Ana Sayfa Kritik Ütopya: “Hiçbir yerden” mevcut olanın en çetin mücadelesine

Ütopya: “Hiçbir yerden” mevcut olanın en çetin mücadelesine

Ütopya: “Hiçbir yerden” mevcut olanın en çetin mücadelesine

Ütopya kavramı, Thomas More’un «ou-topos (yer-ötesi) dediği «hiçbiryer» ine keskin göndermeler içeriyor.

Ancak hiçbir yere gidebilmek için önce bir yerin olması gerekiyor. «Gerçek şeyler dünyasında mı yoksa simüle edilmiş hayali bir gerçeklikte mi yaşadığımızı nasıl bilebiliriz?» sorusu bu bağlamda önem kazanıyor

Deneyimlerimiz bize maddi şeylerden oluşan bir dünyanın varlığından söz ediyorlar ve bu materyal dünyanın bizden bağımsız olarak var olduğuna inanmamızı sağlıyorlar.

Ya dünya, tanrının kendi düşleminde oluşturduğu bir «hiçbiryer» ise ve insan da bu düşlem evreninin sadece küçücük bir parçasıysa.

Ya da dünya, sadece zihnimin bir kurgusu ise. Dünya, sayısız insanla dolu gibi görünse de ya yalnız ve tek başımaysam.

Bence doğru olan sav, dünyanın aslında nesnelerden oluşan, maddi ve bizden bağımsız bir şey olduğu gerçeğidir. Ama dünyanın böyle bir şey olduğunu nereden ve nasıl bilebiliriz?

Gerçek dünya, aşılmaz bir uçurumun diğer yakasında yer alıyorsa, başka bir deyişle, deneyimlerimiz ve dünya arasındaki boşluk, köprü kuramayacağımız kadar genişse, o zaman deneyimin “yanıltıcı gerçekliği”ne takılıp kalıyoruz demektir.

Bertrand Russell, “aç kedi” örneğiyle bu senaryoları bozguna uğratıyor.

Uzun bir iş gününden sonra eve geldiğinizde, eğer varsa, kediniz sizi az çok neşeyle karşılayacaktır. Size hareketli ve neşeli görünecektir. Ancak sabah evden çıkmadan önce onu beslemenize rağmen, aç olması kuvvetle muhtemeldir.

O halde neden ofiste oturup başka şeyler düşünürken kediniz onu düşünmemenize rağmen, acıktı? Kedi sadece hayal gücünüzün bir ürünü olsaydı, onu düşünmezseniz, değişmemesi gerekirdi.

Russell’a göre en iyi açıklama, düşünseniz de düşünmeseniz de kedinizin kendine ait bir hayatı olduğu gerçeğidir.

Aç kedi örneği yüreğime biraz su serpse de hâlâ garip bir matrikste yaşıyor olduğum hissine kapılıyorum. Bu hissi bana, ülkemin çelişkilerle dolu toplumsal gerçekliği veriyor.

Kötü niyetli bilim adamlarından oluşan bir ekip tarafından bir et ve kemik fıçısının içinde yapay olarak canlı tutulan bir beyin olduğumu ve bu beynin elektrik akımıyla stimüle edilip yönlendirildiğini düşünüyorum. Neden mi? Sözüm ona Mutlu Küreselleşmenin, dünyayı deneyimlediğimi düşündüğüm şekilde deneyimlediğime inanmamı sağlaması yüzünden olabilir mi? Bu senaryo makulse, deneyimlerimle beni çevreleyen gerçeklik arasında hiçbir şekilde bir örtüşme olmadığını kabul ediyorum demektir.

Zira beni çevreleyen gerçeklik, sermayenin ve teknolojinin küreselleşmesinin mutluluk sağladığı yanılsamasından, fıçı gibi bir bedenin içine hapsedilmiş kötürüm bir ruhtan, ekonomik verimlilik fetişinden, bir miktar besin sıvısından, çokça kablodan ve çokça rakamdan ve diğer elektronik malzemelerden oluşuyor.

Milli Eğitim, kapitalist modernitenin uçsuz bucaksız bir esaret sistemine dönüştü. Özellikle gelinen noktada, öğretmenlik mesleğinin, demokratik ve seçkinci-aristokratik özlemler arasında parçalandığı çelişkileri analiz etmek gerekiyor.

Neoliberalizm, insan yaşamının hesaplanamaz kısmını ihmal ede dursun, “rakamlarla yönetim” denilen şeyde somutlaşan sosyal adaletsizliğin çağcıl aşırılıkları, güce ve paraya tapınan, fıçı gibi bir bedenin içine hapsedilmiş kötürüm bir ruhtan, ekonomik verimlilik fetişinden, bir miktar besin sıvısından, çokça kablodan ve rakamdan ve diğer elektronik malzemelerden oluşan bir “iktidar prototipi” yarattı.

Ülkemizdeki sağcı hükümetlerin, piyasanın ve rekabetin kendiliğinden düzenine olan inanç lehine çoktan terk ettikleri, insan yaşamının hesaplanamaz bölümüne bu bakımdan çok önem atfetmek gerekiyor.

Artan ekolojik, teknolojik, sosyal ve sağlık riskleri karşısında birbirine karşılıklı olarak bağımlı, farklılıkları bakımından zengin insanlar ve bireyler arasındaki iş birliğinin kapitalist distopyayı darmadağın edeceğine olan inanç, her şeye rağmen, giderek büyüyor.

Çünkü her şeye rağmen, deneyimleri ile gerçeklik arasındaki boşluğun arasına, farkındalığı sayesinde, köprü kurabilen gençler yetişiyor. Bu da art niyetli kapitalist modernitenin vahiy katiplerinin sinsi emellerini boşa çıkarıyor.

Bu parantezden sonra, gelin, ağaçların, hayvanların ve domateslerin olmadığı bir dünyada yaşıyor olunduğu savını boşa çıkaran, mahallede çokça ağaç, çokça hayvan, çokça rakam ve domatesin olduğu bir gerçeklikle yüzleşelim.

Domates demişken, mahallede kurulan Pazarda sebze ve meyve artıklarının her geçen gün giderek azaldığı farkediliyor. Hayat pahalılığından kırılan insanlar, pazarcıların arkalarında bıraktıkları çürük meyve ve sebzeyi toplayarak evlerine götürüyor.

Türkiye, tüm ekonomik kuramların aksine, yüksek enflasyonla büyümeyi sağlamaya çalışıyor. Birileri motoru soğutmak bir yana, siyasal İslam’ın saplantıları uğruna, yokuşta sürekli gaza basmaya devam ediyor. Faizleri aşağı çekip talebi teşvik ediyor. Ancak, diğer yandan, alım gücü azalan halk, korkunç derecede borçlanıyor. Lira değer kaybettiği için dolarizasyon yüksek bir ivmeyle artmaya devam ediyor.

Burada da sosyal devletin, yetmiş yıldır, “sayılarla yönetimin”, yani piyasanın kendiliğinden düzenine olan kör inancın saldırısına uğradığı görülüyor. Rakamlarla bu yönetişim şekli, “Nas” denilen İslamcı dogmaların yol göstericiliğinde, sosyal alt yapıyı yoksullar aleyhine darmadağın ediyor.

Rakamlarla yönetim, kapitalist ve pozitivist varyantlarıyla, iki yüzyıl boyunca dünyaya egemen olan bilim inancının en son avatarı olarak ön plana çıkıyor. Akıl ve hesaplamayı özdeşleştiren bu inanç, insanları ve doğayı, onları yönettiği varsayılan içkin yasalar aracılığıyla, yönetilebilir ve manipüle edilebilir nesneler olarak görüyor.

Piyasanın sözde bir saat gibi işleyen kendiliğinden düzeninin hizmetindeki liderlerin misyonuna, “Nas” ile ilahi bir dokunulmazlık zırhı giydiriliyor. Yani anlayacağınız, Homo economicus, saatin çarklarını yağlayan bir saatçi ustası gibi çalışıyor.

Gerçi Lenin de bilimsel sosyalizmin, zamanla politikacıların yerini mühendislerin almasına yol açması gereken zorunlu bir süreç izlediğini söylüyor. Aradaki fark, merkezi bir bilimsel yapı tarafından yürütülen Sovyet planlaması kamusal faydayı önceleyen hesaplamalar yaparken, neoliberalizmin saatçisi, özel çıkarların hesaplanmasına dayanan, rüşvet ve zimmetten oluşan sözleşme çarklarını karşılıklı olarak yağlamaya devam ediyor.

Yani, normatif bakış açısından niteliksel bir fark ile karşı karşıya bulunuyoruz. Kısacası, hükümetlerden yönetime doğru bir süreç işlemeye başlıyor. Yani insanlık, işleyişine “saatlerin efendisinin” göz kulak olduğu, sözde kendiliğinden işleyen bir düzene geçiyor.

Çocuklarının bir kum yığınına hortumla su serperek oynadığını gören bir baba, kaygılanmayacaktır. Ancak, bir an için, bu sözde kum yığınının uçan bir karınca yuvası olduğunu düşünün.

Kapitalist modernite bu metaforda uçan karınca yuvasına karşılık geliyor.

Kapitalist distopyanın neden olduğu ilk yangın, hiperenflasyon ve mali skandallarla dolu on yılın damgasını vurduğu, emperyalist çağı başlatan ekonomik bunalımların çaktığı kıvılcımla başlıyor.

Zanaatkarlardan küçük esnaftan ve tüccar loncalarından oluşan küçük burjuvazi, krizden en çok zarar görenler sınıfıydı ve haksız rekabet toplumunda tekelci burjuvazinin insafına bırakılmıştı.

Güvencesiz ekonomik durum, nostaljik-ütopyacı Osmanlı tahayyülü ile birleştiğinde, bazılarının sloganları, sınıfını kaybetmişlerin mahallesinde olumlu yankılanmaya başlıyor.

Kitlelerin sağduyu kaybı, sosyal bir atomizasyonun sonucu olarak ön plana çıkıyor. Sağduyu kaybı, sosyal statü, aidiyet duygusu, alım gücü ve bir insan olarak değer kaybıyla atbaşı ilerleyen bir süreç olarak göze çarpıyor.

Başta bir mağduriyetten (başörtüsü, seküler elitlerin horlayıp iktidarın çeperinde tuttuğu müminler vs.) yola çıkan siyasal İslam, kuyruklar, enflasyon, güçlü liderlik ihtiyacı, merkezin dağılması ve darbeler gibi, establishment’in başarısız olduğu yerde devreye girip siyasi vakumu doldurmayı başarıyor.

Sınıfsızların aidiyet kaybı, çeperden iktidarın merkezine yürüyüş sayesinde, “cemaatten bir topluluğun üyesi” olmak ile telafi ediliyor.

Sosyal medyada hayvan haklarından, ormandan, ağaçtan, kedimizden, nesli tükenme tehlikesiyle karşı karşıya olan hayvan türlerinden, yağmur ormanlarının durumundan, ozon deliğinden ve buzulların erimesiyle ilgili paylaşımlardan geçilmiyor.

İnsanlar, ütopyaya yabancılaşma nedeniyle, apolitik alanlarda duyarlılık gösterip tortu bir gerçekliğin içinde debeleniyor. Gerçi bu da bir şeydir, ancak çocukların aç yatmasından, babaların eve ekmek götürememesinden, işkenceden ve haksızlıklardan, intiharlardan oluşan devasa gerçekliği görmezden gelerek, başıboş sokak köpeklerinin haklarını ön plana çıkarmak, bana konformist bir burjuva sakilliği gibi geliyor.

Kısacası, ülkemdeki siyasal tablo ile gerçeklik arasındaki onulmaz boşluk, bende bir ısırgan tarlasına düştüğüm hissi uyandırıyor.

Siyasal İslam ideolojisinin çekiciliğini, orta sınıfın ve küçük burjuvazinin altkatmanlarının karakter yapısında aramak gerekiyor ve bu çekicilik biraz da psikolojiktir.

Karakter yapısı derken, toplumsal olarak daha aşağı sınıflar üzerinde güç kullanma ve otoriteye boyun eğme arzusunu kastediyorum. Küçük burjuvazinin bu sado-mazoşist karakteri, diktatörlerin sosyal Darwinizm’i toplumun tüm katmanlarına yaymayı başarmasında motor gücü işlevi görüyor.

İşte yukarıda sözünü ettiğim bu «hiçbiryer», aslında, yalnızca hayali olanın özel perspektifinden, zamanımızın toplumsal patolojilerini tanımlamamıza olanak tanıyor.

Bir belgesel izliyorum. Piramitler ne için inşa edildi? Bir memelinin kalbi ne işe yarar? Zürafaların boyunları neden bu kadar uzundur?” gibi teleolojik (amaçsal) sorular nedeniyle beynim süngere döndü. Televizyonu kapatıp dışarı çıkıyorum.

Çarşıda gezerken acelesi olan bir arkadaşıma rastlıyorum ve ona “nereye böyle?” diye soruyorum.

Tren istasyonuna gitmekte olduğunu söylüyor. Daha sonra, ona oradan nereye gitmek istediğini soruyorum. Daha uzak bir yere giden trene yetişmesi gerektiğini söylüyor.

Ardından, o uzak yere niye gitmek istediğini soruyorum. Orada eski bir dostu ziyaret etmek istediğini söyleyip, “Sorguda mıyım, polis misin?” diye ekliyor.

Son cevapla birlikte sorgu da bitiyor. Ancak, korkudan ya da kibarlıktan, onu daha fazla alıkoymak istemediğimden, ya da sözcük dağarcığımın daha derin bir soruya olanak tanımadığından değil de, yolculuğunda bir ereksellik, bir amaç bulduğum için konuşmayı sonlandırıyorum.

Kısacası, birçok insan faaliyeti, bir amaç, bir bitiş, bir nihayet noktası barındırıyor.

Oysa, birçok insan, hayatın debisi yüksek nehrinde sürükleniyor ve bu sürüklenişi sorgulamıyor.

İnsanın hayatının merkezine koyduğu bir sebebinin, bir amacının olmaması yüzünden yaşama şevki günden güne azalıyor. İşte ütopya bu bağlamda devreye giriyor ve hiçbir yerden hareketle daha güzel mevcut bir yerin inşasına katkıda bulunuyor.

Ütopya, gerçeklikten herhangi bir kaçışı kınayan, ama aynı zamanda gerçekliği hem oluşturan hem de eleştiren bir güç olarak ön plana çıkıyor. Bu yapıcı eleştirel tutum, gerçekliğin en acımasız distopyalara yakınlaştığı bir dünyada giderek daha fazla önem kazanıyor.

Hegelci-Marksist ilhamın, ütopyayı, yıkıcı iyimserliği nedeniyle, en ufak bir toplumsal değişimi imkânsız kılan bir politik teori olduğunu iddia edenlere ve onu gerçeklikten bir kaçış olarak görenlere karşı bir eleştirisi hep ola geldi.

Ütopya gerçekten, gerçeklikten kaçış için bir ikame işlevi mi görüyor? Bu sorunun olası yanıtları, ütopya kavramını, ancak, gelenek, bellek ve kolektif kimlik dediğim üç ana tema prizması içinde irdeleyerek bulunabiliyor.

Sorunun olası yanıtları, hayali dünya ile gerçek dünya arasındaki karşıtlığın ötesine hızlıca geçerek, ütopyanın gerçeğe ilişkin olarak ne ölçüde yıkıcı, ama aynı zamanda özgürleştirici bir potansiyele sahip olabileceğini bilmekten geçiyor.

Gericiler kulübünün müdavimleri ütopyayı, gelenek, bellek, kolektif kimlik ya da kutsal kitap anlatıları ile zoraki bir hesaplaşmanın içine sokarak, onunla ideoloji arasındaki farkı bulanıklaştırmaya çalışıyorlar.

Ütopyanın, inşa ve yıkım arasındaki bu diyalektik ve yeni eylem olasılıklarının yaratılmasında ve geleneğin gözden geçirilmesindeki pratik karakteri, toplumsal aktörlerin anakronik kurumlar karşısındaki özgürlüğünü garanti etmeyi sağlıyor.

Bu karakteri sayesinde, onun, toplumun patolojilerini ifşa etmedeki kritik potansiyeli kontur kazanıyor.

Ütopyayı, edebi bir türün sınırları içinde, onu yanılsamalı bir demokrasi nostaljisinin Chimera’sına indirgeyip, onun politik bir kurgu olduğunu düşünenler, içinde gizlediği dönüştürücü potansiyeli görmüyorlar.

Ütopya, bana kalırsa, basit bir edebi tür değil, tarih ötesi yarı-aşkın bir şeydir. Toplumsal gerçekliğin ötesinde konumlanmış, ancak ondan kaçışa izin vermeyen, toplumsal tahayyülün kurucu bir boyutu olarak ön plana çıkan bir olgudur.

Ütopya, bu bakımdan, toplumumuzun işleyişini sorgulamanın yeni yollarını geliştirmemize izin veriyor.

Geçmiş ile geçmişin geleceği arasında bir salınım olarak ütopik imperatif, birlikte yaşamanın tarihi hakkında farklı düşünmeyi mümkün kılarken, yerine getirilmemiş potansiyeller ile tarihin gerçekleşmemiş vaatlerini kolektif hafızada biriktiriyor.

Ütopya, tarihsel olarak konumlanmış yaratıcı, imgesel bir pratik temelinde, gerçekliğin dışında kalmadan, bizi hiçbiryer’den daha güzel bir şimdiye doğru yönlendiriyor.

Bu açıdan, Şimdi, bir topos haline gelip, zamansal şimdinin çok ötesine geçen bir karakter kazanıyor.

Ütopya, bana kalırsa, tarihsel bir geleneğe bağlı şimdiye dönüşü olanaklı kıldığı ölçüde gerçeklikten bir kaçış anlamına geliyor. Bu bakımdan, ütopyanın gelenekte kök salmasına “ütopyacı bellek” adını veriyorum.

Bu bağlamda ütopyayı ütopyacılıktan ayırmak gerekiyor. Ütopyacılık, gerçeklikten bir kaçış, yalnızca hayal kurmayı amaçlayan bir tür siyaset bilim-kurgusu olarak ön plana çıkıyor.

Türk toplumu ne yazık ki çok güçlü bir ütopyacı belleğe sahipken, çok zayıf bir ütopya belleğine sahip bulunuyor. Bu zayıflık, daha mükemmel bir toplum kurgusundan hareketle, şimdiki toplumun patolojilerini teşhis etmemize olanak tanımıyor.

Oysa, ütopya kolektif bellek, sosyal ilerici seküler devletin can yeleği işlevi görüp kurumların tortulaşıp çökelmesine direnebiliyor. Çünkü, birlikte yaşamanın yeni kurumsal biçimleri yaratmamıza izin veriyor.

Bunu, eleştirel bir şimdiye dönüş için, geçmişten kopmadan, gelecekte bir özgürleşme projesinin etkin bir şekilde gerçekleştirilmesini mümkün kılan, yani mümkün olan daha güzele doğru bir sıçrama yapmamıza olanak tanıyan bir potansiyel gibi düşünün.

Anlayacağınız, pragmatizm ve operasyonel gerçekçilik adına yapılan ütopya eleştirisi, aslında ütopyayı ütopyacılığa indirgiyor. Bu bağlamda, araçsal rasyonalitenin sıkı bir eleştirisini yapmak gerekiyor.

Sermayenin ve teknolojinin küreselleşmesini bir tür ütopyanın tekamülü olarak gören, hayali ekonomik verimliliği meşrulaştırıp onu norm düzeyine yükselten neo-yönetsel söylemlerin tüm görünümleri toplumda boy gösterirken, sözüm ona mutlu küreselleşmenin müritleri öncülüğünde, tüm toplumu zehirli bir sarmaşık gibi sarmış bulunuyorlar.

Toplumun engellediği her şeye, imaj izin veriyor. Sağlık krizinin bizi nihaî olarak içine attığı yeni kültürün programatik gücü rakamlarla işliyor. Kapanma tarafından sözde bir mahremiyetin içine çekilirken, ekranlar ve rakamlar bir vaat sunuyor.

Görüntünün (daha çok görünümün) ve rakamların kesintisiz dolaşımına izin vererek sosyal mesafeyi ve izolasyonu telafi etmeye çalışan arkaik bir ekonomik akıl varoluşumuza meydan okuyor.

Kısacası görülmekte olan ve görülen her yeri işgal ediyor. Bu “görünürlük ve rakamlar rejimi” aslında yeni değildir, ancak ikame özgürlüğü vaat ederek imparatorluğunu günden güne genişletmeyi başarıyor.

Şimdi önemli olan imajın temsil ettiği şey değil, onun yayınlanabilmesi ve metafizik görüşlerle nicelleştirilebilmesidir.

Şimdi önemli olan niceliğin nitelik için bir ikame oluşturmasıdır.

Bir şey kendini gösterdiği sürece ne gösterdiği önemli olmuyor. Sonunda, tüm özçekimler aynılaşıp sadece görünümün resmini çekiyor. İmajın içeriğinden, rakamın karşılık geldiği nicelikten kopukluğunu nitelemek için hacimli bir ‘sapma’dan söz etmek gerekiyor.

Bu görünürlük ve rakamlar rejiminde herkes değiş tokuş edilen görüntülerin ve sayıların hem üreticisi hem de tüketicisi konumunda bulunuyor.

İçimizin dürtülerine bakarak zenginleşen görünüm ve rakam ekonomisinin hem tedarikçisi hem müşterisi ütopya kaybı yaşayan bireyin kendisi oluyor. Kişinin hayata bakışı sermayenin arzusunun ana nesnesini oluşturuyorsa, gözleri, vicdanı, dini, kitabı, amacı veya ideolojisi olmayan bu teknolojik ve ekonomist canavar tarafından rahatlıkla yutuluyor.

Hiçliğin bile kâra dönüştürüldüğü bir yokluğun bu parasallaştırılması, sermayenin en parlak icadı olarak içimizi oymayı sürdürüyor.

Yani anlayacağınız, benlikte ve kendilik bilincinde kökleri olmayan bir ütopya sadece bir rüyadan öteye geçmiyor.

Eğer ütopya, kolektif hafızaya demir atmış bir yelkenli olarak temelini zaten yaşanmış bir aidiyette buluyorsa, o zaman, daha iyi bir geleceğin temel kavramı olarak toplumsal tahayyülü sırtlıyor.

Küresel adalet fikrini yeniden harekete geçirmek için bu bağlamda Montesquieu ve diğer düşünürleri yeniden okumak gerekiyor.

Ancak bizim gibi toplumlar, ütopyadan zengin yaşanmış bir tarihe sahip bulunmuyor. İşte o zaman, ütopya değil de, ütopyacılık ve ideoloji, tarihsel farkındalığı oluşturan kolektif kimliklerin kurucu öğeleri haline geliyorlar.

İdeoloji, kurulu düzeni güçlendirmeye çalışırken, ütopya, çarkları arasına çomak sokarak dişlilerinin kırılmasını sağlıyor.

Kısacası, ideolojik körlük ya da saplantı, hiçbir yerden daha güzel mevcut olana doğru bir hareketi kaybetme riskini doğuruyor.

Bana kalırsa, sadece, bize dokunan ve hareket ettiren bozulmamış gerçek-dışı aracılığıyla, tahrip edilmiş ve bozulmuş gerçekliği alt edip yıkabiliriz.

Velhasıl, uzun bir iş gününden sonra eve vardığımda kedimin acıktığını görmek, neyse ki, beni biraz rahatlatıyor.

Resim: Kerem Ağralı

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl