı “paylaşımsız”. Fakat bir yandan, bu eserin tek sahibi ben değilim. Bu işin sorumluluğunu alan bir başkası da benle eşit derecede bu eserin sahibi. Bu esere dair kişisel anlayışı, esere katkısı çerçevesinde bir başkası da bu eserin tamamının tek sahibi olabilir. İşte bu sebeple “paylaşmıyoruz”. Paylaşımsız sahiplik bir beyan, bir sav. Bir anlamda saldırgan ve “işbirliği” gibi “yumuşak” bir tanımın aksine “sert” bir tanım. “Paylaşımsız” tanımı, duruluğu ve bir kararı temsil ediyor. “Bir kişiye ait olmayanı”, bir arada var olabilmeye açılan yolu temsil ediyor. “Paylaşımsız” demek, karmaşıklığa evet diyebilmek anlamına geliyor. Çoğulluğa işaret ediyor, bölünmeye değil. Paylaşımsız sahiplik, sorumlusu olmadığımız bir şeyin sorumluluğunu almamıza izin veriyor. Dahası, eserin “sahibi” olmadan, eser sahibi olmayı mümkün kılıyor. Esas olan, yeni olan bu.

Deleuze Anıtı

Anıtın tamamlandığına nasıl karar verdiniz?

 Anıt tamamlanmadı. Asla tamamlanmayacak. Gramsci Anıtı da diğer tüm anıtlar gibi sonsuzluğa adandı. Gramsci Anıtı, temsil ettiklerinin yanı sıra “bir nesne de olduğu” fiziksel halden, sadece bir anı olduğu “nesnesizlik” haline geçiş yapmak zorundaydı. Bu yüzden, son gün bir parti düzenledik. Anıtı 12 günde söktük ve kullandığımız bütün objeleri çekilişle Forest Evleri sakinlerine dağıttık.

TÜRKÇESİ: TUNÇ OLCAY

Kapak: Deleuze Anıtı

Kaynak: http://www.studiointernational.com/index.php/thomas-hirschhorn-interview-the-gramsci-monument-is-made-for-eternity

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl