Bir adamın standart, prototip Türk olduğunu şuradan anlarım, yani şuna bakarım: Bir adam aklını çok beğeniyorsa; aklını, fikrini çok beğeniyorsa, o Türktür kesin, onun başka bir şey olma ihtimali pek yok. Bir de her şeyi bildiği kanaati varsa, o Türktür; Türkün de sağcısıdır. Hiç şüphe yok sağcıdır, her şeyi biliyordur. (1)

Yeni Zelanda’da yaşanan alçakça saldırının ardından en başından sonuna kadar Türk hükümetinin yaşananları; bilindik Müslüman mağduriyeti, İslamofobi kavramlarıyla ucuz bir oy avcılığına dökmeye çalışmasına ibretle tanık olurken, sözcüsünün de “Charlie Hebdo için yürüyenler, Yeni Zelanda için de yürüyecek mi?” (*) sözleriyle, insan kıyımları da din ve mezhep aidiyeti açısından ayırmaya kalktığını gördük. Aynı zamanda bu sözlerin hedefinde, hiç bitmeyen bir kinle beslenen, kültürel kodlarında yer alan “laik-Batıcı-aydınlanmacı ülkemiz insanını da hedef alıyordu.

Artık bu İslamcı kadrolarla temsil edilme noktasına kadar erimiş Türk sağının, “kininin ve nefretinin”, tarihsel -herkesçe malum- kültürel zeminini tekrar anımsatmak gerekir diyerek bir özet yapmak istedim.

Bir garip formül

Türk sağını çeşitli başlıklarla sınırlayarak da olsa konuşmaya çalışmak, kocaman karmaşık bir yumağı çözmeye çalışmak anlamına da geliyor. Sağcılığın doğasından kaynaklanan pragmatizmi, eklektizmi ve oportünizmi, değerlendirmenin “merkeze” koyacağı bir tutamak noktasını iyice belirsiz kılıyor; ama ne gam! Zaten bu ülkede “sağ, sol”sol da sağ” demek değil miydi? Daha sonraki yıllarda da yapılan bütün siyasi tartışmalar; “merkez-çevre” diye başlayan ve liberal çözümlemelere varan kadar, kuyudan bu taşı çıkarmak için sürdü. İdris Küçükömer’in basit ama kışkırtıcı formülasyonunun, “sağ”a “sol”un ilerici ve devrimci niteliklerini olumlu nitelikler olarak yüklerken aslında “solu” onurlandırdığını kimse söylemiyordu.

Bu formülasyonda bir başka şey daha konuşulmadı şimdiye kadar; o da Türk sağının, “çevre”den, stotükocu “solcu merkeze” yaptığı demokrasi ve üretim güçlerinin hızla “kalkınmaya” yönlendirilmesi, ağır sanayi devriminin koşullarının yaratılması talebi onu “ilerici” yapmaya niye yetiyordu? Bu taleplerin içinde yer alan “demokrasi”nin 2000’li yıllarda “merkezin” dağılmasıyla merkeze oturan “çevre”nin elinde ne hale geldiğini artık hep birlikte yaşamıyor muyuz? Bugün “merkez”e oturan sadece sağcı değil aynı zaman İslamcı “çevre”nin demokrasi talebinin saf ve masum “kalkınmacı” heyecanından kaynaklandığını kim söyleyebilir? İdris Küçükömer’in formülündeki sol, “halkı toplumsal mühendislikle laikliğe ve sekülerizme zorlamış, onu sürü olarak görmüş, inanmadığı Batıcı, aydınlanmacı değerleri zorla benimsetmeye çalışmış” da, iktidarı ele geçiren “itilip-kakılmış”, iktidarken bile mağdur “çevre”nin bugün nasıl bir “toplumsal mühendislik” yürüttüğü konuşulmuyor? Toplum mühendisliği sadece solcunun işi mi? Yoksul halk çocuklarını imam hatiplere zorlamak, dinci vakıfların yurtlarına mahkûm etmek, 4+4+4 eğitim sistemi, yandaş işadamlarına açtırılan yüzlerce özel üniversite, kaldırılan felsefe, saatleri düşürülen matematik dersleriyle cahilleştirilen bir “kindar-dindar” nesille laik ve seküler bir gelecek mi kurmaya çalışıyor? Hani şu meşhur soruyu biraz değiştirerek sorarsak: “Sol bunun neresinde”?

Artık “merkez”de (“çevre”leşmiş bir merkez) olduğunu söyleyen bir “sağcı”nın, biraz sıkıştığında IŞİD’in kan donduran eylemlerinin “İslam dairesi” içinde kaldığını söylediğini duymadık mı? Tutucu ve sütotükocu solun ve Kemalistlerin başörtüsü yüzünden mağdur ettiği kadını kullanırken solcu olan sağcının; kız çocuklarının belli bir yaştan sonra okumasının gereksizliğini, İslam dairesi içinde kaldığı sürece dövülebileceğini, çokeşliliğin bir hak olduğunu, müftü ve imam nikâhının medeni nikâhtan daha çok kadının lehine olduğunu söylediğini görmedik mi? Evet artık, başörtülü kadın bakanlar, polisler, doktor vb var, ama ortalarda bir “kadın” kaldı mı diye sormak gerekmiyor mu?

Küçükömer’in formülasyonunun sağı, solcu yapan son ayağına değinelim bu bahsi kapatalım. “Çevre”den merkeze yapılan “Kalkınmacılık ve sanayileşme” talebi. Kabul etmek gerekir ki Anadolu insanı feodal bir din olan İslamın da etkisiyle “ortaklaşmacılık – kooperatifleşme” gibi üretim tiplerine mesafeli olmuştur. Sağ iktidarların bereketinin, millete hizmet için çalıştığının inancı içindedir. CHP’nin gerek İkinci Dünya Savaşı sırasındaki uygulamaları, gerek 70’lerde Ecevit hükümeti dönemindeki konjonktürel yokluk solun beceriksizliğine yorulmuş, sağ iktidarlarca da sürekli işlenmiştir. Ancak Anadolu halkı çok kısa süre içinde sağın sağladığı hizmet ve refahın bunu nasıl başardığıyla hiç ilgilenmemiştir. 70’lerin sonundaki yokluğun; Demirel-Özal ikilisinin 24 Ocak Kararları’yla geleceğinin çalınarak aşıldığı; önünden eksilen ekmek, pahalı aldığı mazot, ucuza sattığı emeği ve üretimi satılarak ödendiği gerçeği hep ondan kaçırılmış, aslında o da pek bunu pek umursamamıştır. Sonuçta sendikasızlaşmış, daha çok sömürülmüş, parasının değeri düşmüş; ama Fransız peynirine kavuşmuştur. Bugünkü sağ-İslamcı iktidarın; yol, hastane, okul, yandaşlara sağlanan maaş adlı “hizmet”lerinin, DÖİ (devlet-özel işbirliği) denen bir yöntemle; araç geçiş garantili yolların-köprülerin, inecek uçak garantili havaalanlarının, hasta garantili şehir hastanelerinin, yapıldığıyla pek ilgilenmediği gibi. Bu kadar “maliyet” onun sırtından çıkacaktır bir gün; ama bu şimdilik pek önem taşımamaktadır. O geçmediği köprülerin, binmediği uçakların hizmetinden memnundur.

Deresi, nehri hidroelektrik santralıyla büyük yandaş inşaat şirketlerine peşkeş çekilir, toprağı uluslararası tarım tekellerinin taleplerine göre bölünür, birleştirilir, onu ek denir, şunu ekme denir, onu o kadara almayacağız denir, zeytinliği sökülür ve hemen herkes yöreye gelecek yandaş şirketin incisi olmaya veya göçe zorlanır. AKP’nin Anadolu’da uyguladığı bütün tarım politikaları demografik büyük bir değişimi dayatmaya yöneliktir. Bunun sonucunda da köylünün elindeki tarım alanları uluslararası tarım tekellerine, suları da su şirketlerine peşkeş çekmek için hazırlanmıştır. Elbette dünyanın hiçbir yerinde sıradan insanlar bu detayları pek ilgilenmez. O kısa vadede önündeki derdinin iktidarlarca çözülmesini ister ve “sağ” da bunu en kısa yoldan, geçici olarak ve halkların geleceğini ipotek ederek çözer! Solun çözümleriyse hem uzun vadeli hem de köktendir. O beraber çalışıp ortak üretelim diyecektir, az olsun, ama öz olsun diyecektir, kendi kendimize yetelim, toprağımızı sömürtmeyelim diyecektir. Sağın sanayileşme hamleleri, kalkınmacı hizmeti fos çıkmış; günlük, geçici çözümlerle, ithalat, yüksek faiz, enflasyonla baş başa kalınmıştır.

Sonuçta “sağ”ın daha çok sağcılaştığı yerde “sol”un solculaşması da kaçınılmazdır. Postmodernizmin yarattığı soldaki liberal dalga bitmiştir. Sadece ülkemiz değil bütün dünya halkları daha da sağa kayan sağcı iktidarlarla boğuşmaktadır.

Sağın “gerçeklik”le imtihanı

Türk sağ iktidarları ekonomik ve günlük yaşamı böyle biçimlendirirken, ülkenin entelektüel birikimi solun hâkimiyetinde olmuştur. (Tabii burada “sol”un renklerinin ve geçişkenliklerinin, sağa uzak ya da yakın olanlarının konumunu tartışmadan hepsini bir başlık altında topluyorum.) Sağın “Sünni İslam, Türkçülük, Osmanlıcılıktan” mürekkep bütün şubeleri de bu kültür krizini bir türlü aşamamıştır. Bugün yaşanan son büyük medya operasyonuyla birlikte (Türkiye’nin en büyük medya kuruluşu AKP yandaşı patronlara satıldı.) gazeteleri, dergileri, televizyonları, düşünce kuruluşları var, ama hâlâ aydınlarının, muhazakâr kültürlerinin yetkin üretimlerinin olmadığından şikâyet ediyorlar. Bunun nedeni sorulduğundaysa kendilerinin hiçbir suçlarının olmadığını çünkü Cumhuriyet’in bir gecede medreseleri kapatarak onları cahil bıraktığını söylemektedirler. Girişte bir sözünü alıntıladığım Hüseyin Çalık; “Atatürk döneminde özellikle İnönü’nün önderliğinde yapılan üniversite reformunun ve medreselerin kapatılmasının bir fetret dönemi yarattığını ve geleneği bozduğunu” (2) söylüyor. Bir başka sağcı, geçmişte din eğitimi anabilim dalı başkanlığı yapmış Halis Ayhan’sa medreselerde felsefe okutuluyor muydu sorusunu bakın nasıl yanıtlıyor: “Kâtip Çelebi okusun arkadaşlar, 17. yüzyılda okuttular, sonra medrese; matematiği, hendeseyi de yasakladı ta 1908’e kadar, 1908’de tekrar kondu. Yani medrese 200-300 yıl önce, ‘Kelâmı felsefe fülse değer mi? Ana sarrafı keyyis baş eğer mi?’ dedi, yasaklandı. Şey okutmuyor medrese, peygamber hayatını okutmuyor, İslam tarihi okutmuyor, coğrafya okutmuyor bırakın felsefeyi.” (3) Yeni Cumhuriyetin üniversiteden “yardım” talebini bir baskı görmek olarak rivayet etmektedirler. Sormak gerekmiyor mu; hangi devrim üniversitesinden destek istememiştir? “Ben de üç yüz yıldır istediğin o akıl yok” diyememişlerdir de böyle bir rivayet yaratmışlardır.

Cemil Meriç, ‘umran‘ın ‘uygarlık’tan daha derin bir kavram olduğunu ileri sürmüş, ‘irfan’ın bilimi çok aştığını söyleyerek aydınlanmacılık, Batıcılık ve pozitivizme tavır alırken, evinde Mehmet Âkif ile Hitler’in fotoğraflarının yan yana asılı olduğu söylenen (4) Nurettin Topçu, geçmiş büyük medeniyet ve yaşadığı bugün arasında sıkışmış bir uygarlığın “ıstırapları”nı sorunsallaştıracak, Sorbonne da eğitim görecekti. (Osmanlı’nın İslamcı aydını Said Halim Paşa da eserlerini de Fransızca yazacaktır.) Ahmet Davutoğlu’ysa entelektüeli, Batılı ve sınıfsal bulduğu için reddedecek ‘âlim’ arayışına çıkacaktı. Tabii bu kişilerin kendilerinin ve fikirlerinin iktidar olması Batı’nın aydınlanmacılık, ilericilik, bilimin öncülüğü fikrini sert bir şekilde sorgulayarak, üniversitelerini postmodernizm adlı neoliberal dönemin ideolojisine açmasından sonraya denk gelecekti.

Evet Batı ve Doğu çatışması -Sağcı Türk romanı içinde aynı şeyi söyleyebiliriz. Örneğin Peyami Safa…- bu insanlar için vazgeçilmez bitek bir alan oluşturmuş; fikirlerinin uygulama alanı Batı’nın reel politiğinin Ortadoğu’da açtığı savaş alanları olmuştu. Ahmet Davutoğlu’nun Stratejik Derinliği’nin ABD kaldıracıyla Osmanlı’nın Arap toplumlarında ihyası tezi bir örnektir. Suriye’de savaş patlayıp bu Doğucu-İslamcı-Osmanlıcı aydınlar ABD ve Batı’nın yanında yer alırken, insanlar büyük göç dalgalarıyla yollara düşüp ülkemizin kapısına dayandığında “Bizim gitmemize gerek yok, işte Osmanlı bize geliyor” diye alkış tutmuşlardı. Bugün Suriye’de ülkemizi soktukları hali anlatmaya gerek yok.

