Her sanatçıdan bir Pir Sultan Abdal olması beklentisi popülist/halkçı damarı şekillendiren şeyse, kayıtsızlık ve sinizm sadece bu beklentiyi eleştiren duruma özgü değil. Türkiye’de hele genç sanatçılar arasında protesto revaçta değil. Protest işler görünürlük kazanmanın bir başka yöntemi olarak işlev görmekten öteye gitmiyor. Bunu anlamak için çok fazla eşelemeye gerek olmamasına rağmen, muhalif/sol sergiler açan galerilerin çabalarındaki eskimiş argümanları, hır-gür çıkarmama kaygısını ve Fark’a dair, tarih nehrindeki değişimlere dair derin kayıtsızlığı, toplumun ve dünyanın mevcut durumuna olan ilgisizliğe şahit olmak mümkün.

Avangard sözcüğü bir süredir piyasanın ramında bulunuyor, “çılgın” atan “yeni” işler yapmak piyasanın arzuladığı gösteriyi doyurmak için yetiyor. Ancak Türkiye’de son zamanlarda bu da tutmuyor. Bir dönem Resmi Tarih parodileriyle, tanka topa oturmakla idare etmiş Türkiş avangard, artık kendisini besleyecek bir parodi bulamıyor, dolayısıyla kendi parodisinin parodisini yapmamak için son derece cıvık “etik” kaygılara bulanmış bir Bienal’e imza atıyor. Aman dikkat, vicdanı da fazla yormadan, tüketilebilirlikten taviz vermeden.

Bir yandan sanatın muhalif olmak gibi bir görevi yoktur diyerek ıssız adasındaki özgürlüğünü savunan sanatçılar, diğer yandan nabza göre şerbet veren “toplumcular”. Kimsenin kimseyi şaşırtmaya mecali yok. Müfredattan takvime göre bir sergi kataloğu yaptırılır, yazısıyla görseliyle, herkesler de okul/mezuniyet sonrası müsamere alışkanlığını bozmadan sergileri geziverirler. Her şey alıştığımız gibi. Dolayısıyla, esasen avangardı da piyasanın onu reküpere ettiği, kendi vitrinindeki halinden bilip, avangard sanatçıları da “huzur bozan” bir avuç “züppe” olarak görmeye devam edebiliriz. Her şey tıkırında, “ekonomi tıkırında”.

Sonuçta Türkiye, “Biz”lik duygusunun inanılmaz ağır bastığı, bu bizin içeriğinin de hele muhalifseniz her zaman kırılgan ve sıkı dışlama mekanizmalarına tabi olduğu bir ülke. Dolayısıyla bu “biz” son derece değişken. Ancak iş muhalif sanat, eleştirel tutum gibi meselelere gelince, “biz”lik duygusunun tazelendiği grup toplantılarından çıkıp nasıl bir iş üretileceğiyle ilgili “kolektif” talimatlar almak da işten bile değil. “Siz bana görünürlük verin, ben de elimden geleni yaparım” toplumculuğu.

Taze form önermeleri meselesine gelince, bu terminolojinin son 8 senedir vasatın altında seyreden bir sanat oluşumunun (Bienal) küratörünün (Bourriaud) ağzına teslim edilmiş olması, kesinlikle muhalif geçinen sanatçılarımızın sorunu. Aynı lafları ve formları temcit pilavı gibi geviş getiren, Batı’dan görmeden bir formun taze olduğuna kanaat getirecek özgüvenden yoksun galeri erbaplarının sorunu. Küratöryel düzenle bağdaşık ve barışık zavallı Türkiyeli sanatçıların sorunu. Küratörün sermaye ve politik iktidarın güttüğü mevcut hassasiyetlerin paratonerinden başka bir şey olmadığını unutan, oto-sansür cenderesindeki herkesin sorunu. Kısacası, toplumun, konuşamayan, konuşması için sanatçıların yeteneklerine ihtiyaç duyan ama sanatçıları da konuşmayan, bir “like”lık işler kasan bu toplumun sorunu. Her yeni söze, forma şüpheyle yaklaşan, tarihten, bellekten kopukluk olarak gören geçgin galericilerin sorunu değil kesinlikle. Mesele toplumculuksa işe buradan başlamak gerek.

Ne diyordu Godard? “Sınıf çatışması, yeni ile eskinin çatışmasıdır”. Çürümüş toplumsal düzeni, cemaati ve cemiyeti olumlayarak toplumcu iş yapıldığı nerede görülmüş?

 

Kapak: Candeğer Furtun