Ana Sayfa Genel Virginia Woolf : Zamanın Bataklığında Androjen Bir Ophelia

Virginia Woolf : Zamanın Bataklığında Androjen Bir Ophelia

Virginia Woolf : Zamanın Bataklığında Androjen Bir Ophelia

Irmakları derin, cepleri taşlarla dolu kadınlar için…

Sheakspeare’in Hamlet’inde anlatılan, umutsuz aşkın kadınıdır Ophelia. Hamlet’in bir çeşit delilik katalizörüdür. Virginia Woolf ile Ophelia arasında kurulması olası estetik analoji, hayatlarının dramatik sonlarına dair çağrışımdır. Çünkü, duygusal kırılganlığıyla Woolf’u çağrıştırır Ophelia.

Hamlet’e âşık olup onun tarafından reddedilen Ophelia, babasının da ölümüyle birlikte intihar eder. Sudaki nilüferler arasında boğularak can verir.

Nice meydan okumadan sonra Woolf’un kalbinde tıkırdayan yaşamak ağrısı da Ophelia gibi duruvermişti o gün.

“Kendimi sana doğru savuracağım, yenilmeksizin ve boyun eğmeden, ey ölüm!” Büyük karaağaçlardan birinin gölgesinde dinlenen mezar taşının üstünde bu cümleler yazıyor.

Woolf, tüm hayatın boşluğu kopyalamaktan ibaret olup olmadığına dair derin sorgulamalar içine girdi. Hayat denen yaygarayı düzene sokmak amacında değildi. Ancak “Yeryüzünün pisliğine, bozulmuşluğuna karşı çıkmalıyız.” diyordu.

Hayatın dönen, girdaplar oluşturan, ezen kalabalığına karşı çıkmak gerekiyordu. Ancak nihilist şiddetin ölümcül korkusuna karşı koymak zordu. Nazilerin ölüm listesindeydi Woolf. Başta uzakta duran, sonra giderek yakınlaşan totaliter erkin devasa dişlisi onu da yutuverdi. Üstelik ne din ne de bilim, toplumun belalı tüm uğraklarını ölçüp, sosyal felaketleri önleyecek kadar yetkin değildiler.

Bilinç akışı tekniğini ilk ve en iyi şekilde kullanan yazarlardandı Woolf. Oysaki, aşkın, vicdanın, öznenin kendilik bilinciyle özgürlük istencinin, özgür cinselliğin akışının fena halde kesilmiş olduğu bir çağdı yaşadığı. Tahribata uğratılmış kendilik bilincinin içsel monologlar yoluyla onarılması girişimi (Restoring Stream of Consciousness) zamanın ruhuna da uygun bir edebi yöntemdi.

“Arkamızda tüm geçersizliği, ölümsüzlüğü, ikiyüzlülüğü ve aşağılıkları ile ataerkil sistem ve içinde barındığı evlerimiz yatmakta.” diyerek ataerkil toplum ile militarizm arasında bir bağ kuruyordu Woolf. Onun ataerkile karşı çıkışı, feminist bir başkaldırı olmaktan çok, dünyayı kasıp kavuran savaş ve militarizmin yükselişine karşı siyasi bir aydınlanmayı da içinde kristalleştiren bir tutumdu.

Woolf ‘ta yirminci yüzyıl aydınının bütün özlemlerini, tedirginliğini, korku ve arayışlarını görmek mümkündür. Woolf, ruhsal sorunlarını, yaşadığı gelgitleri tikel gerçeklikler olarak önemseyip kişisel detaylardan kurulu bir modern zaman destanı yazdı. Heidegger’in deyimiyle bir korku varlığına (Existenz der Angst) dönüşmekte olan Homo Sapiens’in dehşetli serüveni, Nazilerin iktidarı ele geçirmesiyle birlikte yeni bir momentum kazanmıştı. Özneyi, magmanın dibine iten bir yakıcılıkla ilerliyordu zaman.

Naziler, küçük yaşta üvey kardeşi tarafından tecavüze uğraması ve nükseden hastalığı, süreğen bir mutsuzluk girdabına kapılmasına neden oldu. Kendisine içinden çıkamayacağı kuyular kazan birinin mutsuz varoluşuydu sürdüğü. Bu varoluşun yaşam serüvenini izlerken geri plandan zaman saatinin sürekli çınlayan tik taklarını duyar gibi oluruz.