Türk sağının sorunsallaştırdığı başka bir alan ‘millet’ kavramında düğümlenir. Recep Tayyip Erdoğan’ın “Millet, milletin iktidarı demesinin ardında”, “90 yıllık reklam arası sözlerinin ardında”millet” dedikleri mefhum yatar. Onlara göre Batıcı, ilerlemeci, aydınlanmacı Cumhuriyet balo yaparken, pencereden bakan işte bu “millet”tir. Cumhuriyet maddi devrimi yapmış, ama bu devrim “milletin” dini ve değerleriyle bulaşamamıştı, manevi yönü eksiktir. İşte Türk sağı iktidar olarak “milletin” bu iktidarını sağlayacaktır. Selefileşmiş medreseler, tarikatlar, istismar, dolandırıcılık, yalan dolanla dolu bir iktidar olmasının bir önemi yoktur, önemli olan “Yeni Türkiye”yi milletle buluşturmaktır. Eğitim seferberlikleri, imam hatip okulları, laik eğitimi dört koldan kuşatan Sünni İslamcı bürokrasi ve belki de en önemlisi bütün bu “millet” iktidarının yasalarını uygulayacak bir “adliye” ordusu. “Millet”in tek iradesinin huzurunda hâkim ve savcı olanların bu millet misyonunu yüklenmiş partinin neferleri olmasında da şaşıracak bir durum yok.

Peki kafasında ihya etmeye çalıştığı büyük bir geçmişi, devletleşerek bir toplumsal idealle yaratma düşü neden hep “kandırılmayla” sonlanıyor? Neden Araplar, Balkanlar, Afrika ülkeleri ve Orta Asya bu kutlu yürüyüşe katılmıyor da sürekli “kandırarak” bu büyük tarihe ortak olmuyor? Türk sağının kültürü neden hep ıstırap içinde? Çünkü bu sağcı-İslamcının kafasındaki tarihin diyalektiği yok. Düşünce gücünün ve üretiminin zayıflığı, analiz etme, dünyayı anlama ve yorumlama çabalarındaki yetersizliği aynı zamanda sırtını dayadığı sınıfsal yapıdan da kaynaklanıyor. O sınıfsal yapının karakteristiği şöyle: “Son 35 yılda toplumun tarihi yapısından kaynaklanan karşıtlıklar, kent nüfusunun artışı, emperyalizmin her gelişen ülkede örgütlediği sömürü ağları, dünya ile iletişimin getirdiği çağdaş teknoloji imgesinin kentlere doluşmuş fakir ve cahil kalabalıklar üzerindeki sarhoş eden etkisi, lümpenden kendilerine göre burjuvalığa terfi eden az eğitilmiş toplum katlarının politikleşen gruplarına, henüz demokratik yaşamın anlamını kavramamış ülkede, cumhuriyetin idaresini ellerine geçirme fırsatı verdi.” (6)

Sağın sürekli “gerçeğin” duvarına çarpmasının temelinde bu hastalıklı ÂSAR’ın, sınıflaşamamış kitleyle buluşmasının büyük etkisi var ve bir türlü dünyayı diyalektiği içinde kavrama yeteneğini kazanamıyor, kazandığındaysa “sağ”cı olarak kalamıyor.

Sonuç

Tarihin sonunun” sonunda sadece ülkemiz sağı değil, bütün dünya sağı büyük bir bunalım içinde. Liberal ile sağcı ekonomik ve kültürel politikalar nedeniyle sürekli aşağılanan, sürekli itilip kakılan, sürekli haklarından taviz vermek için zorlanan, sürekli en düşük yaşam standartlarına itilen büyük bir emekçi dünyasının razı edilemeyeceği anlar yaklaşıyor. Kapitalizm bu dalgayla baş edemezse büyük bir savaşla krizi halletmeye çalışacaktır; ama gerek böyle kriz döneminde gerek savaş olursa savaş döneminde “bütün tanımlı biçimiyle sosyalist sol”un gerçeği kurabilme şansı tekrar eline geçecektir. O gün hazır olacak mıyız; mesele budur.

  1. Mustafa Çalık (Tarık Çelenk, Türk Sağının Düşünce Atlası içinde, Mustafa Çalık’la söyleşi, Mahfil Yay. 1. Basım Temmuz 2017, s. 350)

  2. age. s. 33

  3. age. s. 391

  4. Atasoy Müftüoğlu (age içinde, s. 560)

  5. Türk sağı artık AKP’dir. Son MHP birleşmesiyle birlikte Türkçülüğün son bakiyesi de katılmış ve çember tamamlanmıştır.

  6. Doğan Kuban, 29 Mayıs 2015, Cumhuriyet…

(*)http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/siyaset/1297514/ibrahim_Kalin_dan__Yeni_Zelanda__paylasimi.html#