Günlerdir yemek yememiştim. Beni tanıyan esnafların bazen arasına katık da koyduğu ekmekleri ya da çöpte bulduklarımı saymazsanız, yemedim. “Yemek yemedim” derken sizin yediğiniz süslediğiniz, tatlandırdığınız tarzdaki şeylerden bahsediyorum. Yoksa yediydim…

Yavaş yavaş yükselirken gövdemi de yalayan sıcaklığı ve ışığıyla güneş, kendimi dibinde bulduğum gülün gölgesini de üzerimde gezdiriyordu. Öyle hoştu ki, güneş tam anlamıyla yükselene kadar kımıldamadan durup, izledim.

Bu harika gölge oyunu, bedenimi terk edip gittiğinde kımıldamaya çalıştım. Çok ağır hareket edebiliyordum. Ya da dünya ben bu garip uykudayken yavaşlamıştı. Gerçi yavaş olana “yavaş” diyebildiğime göre normal olan da vardı ve biliyordum.

Tâkatim de yoktu. Kımıldatmaya çalıştığım, gözüme ilk görünen yer olan ellerim, kollarım su toplamış gibi şişmiş, birbirine dokundurduğumda ise kendimi tenimden değil, içeriden, o toplanmış olan suyu diğer elimle bastırıp, iteledikçe kemiklerime derim değdiğinde kemiklerimden hissedebiliyordum. Tüm bedenim nerdeyse tamamıyla böyleydi. Bir süre tüm şişkinliklerimi iteleyip, altındaki kemiğime ulaşmaya çalıştım. Çok nadir de olsa acı veren bu durum hoşuma gidiyordu sanırım. İnsan acı çekmekten kaçınır ve şaşırır her defasında, yenilendiğinde, yinelendiğinde. Ruhsal ya da bedensel acıdan, ama acı hatırlatır ve öğretir.

Ama uzun yıllardır beni hiçbir şey şaşırtmıyordu. Şu an yaşadığım durumun içinde olmam, takatsiz ve her yanı şiş bir şekilde uzanmış olmam, hiç mi hiç şaşırtmıyordu beni. İnsanın kelimeler tarif edebileceği bir şeyin olması gibiydi. Anlatamayacağımız şeyler olmaz. Anlatılabilecek, kelimelerle öyle ya da böyle bir şekilde tarif edilebilen her şey benim için olağandı. Bu sanırım sokaklarda kalmaya başlayıp, aç halime, sefaletime insanların kaygısız kalması bir yana beni aşağılamak için uğraştıklarında fark ettiğim bir şeydi. Aslında kısmen haklılardı. Ben para denilen herkesin daha iyiyi, daha da iyiyi elde etmenizi sağlayan şeyden uzaklaştım. Onlar, bunun için yaşamlarını, var oluşlarını, hayattaki duruşlarını her şeylerini buna adamışlardı. Ben yapmadım. Belki de yapamadım. Aslında en iyiyi her istediklerinde daha fazla kazanmak, daha fazla kazanmak için de insan oluşlarından uzaklaşmaları gerekiyordu. Bu da onların olamadığı; ama bence olmak istedikleri beni görünce bütün bu uğraşları; aldıkları iyi elbiseler, yedikleri ve tüm bunlar için şirket dedikleri ezikler topluluklarında insan olmaktan uzaklaştıkları için kendilerine olan nefretlerini benden çıkartıyorlardı. Buna bile alışmıştım. Buna da şaşırmamıştım. Çünkü ben “vazgeçenler”den biriydim.

Vazgeçenler”i de benim önceki hayatımı da size sonra anlatırım. Ama nasıl geldiğimi bilmediğim, bu uçsuz bucaksız bozkırda gülün dibinde, her yanı şişliklerle dolu, birçok yanını hissetmediğim bedenime bakınırken biraz uzakta dağılmış kağıtlar gördüm. Doğruldum. Her yanım her hareketimde sızlıyor, ama o kağıtlar beni oraya doğru çekiyordu. Ağır-aksak nerdeyse sürünerek, onlara doğru gitmeye başladım. Ara ara duraksayıp, bir ağacın, bir yükseltinin dahi olmadığı, neresi olduğunu bilmediğim bu yerde, uzaklara baktıkça son gördüğüm yer ile arada kalan boşlukta takılı kalıyordu gözlerim. Buna “gözün dalması” diyoruz, ama ben bu boşlukta çok şeyler görüyorum ya da görüyordum diyeyim, burada uyanmadan önceki hayatımda.

Bir süre dalan gözümün takıldığı boşlukta, önceki hayatımdan sesler ve görüntüler aradım, ta ki ulaşmaya çalıştığım kağıtlar hafif esen rüzgarla kıpırdayıp, dalan gözümden gördüğüm boşluğu alana kadar.

Yola koyuldum, sanırım hızlı olmadığı için kısa olan mesafe biraz sürdü ve nihayet ulaştım. Birkaçını aldım. İlk gördüklerimi okudum.

yalnızlığın çocuklara kadar indiği
eflatun akşamların uçbeyi babam
faydasız kamışlardan kurduğun ordu
kurtlarla savaşmaya sensin gidecek
sensin gidecek yüz koyunun peşine
vadiler öyle derin ovalar öyle geniş
üstelik Türkçe bilir yankı dağları
bir çağırsan Allah’ı bin kere ses verecek”

öğüdünü tuttum uzattım saçlarımı
ölürsem göğüslerimi örtsünler diye
çeyizimi barbar çalılıklara serdim
çekilecek çileye ikramdır diye
kızınım en zayıf yanınım sandın
sandın ki hep hazırım el olmaya
oysa şakaklarındaki dehşete düşen
yıldırımlara lehimli damarlarım
ışığımız söner camlarımız kurşunlanır
belki yakınlaşırız bir tehlike anında
kıstırılmışken ve sonrası yokken artık
birbirimize bakar bakar susmayız

devlet ahrete sahip olmadan
yağmura karışmadan güneşin kanı
aslımıza dönelim bu son alamet
kapat kapıları babam şehir eve girecek…”

Devlet ve kapitalizm, şehir ve şehrin sağladığı yabancılaşma; size az önce bahsettiğim ‘şehir insanları’na dönüşmeden doğayla devinen insanlarken biz; hayat alış-veriş yapmamak, televizyon izlememek kadar anlamlıyken olan zamanda yaşamış babasına sesleniyordu bu kadın şiirinde. Belki de hepimizin babasına. Köyden şehre göçmek ve şehir tarafından aşağılanmak zorunda kalan hepimize sesleniyordu o kudretli dizeleriyle. Şiirleri okurken o, bir akarsuya benzeyen, okudukça içine çeken lirizmi bütün günü orada geçirmeme, tüm kâğıtlarda yazanları soluksuz okumama neden oldu. Bir dervişi dinler gibi, bir isyancıyı, boyun eğmeyecek sözcüklere sahip birini dinler gibi okudum.

Hele ki “Ol!” başlıklı bir şiiri vardı ki…

dört kitabı birden ezbere istediysem 

o kabul sözlerde açık aramak için 

bağışlamaz niyetimi kaza ve kader 

ne terime gül yakışır ne alnıma kâkül

bir cezayı bin rüyayla çekmek zor ama 

var bende o tahammül

Bu koca bozkırda akşama değin bağıra bağıra okudum. Sonra gün akşamüstüne döndüğünde yerdeki kağıtları toplayıp, cebime sıkıştırdım. Artık guruldamasından duramadığım karnımı doyurmak için yiyecek aramak üzere yola koyuldum…

(devam edecek…)

Alıntılar: “OL!..” – NİLAY ÖZER / Komşu Yayınları

Desen: Adrew Wyeth

mahirkarayazi@gmail.com