Genç yaşında yolundan alıkonmuş ve engellenmiş biri olarak ölüp gitmenin dışında elinde daha iyisi kalmamıştı Virginia’nın. Bu mutsuzluğu betimlerken, “Parçalanmış kozanın içinde kanatlarım yapışık, titrek ve buruş buruş kaldım.” diye yazacaktır.

İntihara yakın günlerde, simsiyah saçları ve ince bedeniyle, esintilerde sağa sola sallanan dalları, suda şişmiş gövdesinde mor renkli çiçekler açmış bir hayıt ağacını andırıyordu Virgina. Ya da sakallı bir ormancının, ölmek üzereyken bulup avluya getirdiği bir yılkı atıydı.

James Joyce ve Dorothy Richardson’ınkine benzer, şiirsel dalgaları andıran yöntemlerle yazarken başka bir bilincin edebiyatını inşa ediyordu Woolf. İzlenimlerini, ikincil düş gücü diyebileceğimiz bir dinamiği devreye sokarak yazdı. Gerçi edebi olarak Proust’la tanıştığı ve Joyce’un ‘Ulysses’ini okuduğu güne kadar -kendi deyimiyle ‘bu unutulmaz kaza’ ya kadar- bilinç akışı tekniğini kullanmadı.

Woolf kural ve kalıpları yok sayan modern edebiyat savı uyarınca yazıyordu. Sayfa bütünlüğü ile noktalama işaretlerinin olmadığı metinleri, flashback’ler aracılığıyla, okuyucuyu, aynada kendini görmüş bir kedinin şaşkınlığı içinde bırakıp sersemletir. Aykırı bir yaşam, sıra dışı bir cinsel kimlik, fobiler ve varoluşsal kaygılar, cinsel anlamda steril bir evlilik hayatı, dönemindeki çizgi dışı yazarlık serüveni hakkında ip uçları veren olgulardı.

Woolf yapıtlarında olay örgüsüyle bezenmiş bir serüven anlatmaz. Cümlelerindeki duyarlılık, nesnelerle anlam kazanan canlıların kırılganlığını kusursuz bir biçimde ifade etmesi nedeniyledir. Anlatı, karakter çeşitliliği ve onların içe dönüp bakan monologları sayesinde, okuru karakterlerin düşünce dünyaları içinde gezdiren bir yoğunluk seviyesine ulaşır.

Kendi cinsel eğilimlerinin bir yansıması olarak Woolf’un protagonistleri androjendir. Woolf cinselliği ve cinsiyeti edebiyatta akışı sürdüren dinamik bir parametre olarak kabul etti.

Cinsiyetçi kalıplara uygun davranışların toplumda kabul gördüğünü söylemekle kalmadı, bu kalıpların engellediği arzuların genellikle şiddete yol açtığını vurguladı. Geleneksel cinsel şemalar, ona göre arzunun akışkanlığını kesen değişkenlerdendi.

Monoton bir zincire sürüklenmiş insanların bir cam parçası kadar keskinleşen duygularını aktarırken, kelimelerini kusursuz bir disiplinle işledi. Okuyucu, kelimelerin bir zihin oyunundaki taşlar gibi özenle yerlerine yerleştirilmiş oldukları izlenimine kapılır. Böylesi bir anlatımda, ne mekân ne de zaman genel geçer gerçeğin dar kalıplarına sığmaz.

Zaman ve ruhu, insanlar üzerinde etkin olduğunu düşündüğü en somut gerçektir. Zaman geçer, geçer ve kaçınılmaz son yaklaşır. “Kaç kez, yaşadığımız anın değerini bilmediğimiz için geleceği reddetmişizdir. Kaç kez, kıymetini anlayamadığımız bir anda yaşadığımızdan çok parlak olabilecek bir geleceği elimizden kaçırmışız.” der Woolf özeleştiri niteliğindeki tespitlerinde. Yazdıklarının içindeki ani sıçrayışlar bir hiddete işaret eder. Geçmişten aldığı hıncı âna yükleyerek düz çizgisel zamanı ve şimdi’yi bozguna uğratan, habis enerjilerle dolu birinin metnidir, karşı karşıya olduğumuz.

Metnin zamanı bu yüzden kronolojik olmaktan çok hibrit bir yapı arz eder. Kopuk anlatımlar yoluyla, yılları atlayarak, kişiden kişiye geçerek, bir anda küçücük bir kız çocuğunun saçlarının kırlaşıp ellili yaşlara ulaştığının ayırdına varırız.

Derin ve yorgun solumalarıyla zaman orada, varlığın benliğini, ruhunu yuta yuta ilerleyen paslı, devasa bir dişlidir. Ve öylesine akışkandır ki, savurduğu insanları, baş döndürücü girdapları ve sarmalları içine çekerek yutmakla kalmayıp, yutarken, ruh kadavralarından ve varlık hurdalarından çatılmış bir dev misali genişler.

Woolf’u, Einstein ve görelilik prizması ışığında okumak yapıtın bozguna uğratılmış zamanını kavramak açısından önemlidir. Einstein’ın teorisi, Woolf’un, çılgın, doğrusal olmayan, tanrısız olası bir dünyada anlam arayan, basit ama olağanüstü sanat ve hayat felsefesini bile göze çarpmayacak şekilde etkilemiş olabilir. Hayat ve zaman işte bu yüzden “Simetrik bir şekilde ayarlanmış bir gösteri lambaları dizisi değildir.”, diye yazmıştı. Tersine, “Hayat, parlayan bir ışık halkasıdır, bilinçliliğin başlangıcından sonuna kadar bizi çevreleyen yarı geçirgen bir dış kabuktur.”

Woolf’un yaşadığı çağ, ruhsal olarak hibrit ama kültürel ve düşünsel anlamda aslında eşcinsel bir çağdı.

Woolf, geleneksel roman da aralarında olmak üzere, roman sanatının birçok imkânını iç içe geçirip kullandı. Birbirine ‘karşıt’ teknikleri bile eserine yedirmeyi başardı. Bu yeni tekniğe uygun olarak ortaya hibrit olanaklar barındıran, androjen protagonistler ortaya çıktı. Bu karakterler, psikolojik androjenliğin neden yaratıcılık için gerekli olduğunu gözümüze sokmaya çalıştılar.

Yaratıcılık için bir engel oluşturması açısından, anlatımlarında, aklın birliği denen şeyin adeta yapı sökümüne uğratıldığı gözlenir. Eserlerinde, en verimli zihinsel ve ruhsal manzaranın aklın birliğinde değil de, yarık bir aklın ruhsal peyzajları arasında oluşan, geniş bir çapraz tozlaşma olduğu savı yankılanır. Bu düşünsel izleğe göre büyük bir zihin, androjen olmalıdır.

Bu önermeden, kadın ve erkek zihinleri arasında olası bir füzyon gerçekleştiğinde, aklın tamamen döllenmiş olacağı ve tüm fakültelerini kullanabildiği bir yetkinliğe ulaşacağı çıkarımını yapmak mümkündür. Belki de tamamen eril olan bir akıl, tamamen dişil olan bir akıldan daha fazlasını yaratamaz. Ancak, androjen akıl, rezonanslı ve gözeneklidir, herhangi bir engel olmadan duygu ve enerji iletir.

İnanılmaz biçimde hareketlidir Woolf’un protagonistleri. Caddede yürürler, başkasının sigara içişini izler, kapı kapandığında çıkan sese bile kulak kabartırlar. Kırmızı, yeşil, sarı ve mavi renklerde giyinirler. Bir yandan böyle canlı renkleri sürekli kullanırken, Woolf’un yaşamı ilginçtir ki gridir. Gri tonlarda akan bir nehirde yaşamına son vermesi ile mutsuzluğu arasında kurulması olası en dramatik çağrışım budur belki de.

Woolf, kendi roman karakterlerine sevecen ve hoşgörülü davranırken, aynı hoşgörüyü ve merhameti kendinden esirgemiş bir yazardı. Örneğin, Avam Kamarası’nın ‘saygıdeğer’ üyesi Richard Dollaway’le evlenerek eğlence partilerine sığınan, bedenindeki olanakları görmezden gelen, büyük aşkı, büyük yaşamayı boşlayan Clarissa Dollaway karakteri bile sadece var olmayı başardığı için bağışlanır. 

İnsan bedeninin olanaklarına beslediği büyük inanca karşın Woolf’un ruhu, barbarlık çağının nihilist şiddetine, kıyımına ve meydan okumalarına daha fazla dayanamadı. Uyumlu bir yuvaya dair düşlerini sadece hastalığı değil faşizmin nihilist şiddeti de yıkmıştı. Nitekim, intihar etmeden az önce, bombalar evlerini yerle bir etmişti.

Acının ve travmanın ‘kazançlı’ bir edebi sektöre dönüştüğü ve kıyasıya sömürüldüğü bir çağda Woolf, bazı yazarların yaptığı gibi, acıdan ve travmadan varılan basit çıkarımı anlatmamıştır.

Çünkü, onun için edebiyat, acıyla masturbatif, bir boşalma aracı ya da salyalı esrimeleriyle bir duygu sömürüsü alanı değildir. O, T.S Eliot’ın deyişiyle, “duygularını birer katalizör olarak kullanmayı bilinçlice tercih etmiş, acıyı araçsallaştırmaktan özenle kaçınmış” bir yazardı. 

Bunalımlı bir gününde ceplerine doldurduğu taşlarla kendini akıntıya bırakarak yaşamına son vermesi, hayatında, öz kıyımcı nihilizme sonuna kadar açık kapıların varlığına işaret ediyordu. Olayın salt tıbbi yönüyle ilgilenenler, intiharı, ailesinde dört kuşaktır rastlanan kalıtımsal bir rahatsızlığa yordular.

İçindeki zehri başkasına bulaştırmak korkusu, çocuk sahibi olmasını engelleyen önemli etkenlerdendi.

Kendisini sulara bırakmadan önce kocasına yazdığı veda mektubunda,

“Canım, yeniden delirmek üzere olduğumdan eminim. Sesler duymaya başladım. Hayatını zehrettiğimi biliyorum. Ben olmasam çalışabilirdin. Biri beni kurtarabilseydi eğer, o sen olurdun bir tanem. Hayatını daha fazla zehredemem.” diyerek ilerleyen hastalığına dikkat çekmişti.

Mektup, günden güne ağırlaşan ve kefareti sadece intiharla ödeneceği düşünülen, derin bir minnet ve borçluluk duygusuyla yazılmıştı.

Woolf’un intiharı, nihilist bir kriz ya da bir münzevi nevrozu olarak değerlendirilemez. Bu öz kıyıma atfedilen sözde tüm estetik, felsefi derinliklerin reddedilmesi gerektiğini düşünenlerdenim. İntiharın edebiyat ve felsefeye uygun bir malzeme haline dönüştürülmesi, edebiyatın her ruhsal felaketten, her kırıntıdan, her duygudan, beynin ve ruhun her bir halinden (marazi hallerinden bile), hiçbir kavrayışın boşa gitmemesi gerektiği yaklaşımıyla faydalanması, bence etik değildir. Bu yolla inşa edilen euphemistik, yapay katharsis, boşluğu kopyalamaktan başka bir işe yaramayacaktır. Bu çaba, intiharın entelektüel bir alana uyarlanması girişiminden başka bir şey değildir.

Vazgeçmek, çekip gitmek, yüceltilesi, özgür bir eylemsellik gibi gelebilir insana. Ancak intihara güzelleme, cepteki taşlara odaklanıp, Woolf’un cebine doldurduğu, etrafa fazla gelen zekasını, kısmak zorunda kaldığı ışığını, bunalımını, savaşın dehşetini, neredeyse görünür hale gelen şeffaf ruhunu dikkatlerden kaçıracaktır; her insanın, ölü olmadıkça, dünyayla bir geçimsizlik ve uyumsuzluk varlığı olduğu gerçeğinin de göz ardı edilmesine neden olacaktır.

Woolf’un yazarlığı, kadının edebiyattaki cılız yerine sert bir yanıt niteliğindedir. Ancak buna rağmen Woolf’ta bir hemcins dayanışması gözlenmez. Bırakınız dayanışmayı, ataerkil edebiyat dünyasında korunması gereken hemcinslerini, paradoksal bir şekilde, çılgınca kıskandığı ve inanılmaz hakaretlere boğduğu gözlemlenir.

Simone de Beauvoir, “Kadın doğulmaz, olunur.” diye henüz yazmamışken, Woolf, anlaşılan, kadın olmanın edebiyat ve felsefenin dolayımlarında gerçekleşen, süreç odaklı bir şey olduğunu kavramış biriydi. Hemcinslerine tanınacaksa, sırf kadın olmaları yüzünden biyolojik olanın değil de, hakkettikleri edebi bir iltimasın tanınması gerektiğini düşünüyordu.

O, edebiyat dünyasına hâkim olan alçıdan maskeleri, eril anlatımın kurgucu, münafık yüzünü ifşa etmekten çekinmedi. Bu sert edebiyat dünyasında kadınlar, erkekleri, eskiden beri, olduklarının iki katı gösteren aynalar işlevi gördüler. Bu da, erkeklere, kadını duygusal ve fiziksel olarak sömürmeleri için eşsiz edebi alibiler sundu.

“Kadın, şiiri bir baştan öbür başa kaplar, ama tarihte hiç görülmez. Kurmaca edebiyatta kralların ve fatihlerin yaşamlarına hükmeder, gerçek yaşamda ise, ailesinin parmağına bir yüzük geçirdiği herhangi bir oğlanın kölesidir.” diye yazar.

Edebiyatta gözlenen kadın merkezli, duygusal sömürünün gerçeklikte bence de bir karşılığı yoktur. Kadına düşsel planda atfedilen kurmaca önemin sahte olduğuna dikkat çekmek istiyorum. Bu bakımından edebiyat, metafor ve imge istilasının sahip olduğu sınırsız ikna gücü sayesinde, faydacı ve sefil yanılsamayı sürdüren bir işlev yükleniyor.

Woolf öykülerine, geleneksel roller içinde hapsolmuş kadınları yerleştirip, bu kadınların zihinlerinde dönüp duran düşünceleri açığa çıkarmaya çalıştı. Çünkü ona göre, kadınların niyetleri ile ifade edebildikleri arasında büyük bir uçurum bulunuyordu.

A Room For Ones Own’da edebi potansiyelleri olan, ancak paraları ve kendilerine ait bir odaları olmadığı için bu yetileri açığa çıkmamış, gizli kadın cevherlere göndermeler yapılır. Görüldüğü gibi, Woolf, yazar olabilmenin sadece romantik ve soyut yönüyle ilgilenmez, aynı zamanda onun fiziki, sosyal ve siyasal koşullarını da sorgular.

İnsan kalbinin evrenselliğine vurgu yaparken, kadın özellikle cinsel kimliğinden soydurulur. Buradaki cinsiyetsizleştirme, sınırları ve ülkeleri aşan bir aidiyetsizlik durumudur. Bu tutum, insanı merkezine alan bir aidiyet arayışının, cinsel, etnik, sosyal ve politik tüm alt kimliklerden soydurularak gerçekleşebileceğine vurgu yapan bir yaklaşımdır.

Yaşam bir rüyadır, uyanmak bizi öldürür. Woolf, hayat denen karanlık ummanın dalgaları arasında, ansızın uyandığında yüzüp kıyıya ulaşamadı. Çünkü onun deyimiyle, hayat bir uçurumun üzerindeki daracık bir kaldırım gibiydi.

İçinde boğulduğu nehir, o andan şimdiye kadar, zamana çamurlu bir su akıtmayı sürdürüyor.

Hayatını ve geçmişini, kalbiyle ezberlediği kalın bir kitabın sayfaları arasında kapalı tuttu. Çok sevdiği eşi bile bu kitabın sadece önsözünü okuyabilmişti.

Woolf hepimize şöyle bir bakmak için denizden gelen bir denizkızı gibidir. Sadece şöyle bir bakıp suyun koynuna tekrar girmek için acelesi olan bir denizkızı. Cesedi sudan çıkarıldığında, o denizkızının ceplerinde, kötücül bir yazgının dipte çağıldattığı çakıl taşları bulundu.

Kaynakça

Woolf, Virginia, The Voyage Out, Garnier-Flammarion, 1985.

Woolf, Virginia, Nuit et Jour, Flammarion, 1984. Fransızcaya çeviren Maurice Bec.

Laure, Murrat, Un siècle de littérature lesbienne, Le nouveau magazine littéraire,‎ 29 juin 2018

Foster, Jeannette H. Sex Variant Women in Literature, Naiad Press, 1985. 

Vinclair, Pierre, Terre inculte. Penser dans l’illisible, Hermann, 2018.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl