Ana Sayfa Art-izan TZARA VEYA BRETON: ISLAK KÂĞITTAN KAPLANLAR

TZARA VEYA BRETON: ISLAK KÂĞITTAN KAPLANLAR

TZARA VEYA BRETON: ISLAK KÂĞITTAN KAPLANLAR

Edebiyat tarihinin sayfalarından bir origami misali yapılmış bu kaplanların güneşlerinin battığını haber veriyorum. Tabii, henüz düşlerin en nemli saatinde, sizi tarihçelere boğmayacağım. Bırakalım ılık yaz sabahlarının meltemiyle kurusunlar. Onlar, kısa ömürlü ancak uzun vadeli her düş gibi acı içinde öldüler.

Sanatın otoriter, doktriner, yapısal ve açıklamacı, kısacası betimleyen ve tasdik eden her alanından uzak durmak amacıyla kişiliğin her zerresiyle isyanı kuşanan bu iki büyük dehanın bugünlerde tekrar tekrar takdis edildiklerini, anıldıklarını ve şarap kadehlerinin kenarına birbirinden uzak iki öpücük gibi bırakıldıklarını görüyoruz.

Ancak müsaade ederseniz, sizinle aynı fikirde olduğumu söyleyemeyeceğim. Dolayısıyla bu iki kişilik hakkında birkaç olumsuz yargımı paylaşmak istiyorum. Bunlar elbette ki çokça dedikodu gayreti, biraz sandalye kapma yarışı gibi anlaşılacak, ancak eminim ki zaten müzik sona erdiğinde herkese evinin yolu sanılandan daha yakın gözükecektir.

1. Modern düşüncenin sanattaki evrimleri, ya da dolu koltuğa oturmaya çalışmak

Günümüzde, ülkemizde ve dünyada aslında pek fazla takipçisi olmasa da, büyük bir özentilikle beslenen kibirli bir isyan dogması var. Öyle ki, bu isyan hali hazırda tüm sistemleri insan yaratıcılığını, özgürlüğünü veya bir benzeri ideali göklere çıkartmak adına epeyce iyi öğrenip reddederken, öte yandan kendisini var ettiği iktisadi düzlemlerin bütün açmazları tarafından dışarıdan, nesnel olarak belirleniyor, kuşatılıyor.

Bu Tanrısal ve vecd içeren özgürlük yanılgısının, özgürleşimin herhangi bir kipiyle denk düşüp düşmediğini söylemek, anti-sosyal içeriğinden ötürü epey zor. Dolayısıyla vazgeçtiği toplumsal yaşantının ve içerisine düştüğü, herhangi bir anlamıyla alabileceğimiz yabancılaşmanın hudutsuzluğu, bir anlamda da sosyalliğin taleplerine karşı tavizsiz arz-merkezci oluşu, kısacası her halükarda insan bilincinden kalkarak kendisine nörolojik gerçeklikler yaratıyor olması, onu devrimci veyahut ilerici veya herhangi bir şey yaptığından pek de emin değilim.

Sistemin idrak edilerek çözümlenmesinin hilafına çalışırken, mücadelenin, estetik veya siyasi bir formatta her halükarda eksik bir portresini, manzarasını sunmakta mahir olan ve nihayetinde statükonun akılcı örgütlenmesi karşısında duvara bir at boku misali sıvanmaya mecbur bu anlayışın, yeteneğin ürünleriyle aklın ürünlerini bağdaştıramaması, yalnızca sanatın değil her alandan pek çok düşünürün ve sanatçının meselesi haline geldi.

Batı uygarlığının piç sanatçılarını arşın gövdesine iğnelerken, herhangi bir hesaplaşma gayreti içerisinde olunmadığını söylesem, bilmem inanır mıydınız? Zavallıca ve heybetli “tiksinti, çürüme, yozlaşma” sözcükleri içerisinde yuvalanan bu kibirli söylemi artık deşifre etmek ve artık çürümenin zifiri karanlık bir aynasına dönmüş vebalı, hummalı, cüzamlı davranışsal katalogunu açık seçik bir biçimde ayakları üzerine dikmek gerekiyor.

2. Çözülen değerler ya da aristokratik bir hayal âleminden disiplinin ıslak sopasına

Marksizm, rasyonalizm, realizm ve sürrealizmin epistemik gerçekliğiyle ilgili bu satırların yazarı belki otuza yakın makale yazmış olabilir. Tristan Tzara veya Andre Breton, etraflarındaki örgütlenmeler, kimi ressamların roman formunda günahlarını çıkartıp aziz mertebesine yükselmeleri. Elbette hepsi, belki de hiçbir zaman tarafsız okunamayacak bir tarihin parçalarıdır. Sanata sığınmak isteyen uysal ve iyimser insanların güç buldukları mağaralar, mağara duvarlarına kazınmış boğa resimleridir.

Her halükarda, üçkâğıdı bir kenara bırakmak gerekir. Savaş gerçekse bile, savaşı bitirmek pasifizmi son derece riyakar bir biçimde bayrak etmiş bu “ustalar” tarafından gerçekçi bir biçimde ele alınmış değildir. Dolayısıyla onları herhangi bir siyasi kutuplaşmanın içerisinde düşünmek ve bir taraftan ötekine seyretmek de, zaten bu son kertede ahistorik, günümüz dünyasının gerçekleriyle örtüşmeyen tartışmaların cenderesinde, kısmen gerçekleşebilecek bir şeydir.

Akıntıya karşı yüzmek ya da rayların çıkması, eklemin yerinden kopması… Bir mecaz, bize pek çok şeyi görünür kılabilir. Çok da önemli değil, ancak insan benliğinin kendiyle beraber kurtulmak istediği bu mezarlığa gömüleceğini de unutmamak gerek. Cesetlerin adresi yoktur. Yaşayanların adresi ve geçmişi ve bir ihtimal, şanslılarsa, geleceğe dair tasavvurları vardır. Bu en temel yaşantıların bile lüks kategorisinde olduğu bir dünyada, bu iki Fransız şair ve düşünürün, biraz da züppece gerçekleştirdikleri başkaldırının esaslı nesnesini, geride bıraktıkları eserler oluşturuyor. Artık onları gömüp, eserleri de tarihselleştirmenin ve ebedileştirmenin vakti gelmedi mi? Tam da onların, eser sahibine dair iştahlı reddiyelerinin vaaz ettiği gibi?

Zamanın esaslı sarsıntılarının en büyük beklentilerin, en kallavi hayallerin arkasında yükseldiği böylesi bir dünyada, insan yapımı feveranların yüceltisi ve büyüsü, elbette samimi ve korkusuz bir selamlaşmanın, kursakta kalmayan bir göz göze gelmenin büyüsü yanında bir hiçtir. Aklın ürünlerinden dehşete kapılıp, aklı reddetmek, yalnızca bizi sıradan, akla uygun bir beyanın basit güzelliklerinden soğutmayacak, sonunda bizi o ürünlerin meyvelerinden de yoksun bırakacaktır.

Sanatın doğayı tasdik etmeyi bıraktığı geçtiğimiz yüzyıldan sonra, doğaya karşı marazi hislerimizle hesaplaşmanın vakti geldi de geçiyor bile. Buna pek yüceltilen, aydınlanmanın ve Batı hümanizmasının ürünü insan yaratılarının tiranlığı da dâhil. Breton ve Tzara’yı, Dada ve Sürrealizmi gömün, tam da onlara yakışır bir biçimde, onların yaptığını yapmak için, çağın iyisi veya kötüsü, güzeli ve çirkini, olanaklısı ve olanaksızlığıyla baş başa kalabilmek için.

 

(30.6.2020)

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl