Benim Oruç Aruoba’nın şiiri üzerine hiçbir şey bilmeyen biri olduğumu varsayalım. Siz de bana bu konuda temel bir fikir vermek istiyorsunuz, diyelim. Bu işe nasıl başlardınız? Oruç Aruoba’yı tarihsel bağlamı içine oturtmayı denemekle işe başlardım ama bu sizin ortaya koyduğunuzdan daha geniş bir bağlam olurdu: Haikular şiiriyle ölçülecek bir bağlam.

86./ Aceleyle gelip geçer Martı/ oysa/ biryere gitmez.”, “87./ Lodos geldi–/ belirsiz:/ hangisi Yaprak, hangisi Yağmur…”,“92./ Yeşil pencereler/ sarı pencereler –/ benimki, beyaz…”, “95./ Deniz ile Gök/ aynı renkse/ fırtına gelecek demek.”, “202./ Tam da göremediğinde/ köpürüverir gene/ Dalga.”, “200./ Bakalım şu son pencere de/ Ne zaman sönecek/ artık…”, “319./ Yapraklar titriyorlar/ beklentileriyle –/ neredesin?…”, “312./ Sipsivri minare–/ ne istiyorsun:/ yeri mi, göğü mü?…”, “4./ Martı seslerinden/ anlarsın/ Deniz’e yaklaştığını.”, “(numarasız)/ Ağaçlar/ kulak kabartmışlar:/ Dolunay’ı dinliyorlar.”, “129./ Kirli denizde/ ak Martılar/ nasıl temizleniyorlar?”, “372./ Göğsündeki tuz tanelerini/ pırıldatıyor/ Güneş.” , “19./ Capcanlı Sardunya çiçekleri/ sonlarından/ habersiz.”, “16./ Yavaş rüzgârı/ altına alıp/ denize gitti Martı”.

Bu dizeler, bilinçlilikle dış dünya arasındaki özel türden bir ayrılığa dayanıyor. Zihin ölçme, hesap yapma gibi son ereği doğayı kullanmak olan niceliksel amaçlarla doğayı şemalaştırıyor ve aynı zamanda bütün bunları yapan bilinçlilik, yani insan öznesi, doğanın karşısına konmuş oluyor. Bunun sonucunda zihinle dış dünya arasında çok çarpıcı bir ikilik oluşuyor. Birine Oruç Aruoba şiirini öğretmek isteseydim işe buradan başlardım.

Öyleyse, tüm gerçekliğin algılayanlarla algılananlar (ya da isterseniz öznelerle nesneler diyelim bunlara) olarak iki bölüme ayrıldığı varsayımı, Oruç Aruoba şiirine yerleşmiştir. Bir yanda dünyaya bakan insanlar vardır, öbür yanda ise onların baktığı dünya. Bu ikili durum, gerçekliğin tümünü böyle ikiye bölen bu varsayım, Oruç Aruoba şiirini ve felsefesini içine almak üzere bütün düşüncemize egemen olmuştur. Bu, hiç de rahat bir görüş değil. Çünkü bir anlamda bu görüşle yaşamıyoruz.

Oruç Aruoba şiirini, bir bedene iliştirilmiş bir ruh olarak görmüyorum. Şimdi Oruç Aruoba şiirini konuşurken varlığının herhangi bir biçimde kuşkulu bir şey olduğunu da görmüyorum. Bu, benim çıkarım yoluyla vardığım bir şeydir. Zihinle dış dünyanın bu biçimde birbirleriyle karşı karşıya bulunduklarını tasarlamak, şeylerle ilgili alışılmış duygularımıza karşıttır. Bu yüzden Oruç Aruoba şiirinin özelliklerinden biri olan ikiciliğe başkaldırı, kolaylıkla anlaşılabilir bir şeydir. Oruç Aruoba’nın kendine özgü bir başkaldırı yolu var. Kendimizi gerçekten içinde bulduğumuz durumdan işe başlar Oruç Aruoba. Şair de okur da aynı dünya içinde bir aradalar.

Oruç Aruoba şiirine, işte bu dünyada var olma temel kavramından başlayarak yaklaşmalı kanımca. Bu var olma sözcüğü okuru ürkütebilir. Yapay, tumturaklı bir şey gibi gelebilir okura. Oysa bu sözcüğü en dünyasal, en sıradan, en gündelik anlamında almamız gerek. Ortalama, sıradan okurun somut olarak dünyada varoluş biçimleri, çıkış noktamız olacaktır. Burası, felsefe yapmaya başladığımız yerdir.

Bu çıkış noktasını, çok uygun bulduğumu itiraf etmeliyim. Gerçekliğin kategori olarak iki ayrı türden şiire ayrılmış olması düşüncesi, bana oldum olası doğal bir şey gibi gelmemiştir. Bu, benim şiirde öğrenmek zorunda kaldığım bir şeydi; garip, yadırgatıcı bir düşünce gibi gelmişti bana ilkin. Okurlar olarak yaşantılarımız, şimdi Oruç Aruoba’nın dile getirdiği düşünceyle çok daha fazla uyuşmaktadır ve başlangıç noktamız da işte burasıdır. Bu dünyaya bir kez yerleştirilmiş olduğumuza göre şiire düşen ilk görev, betimleme oluyor. Oruç Aruoba, bu dünyadaki çeşitli var olma biçimlerimizi betimlemeye çalışıyor.

Şairin “Özlediğin gidip göremediğindir” adlı şiirini alalım. Aşağıdaki dizelerin keder verici olana üstünkörü değindiği sanılabilir. Gerçekte kederin sessizce hüküm sürmesine ayarlanmış kalan bütün bu kıtalardaki deyişi sunan dizelerdir onlar. Bunları işitebilmek için dikkatle konulmuş noktalama işaretlerini ne gözden kaçırmalı ne de değiştirmeliyiz:

Özlediğin, gidip göremediğindir;
ama, gidip görmek istediğin

Özlem, gidip görememendir; ama
gidip görmek istemen

Özlediğin, gidip görmek istediğin-
ama gidip göremediğin

Özlem, gidip görmek istemen-
ama, gidememen, görememen;
gene de, istemen

Oruç Aruoba şiirini varoluşçuluk olarak anlamanın yolu, “Oruç Aruoba şiiri nedir?”, “Oruç Aruoba kimdir?” gibi soruları cevaplayabilmekten geçer. Şüphesiz her şairin bu sorulara kendi yanıtı vardır ve bunları kendi dünya görüşü, tercihlerine göre yanıtlar.

Ancak her tarihi dönemde, şairin birey olarak estetik anlayışını ve dünya görüşünü etkileyen ortak etkenler de olmuştur. Bu etkenlerin tanımlanmasıyla farklı dünya görüşü ve tercihlere sahip görünen şairlerin ortak kültürüne ışık tutarak, aynı zamanda toplum ve şair arasındaki ilişkilere ilişkin ipuçları bulmak mümkündür.

Çağdaş varoluşçuluğun teorisyenlerinden Martin Heidegger, varoluşçu bir incelemenin ayrılmaz parçası olan üç bileşenden söz eder: tarihsel duyarlılık, fenomenolojik bir içgörü ve eleştirel bakış açısı. Tarihsel duyarlılık, içinde yaşadığımız toplumun farklılıklarını anlamamızı sağlarken fenomenolojik içgörü, aynı toplumun içindeki farklılıkları kabul etmemize yardımcı olur. Bu iki bileşenin varlığı ise eleştirel bakış açısını ortaya çıkarır.

Martin Heidegger’a göre bunlar için gerekli olan esas şey ise varoluşçu hayal gücüdür. Ancak bu yolla başkalarının zihinlerine girebilir, onların eylemlerini ve bu eylemlere yükledikleri anlamları anlayabiliriz. Bu, günümüz varoluşçularının büyük çoğunluğunun benimsediği yaklaşımdır. Bu yaklaşımla Oruç Aruoba şiirini varoluşçuluk olarak anlamak için öncelikle içinde yaşadığımız toplumu tarihsel bir perspektif içinde değerlendirebilmek gerekmektedir.

Bu değerlendirme, Oruç Aruoba şiirinin Türk şiirindeki durumuyla ilgili benzerlikleri ve farklılıkları ortaya koyabilmek için iyi bir başlangıç noktasıdır.

Memet Fuat, modern Türk şiirinin tarihini değerlendirirken, şiirimizin yeni bir şiire doğru ütopik yaklaşımlarla büyük bir iyimserlik içinde başladığını, ancak yeniden düşünülmesi gerektiği tartışmalarıyla sona erdiğini söyler. Memet Fuat, Türk şiirinin belli bir düşünme biçiminin ürünü olduğunu hatırlatarak Türk şiirinin sorunlarının kaynağına inilmek isteniyorsa, Türk şiirinin üretim sürecindeki bu düşünme biçimlerinin ve değerlendirmelerin dikkate alınması gerektiğini ekler.

Birey olarak şair, toplumsal değişim sürecinden bağımsız değildi. Toplumsal değişim, hem şairin toplumsal konumunu hem de düşünce ve değerlendirmelerini etkiler. Günümüz şairinin, değişen toplumda hem şair olarak hayatını kazanması gerekmektedir hem de edebî çevreye ve dolayısıyla topluma karşı sorumluluğu vardır. İçinde yaşanılan kapitalist sistemde bunlar, çoğu zaman birbiriyle çelişir. Birinin yerine getirilmesi için diğerinin feda edilmesi gerekebilir.

Türk şiirinin sorunlarının temelinde, hem bireysel hem de kurumsal düzeyde bu çelişkili durumu çözmeye yönelik düşünce ve eylemlerin yattığı iddia edilebilir.

Hüseyin Cöntürk’e göre bu çelişkilerin kaynağı, Türk şiirinin hem pratik ihtiyaçlara yönelik bir meslek olması hem de kendi başına bir sanat olması (ki sanatın böyle bir amacı yoktur) ve bunun sonucu olarak ortaya çıkan muğlak karakterinin yarattığı iktidarsızlıktır. Hüseyin Cöntürk’ün bahsettiği iktidarsızlığı artıran en önemli etken ise, şüphesiz şairin mesleğini bir yatırımcı olmadan icra etmesinin imkânsızlığıdır.

Bu değerlendirmeler, Türk şiiri ve şairleri için de geçerlidir. Türk şiirinin tarihi gelişmesinin, Batı’daki gelişmelerden tamamen farklı olmadığı, var olan farklılıkların ise kültürel olduğu ve daha da önemlisi Türk şiirinde toplumsal alt yapının, yani kapitalizmin farklı şekilde ortaya çıkmasından kaynaklandığı söylenebilir. Türk şiirinde kapitalizmin inşasının devlet tarafından yürütülmüş olduğu gerçeğinin batıyı norm alarak değerlendirilmesi ve Türk şiirindeki farklılıkların da bu gerçeği dikkate almaksızın açıklanmaya çalışılması, en basitinden “Batı merkezci” bir bakış açısıdır.

Örneklersek, erken cumhuriyet dönemindeki Türk şiirinin siyasal olduğundan söz eden şairler, özellikle toplumun kendine özgü gelişimini ve Türk şiirinin toplumsal konumunu gözden kaçırmakta, şairin bunlardan bağımsız olabileceği gibi bir inanç taşımaktadırlar. Oysa bu farklılıkları kabul etmek, Oruç Aruoba şiirinin varoluşçu çözümlemesini yaparken Martin Heidegger’in bahsettiği tarihsel duyarlılığa sahip olmanın ön koşuludur.

Öyleyse bu noktada, Türk şiirinde şairin Batı’dakinden hangi noktalarda farklı olduğundan kısaca bahsetmekte yarar var. Bugün Türk şiirinde, şairlerin daha acil çözüm bekleyen sorunları var. Bu doğrudan doğruya şairin topluma karşı sorumluluğu ve sanatçı yönüyle katkıda bulunduğu estetik sorumluluğu ile ilgilidir. Bugün edebî çevreyle ilgili uygulamalar ve çıkarılan yeni yasalar ile toplumun hem yaşam kalitesinde hem de ortak belleğinde geri dönüşü mümkün olamayan hasarlar ortaya çıkmaktadır.

Türk şiirinde de kitap sektöründeki artan arz, kitabı temel bir insan hakkı olmaktan çıkarıp, bir lüks tüketim maddesine dönüştürürken, okur hem anılarını hem de toplumsal dayanışma örüntülerini yitirmekte ve yalnızlaştırılmaktadır. Yalnızlaştırma, toplumsal manipülasyonun en önemli araçlarından birisidir ve şiir, şu veya bu biçimde bunun aracı olmaktadır. Buna tepki olarak şiirin siyasallaştığından bahseden şairler de şiirin siyaset tarafından her zaman kullanılabileceği gerçeğini gözden kaçırmakta ve şairin toplumsal konumundan bağımsız olabileceği inancını yeniden üretmektedirler.

Ancak Türk şiirinde bu politika, aynı zamanda yeni rant araçları yaratmak için kullanılırken, mevcut hükümetin izlediği ve yakın tarihle hesaplaşmayı hedefleyen rövanşist politikanın da hizmetindedir. Bir diğer önemli fark da Batı toplumlarında, toplumu ve çevreyi koruyacak sistemlerin tüm aksaklıklarına rağmen işleyebilmesidir.

Türkiye Yazarlar Sendikasının işlevsiz hâle getirilme çabaları ve yargı sistemindeki değişikliklerle var olan tepkilerin önüne geçilmeye çalışılması ise, en küçük bir karşı çıkmanın bile istenmediğinin göstergesidir.

Bu durum, Türkiye’de şairlerin sırtına hiç olmadığı kadar büyük bir toplumsal yük bindirmektedir. Şairler, bütün ortak noktalarına rağmen homojen bir grup değildir ve aralarındaki farklılıkları görmek, yine Oruç Aruoba şiirinin varoluşçuluk olarak incelenmesi için gerekli olan fenomenolojik içgörüyü sağlar.

2000’li yıllar şiirinde şiir teorisiyle, şiir tarihiyle ve şiirin örgütlenme tarihiyle ilgili araştırmalarda önemli bir artış vardır. Şiirin duayenlerinin kendi deneyimlerini aktardıkları kitapların sayısı çoğalmaktadır. Yurt dışındaki şairlerle boy ölçüşebilecek kalitede ürünler üreten şairlerin sayısı hızla artmaktadır.

Bütün bu düşünsel ve toplumsal gelişmelerle ilgili olarak o zaman da şimdi de akla gelen ad, Oruç Aruoba’dır. Ama Türk şiirinde varoluşçuluk, varoluşçu şairin bu dünyadaki varoluşumuzu en önemli felsefi sorun olarak gördüğü anlamına gelir mi? Varoluş, kendisi ile uğraşmamız gereken birşey anlamında bir sorundur ama bu sorun verilmiştir, çıkarım yoluyla elde edilmemiştir. Bundan sonra sorun, bunu betimleyerek anlatmaktır.

Bu arada Oruç Aruoba’nın amacının betimsel olduğunu vurgulamak önemlidir. Kurgusal bir metafizikçi değildir Oruç Aruoba. Saltık gerçekliğin ne olduğu üzerine soyut bir kuram geliştirmez. Oruç Aruoba’nın ilk işi, doğayı ele geçirmek olmuştur. Bu da Oruç Aruoba’yı, doğaya belli bir biçimde bakmaya götürmüştür. Sanki o efendi, doğa köledir; o özne, doğa nesnedir.

Bu bakış, Oruç Aruoba’nın gerçeklik anlayışında bir çatlağın oluşmasına yol açmış, bu çatlak şiir ve felsefeyi de içine almak üzere onun bütün düşüncesini belirlemiştir. Felsefeye bu gerçeklik anlayışından bakıldığında bilgi sorunu, neredeyse kaçınılmaz olarak odak noktası durumuna gelir. Ne biliyoruz, bildiğimizi nasıl bilebiliriz, bilmek nedir, emin olmak demek midir bilmek? Bunlar, Descartes’tan bu yana bütün felsefe geleneğimizin ana sorularıdır.

Ama Oruç Aruoba başlıca bu sorularla uğraşmaz. Onun uğraştığı soru bilmenin ne olduğu değil, var olmanın ne olduğudur. Var olmak ne demektir? Kendimizi içinde ya da kendisiyle birlikte buluverdiğimiz bu varoluş nedir? Evet, sorun budur! Öyleyse Oruç Aruoba’nın şiirlerine, kendi varoluşumuzun bir çözümlemesiyle başlaması son derece mantıksal. Çünkü en doğrudan, en dolaysız yaşantılarımız, bu varoluş biçimleriyle ilgilidir. “Gündüz Yarasaları”nın üçüncü bölümü bilinçliliğimizin, yani en ilksel biçimi içinde varoluşumuza ilişkin dolaysız bilginin titiz bir çözümlemesinden oluşur.

Birlikte okuyalım:

Sağlamdır düşünce temellerimiz,
Ama altlarında kist vardır, sonra kum
 
Dururuz gerçi, sapasağlam, kalın
Taştan duvarlarımızla, dimdik
Ayakta; ama biraz su, bir sızıntı
Kaydırır temellerimizi hemen.
Duyarız yerçekimini hemen,
Titreriz. Sımsıkı, gergin
Bağlar vardır
Düşüncelerimizi ayakta tutan, ama,
Ya temelsizse temeli
Bütün bu bağları
Bağlayan
Bağın?
Bağlantısızca bağlarız bağlarımızı.
Gündüz yarasalarıyız biz
”.

Ben buna, varoluşsal şiir adını veriyorum. Yaşantı dolaysız bir şey olduğu için çözümlenemez olmalıdır, diye düşünenler de olacaktır. Ancak Oruç Aruoba, iki yaklaşım yöntemini başarıyla birleştirerek bu düşünceyi çürütür. Bunlardan birisi, gerçekte yaşanmış bir şey olarak fenomenin üzerinde kılı kırk yararak, yoğun bir dikkatle duran fenomenolojik yöntemdir. Öbürü ise Kantçı yöntemdir.

Burada okur, kendine şu soruyu sorar: “bir şeyi o şey olarak algılamam için gerekli olan nedir?” Bu yöntemi izleyerek Oruç Aruoba, bilinçliliğimizin yapısını değişik yanlara böler.

Örneğin bir şeyin olup bittiği duyumsaması (bir olup bitenler alanı, bir dünya olması gerekir) olmaksızın bilinçlilik kavranamayacağı gibi şiir de dünyasal olmadıkça kavranamaz. İkinci olarak da her ne olursa olsun bir şeyin farkında olmamız, bilincimizin bu şeye bir tür bağlanışı olması gerektiği anlamına gelir. Bu bağlanışa Oruç Aruoba, “Kabutka” adını verir. Bu sözcük, genellikle ‘kök’ diye algılanır ama belki de ‘zümre’ ya da ‘dip’ diye algılamak daha doğru olacaktır:

Burada/ Yavaş yavaş/ İlerliyorum./ Orada/ Biraz daha kalabilseydim/ Isıda, nemde/ Bir gün,/ bir-iki saat, birkaç dakika daha/ Belki çıkardım ben de kabuğumdan./ Şimdi/ Kardeşlerim/ konarken kutularına/ Götürülmek için/ Beslenecekleri yerlere/ Ben/ Daha yaşamıyorum bile./ Oysa canlıyım/ Yalnız kabuğum/ Beni ayıran/ Havadan/ Yaşamdan./ Oraya/ Biraz önce/ getirilseydim/ Isıya, neme/ Bir gün, bir-iki saat, bir vardiya önce/ Belki kırardım ben de/ Kabuğumu/ Ulaşırdım/ Havaya/ Yaşama./ Şimdi/ Kardeşlerim yüklenirken kamyonlarına Götürülmek için/ Gelişecekleri yerlere/ Ben/ Yavaş yavaş ilerliyorum/ Ezileceğim yere./ Orada/ Yaşamadan öleceğim:/ Un-ufak edileceğim/ Döneceğim yeme/ Döneceğim/ Anneme/ Kardeşlerim indirilirken kamyonlarından / Asılmak için ayaklarından / Kesilecekleri yerlere. / Burada / Yavaş yavaş ilerliyorum / Yokedileceğim yere / Döneceğim/ Anneme ”.

Üçüncü olarak bir sürüp gitmeklik olmadan bu dizelerin hiçbiri anlaşılamaz. Bütün bu dizelerle ilgili bir zaman boyutu bulunmalıdır. Bu yüzden şiir, zamansal olmak zorundadır.

Oruç Aruoba şiirlerinin her biri, yapısı gereği uzun emek ve uzun zaman almıştır. Ama okur, Oruç Aruoba’da da Kant’ta olduğu gibi bilinçliliğin tabanı olarak kabul edilen şeyin altında ulaşılabilecek ve incelenebilecek bir başka şiirin bulunduğunu kavramaktan doğan büyük bir heyecana kapılıyor. Beni bu noktaya kadar okumuş olan biri şöyle diyebilir: evet, bütün bunlar çok ilginç.

Ama bu hiç kuşkusuz içe bakışçı ruhbilim, felsefe değil ki! Buna verilecek kestirme yanıt, ‘hayır’dır! Oruç Aruoba’nın şiirinin amacı, insan davranışını ya da zihnimizin işleyişini değil, var olduğumuzu söylediğimiz anda kendimize ilişkin olarak ileri sürdüğümüz ve indirgenemez şeyi ortaya koyup bunu temel olarak varoluş kavramını açıklamaya girişmektedir. Bu da hiç kuşkusuz felsefî bir girişimdir. Kimi yönleriyle bu, felsefedeki bütün girişimlerin en çekicisi benim için.

Ama kimi okurların bunu kavrayabilmesinin çok güç olduğunu da kabul ediyorum. Bu güçlük, belki de bu girişimin alışılmış düşünce biçimlerimize uymayışından ileri geliyor.

Oruç Aruoba’nın girişimi, eleştirmenlere çoğunlukla inatçı bir şey gibi gelir. Çünkü geleneksel şiirimizin ana sorunu olan bilgi sorunundan çok daha değişik türden bir sorundur bu. Bu gelenekçi şiir bağlamı içinde böylesine alışılmadık bir şey oluşu bu yüzdendir.

Evet, alışılmadık ama şu noktayı yeniden vurgulamak isterim: şiirde bilgi sorunun en önemli yeri kaplaması, şiirin bir özelliğidir. Oruç Aruoba’nın içinde bulunduğumuz gerçekliğin bir betimlemesini yapmak çabasında olduğunu söyledim. Bu da dünyadaki varlığımızın betimsel bir çözümlemesini yapmak anlamına gelir. Bu varoluşa sahibiz. İşte buradayız, onu yaşıyoruz. Bir anlamda bu, bizim her şeyimiz.

OKUMA NOTLARI: Aydın, Ayhan. Felsefe-Düşünce Tarihi, Pegem Akademi, Ankara: 2012., Ayer, A. Jules. Dil Doğruluk ve Mantık, (çev. Vehbi Hacıkadiroğlu) Metis Yayınları, İstanbul: 1998., Ayer, A. Jules. Etik ile Tanrıbilimin Eleştirisi (Language, Truth and Logic, chapter 6), (çev., Yakup Şahan), Yazko Felsefe Yazıları, 7. Kitap, İstanbul: 1983., Bolay, S. Hayri. Felsefi Doktrinler ve Terimler Sözlüğü, Akçağ Yayınları, İstanbul: 1997., Çiğdem, Ahmet. Aydınlanma Düşüncesi, İletişim Yayınları, İstanbul: 1997., Küçükalp, Kasım – Cevizci, Ahmet. Batı Düşüncesi-Felsefi Temeller, İsam Yayınları, İstanbul: 2014., Locke, John. İnsan Anlağı Üzerine Bir Deneme, (çev. Vehbi Hacıkadiroğlu), Ara Yayıncılık, İstanbul: 1992., Magee, Bryan. “Mantıkçı Pozitivizm ve Kalıtı – A.J. Ayer ile Söyleşi”, Yeni Düşün Adamları, (çev. Aytaç Oksal, Basıma Hazırlayan: Mete Tunçay), Milli Eğitim Basımevi, İstanbul: 1979., Orman, Enver. “Ahlak Felsefesi”, İstanbul Üniversitesi Açık ve Uzaktan Eğitim Fakültesi, İstanbul: 2014., Reichenbach, Hans. “Bilim Felsefesinin Doğuşu”, (çev., Cemal Yıldırım), Remzi Kitabevi, İstanbul: 1993., Ural, Şafak. “Pozitivist Felsefe: Bilimde ve Felsefede Doğrulama”, Remzi Kitabevi, İstanbul: 1986.