Genç Werther’in Acıları başlığı bize ne anlatıyor? Birincisi, Werther’in genç olduğunu; ikincisi, Werther’in acı çektiğini; üçüncüsü de Werther’in bir değil birçok acısı olduğunu. Bir gencin acıları ne demektir? Orta yaşını geçmiş birine, tanıdık bir delikanlının acıları olduğunu söylediğimizde şu iki yanıttan biriyle karşılaşmamız muhtemeldir: 1. “Gençlikte acı mı olurmuş?” 2. “Gençlikte olur öyle şeyler, hangimiz çekmedik ki?” Bu iki basmakalıp cevap, birbirine karşıt görünse de, birbirini tamamlar niteliktedir; çünkü ikisi de bir yetişkinin üstten konuşan tarzıyla, gençliğin zaaflarını aşmış olmak varsayımının kibriyle verilmiş yanıtlardır. Biri de çıkıp şunu söyleyebilir: Deneyimle ulaşılan olgunlaşmanın bir yozlaşma olmadığı ne malum? Olgunlaşmış sanılan meyve, pekâla çürümüş de olabilir. Yetişkinliğin ölçütlerinden biri topluma uyum sağlamaksa eğer, gençlik “göz açıp kapayana kadar geçtiği” için değil de, çabucak konformizmi ve fırsatçılığı kabullendiğimiz için yetişkin bireyler haline geldiğimiz iddia edilebilir. Uygar yetişkinler haline gelmemiz için gerekli olan törpülenme miktarı, kütleşmeyi, hissizleşmeyi, belki bir miktar da alıklaşmayı beraberinde getirir.

Acıları”, yani acısının çoğulluğu, Werther’in tüm meselesinin Lotte’ye aşkından ibaret olmadığını imler. Aslında, Lotte’ye olan aşkı dahil, acılarının asıl kaynağı, toplumun ölçüp biçtiği kalıba sığmamasından kaynaklanır. Werther’in sınırlarla derdi vardır; sınırlanmayı kabullenmez ve düş gücünün serbestliğiyle orantılı olarak, “makul” davranmayı reddeder. O, bir asi olmasa da, uyumsuz birey tiplemelerinin örneklerinden biridir, ama uyumsuzluğu imkânsız bir aşka kapılmasından kaynaklanmaz; tersine, uyumsuz olduğu için imkânsız aşka kendini kaptırır; imkânsızlığını bile bile kendini kaptırır. Bir bakıma Mecnun’dur, kara sevdalıdır, ama sevdasının gözü kara değildir; kitabın sonlarındaki umutsuz atılımı saymazsak, Lotte’yi ayartıp eşinden ayırmayı düşünmez. Zararsız, uzaktan, hayalle gerçek arası bir imgeyi sever; fakat aralarında bir bağ kurulmadığı da söylenemez. Sevgiliye yüklenen ulviyet de, Werther’in bu dünyadan, bu toplumdan, bu düzenden olmadığının göstergelerinden biridir: Kusursuz bir baştan çıkarıcı olmayı da reddeder. Goethe’nin Werther’e yazdırdığı günlük benzeri mektuplardaki büyülü, şiirsel dil, kullandığı onca metafor, iç dünyasının zenginliği ile içinde yaşadığı dünyanın yavanlığı arasındaki uçurumu gösterir. (1) Werther’in aşkından, doğadan ve yalnızlığından ilhamla söylediği her şey, pragmatik, oportünist, konformist olmayı beceremeyen bir bireyin bunalımlarını ortaya koyar. Ancak sadece bunalımlı, sadece üzgün değildir Werther; toplumsal rollere isyan eder, öfkelenir. Zaten daha baştan, müthiş bir saptamayla konumunu, dünya görüşünü ortaya koymuştur:

Çocukların bir şeyi niçin istediklerini bilmedikleri konusunda, derin bilgi sahibi bütün öğretmenler ve eğitmenler hemfikir; fakat yetişkinler de çocuklar gibi bu dünyada oradan oraya sürükleniyorlar ve onlar gibi nereden gelip nereye gittiklerini bilmiyorlar, onlar gibi gerçek amaçlar doğrultusunda hareket etmiyor ve onlar gibi bisküvi, pasta, yerine göre şeker, yerine göre sopayla yönetiliyorlar: Genellikle buna kimse inanmıyor, ama bana göre bu çok açık bir şey.” (2)

Werther’in bir yanında çocuk, diğer yanında yetişkin var; kendisi tam ortada duruyor, iki tarafa bakıp bu iki cenahın aralarındaki benzerliği fark ediyor. Bu benzetme, iki önemli direniş noktasını açığa çıkarıyor. Birincisi, gençliğin ayrımını ortaya koyuyor; çocuğa hükmeden ama toplumsal yaşam dünyası çocuktan farklı olmayan yetişkinden, bir genç birey olarak kendini ayrıştırıyor. İkincisi ve daha önemlisi, insanın toplumsal varlığının, çocukluktaki disiplin, yani ödül-ceza dinamiklerini hiç kaybetmediğini vurguluyor. “Yerine göre şeker, yerine sopa” ile yönetilen bireyin ömrü, önce ebeveynlerin ve öğretmenlerin, daha sonra farklı disiplin mekânlarındaki farklı türden yöneticilerin gözetiminde sürüklenmekle geçer. Sürüklenişte yön yoktur; toplumsal normlara uyum sağlamak uğruna birey yönünü kaybeder; daha doğrusu, kendini toplumun/topluluğun/kurumların yönlendirmelerine bırakır. Benimsenen amacın, hizmet edilen sorumluluğun dayatmasını fark edememesi, yetişkinin nereye sürüklendiği konusunda pek bir fikri olmadığı anlamına gelir. Yine de, tamamen alıklaşmamışsa, arada bir ah çeker; zamanın ne çabuk geçtiğini fark eder; hakiki olamayışın hüznünü kısa süreliğine sahiplenir. Bu kısa süreli “ah”lar, klişeleşmiş motivasyon nakaratlarından çok daha sahicidir.

Gençle yetişkin arasındaki en önemli yol ayrımı olan bir meslek edinme, para kazanma zorunluluğu, Werther’in temel meselelerinden biridir. Werther’in tasarısı yararlı bir yurttaş, bileşiğin uyumlu bir atomu olmak değildir; onun meselesi, toplumsal iş bölümünün dayatmasına ne kadar süre dayanabileceği, ana yolda değil, kendi patikasında nasıl yol alabileceğidir. Gencin gönlünde yatan aslan ressamlıktır; fakat annesi ona iyi bir memurluk ayarlamak ister. Annesinin önerisini dener, ama beceremez. Memurluğu değil, toplumsal rolü beceremez; sahnelenen oyunun bir parçası olmak elinden gelmez. Aslında böylesi bir becerikliliğe sahip olmak peşinde de değildir:

Şimdi ben çalışmıyor muyum yani, ha bezelye ayıklamışsın, ha mercimek seçmişsin aslında ikisi de aynı şey değil mi? Gerçi dünyadaki bütün işler değersiz, başkaları istiyor diye kendi tutkusunu, kendi gereksinimini dikkate almadan, para, onur ve başka şeyler uğruna kendini yiyip bitiren insan her zaman budalanın biridir.” (3)

Dünya her yerde aynı, iş ve güç karşılığında para ve sevinç elde ediyorsun, ama tüm bunlar benim için ne ifade ediyor?” (4)

Werther, çalışma toplumuna karşı çıkar; iş-güç sahibi olmakla edinilen gurura, övünce karşı çıkar. Böylesi bir yapay sevincin, insanın ruhunda kendiliğinden boy atan tutkulu uğraşların sahiciliğine denk olamayacağını düşünür. Kanımca, bu karşı çıkış, geçinmek uğruna harcanan emeğin küçümsenmesi değil, mevki edinme saplantısına ve kurulu düzenin çalışmanın kutsallığı mitolojisine yapılmış bir itirazdır; dahası, Werther’in para kazandıran işler arasında hiçbir farkı önemsememesi de, sınıfsal kategorilerden muaf olma arzusu olarak okunabilir. Romanın birkaç yerinde Werther’in köylülerle olan iletişimi vurgulanır; onlara ilgisi de, onlardan aldığı karşılık da içten, kendiliğinden kurulmuş hakiki bir ilişkidir. İlerleyen bölümlerde aristokratların arasından dışlanması ise, bunun karşıt kutbuna yerleşir; çünkü kendiliğinden gelişen bir iletişimin değil, koşulların zorlamasının sonucudur. Toplumsal belirlenim yabancılaşma getirirken, sebepsizlik, oyun ve sanat, yararcı olmayan etkinlik, bir zorunluluğun sonucu olmayıp kendiliğinden gelişen iletişim, insan ruhunun ihtiyacı olan otantik varoluş arzusunu doyurur. Romanın satır aralarında okuduğumuz sorunsal, bizi varlığın ya da hayatın anlamı sorusundan farklı bir yere taşır: Artık “Yaşamın anlamı nedir?” sorusu yerine (ya da bu soruya paralel olarak), “Toplum nedir?” ya da “Toplumun anlamı, işlevi nedir?” sorularını sormak gerekecektir. Aslında tüm bu sorgulamaların özetini, Werther’in tek bir cümlesinin alaycı yankısında duyabiliriz:

Evet yalnızca bir gezgin, yeryüzünde bir yolcuyum ben! Ya sizler, daha önemli şeylerle mi meşgulsünüz?” (5)

Bu soruda gizli olan alaycı gülümseme, dünyadaki varlığını önemli sanan, işiyle, statüsüyle, ailesiyle, soyuyla, halefiyle ya da selefiyle övünen, toplumun ölçüp biçtiği kalıba kendini sığdıran herkese batırılmış bir iğnedir. “Yalnızca bir gezgin, yeryüzünde bir yolcu” olmak, hem insanın ölümlülüğünü, dünyadaki gelip geçiciliğini, hem de sürekli devinim/dönüşüm içinde olan, toplumsal statüyle sabitlenemeyen bir oluşu imler. Bunun karşıt kutbunda yer alan “daha önemli şeyler” ise, elbette ironik bir vurguyla söylenmiştir: Basitçe, insanın içinden gelmeyen, toplumsal rol olarak benimsenmiş ve koşulların zorlaması olan tüm uğraşlar bu grupta toplanabilir. Bu uğraşlar, oluşun ve akışkanlığın sabitlenmesi, bir kalıbın durağanlığına hapsedilmesi anlamına gelir; ne zaman ne olması gerektiğini belirleyen, toplumun bireyden beklentilerinin yol haritasını çizen sosyal performans kriterleridir. Gezgin, bir hedef belirlemez, çünkü hiçbir durakta kalıcı olmadığını bilir; ödünç bir haritayla yol almaz, çünkü rotası kendiliğinden oluşur. Bununla birlikte, Werther’in bir tür küçümsemeyle konuştuğunu, entelektüel bir gurura kapıldığını söylemek pek doğru olmaz; toplumsal belirlenimlerden kurtulmanın pek mümkün olmadığının farkındadır ve sınırları aşamamanın çaresizliği içindedir:

(…) bazen bir anlığına beni yerimden sıçratıp kendime getiren bir cesarete kapılıyorum, o an – nereye gideceğimi bilsem, koşa koşa gideceğim.” (6)

(…) tutkunun önüne geçilemiyorsa ve insanların koyduğu sınırlar birinde baskı uyandırıyorsa, bir insanın sahip olduğu birazcık akıl yeterli olmaz veya bir işe yaramaz.” (7)

Burada her şey geçici değil mi? Burada her şey fırtına hızıyla geçip gitmiyor mu; yaşamının tüm gücü çok nadiren sonuna kadar dayanır, ah, selde sürüklenip kaybolur, kayalara çarpıp parçalanmaz mı?” (8)

Ah, benim bildiklerimi herkes bilebilir – bana özgü olansa yalnızca yüreğim.” (9)

Werther’e göre kişinin duyguları, arzusu, özlemi, hayali, onu kendisi yapan şeydir; bu yüzden, bilgiden de, yararcı akıldan da daha önemlidir. Bu türden bir özgünlük, sahicilik arayışı, maddi ihtiyaçların kıskacında yaşanan toplumsal yabancılaşmanın ötesine geçme çabası olarak da okunabilir; insanın toplumsal varlığı maddi ihtiyaçlardan ibaret olmadığı için, sadece ihtiyaçları gidermeye veya para kazanmaya adanmış bir hayat, güdük kalacaktır. İlk versiyonu 1774’te yazılan Genç Werther, otobiyografik bir anlatı olarak, 24 yaşındaki Genç Goethe’nin aynasıdır; diğer yandan, bu hesaplaşmalar, 1844’ün 26 yaşındaki Genç Marx’ının yapacağı kimi saptamaları da çağrıştırır. Şöyle der, Genç Marx: “Ne kadar az yer, içer, kitap okursan; tiyatroya, dansa, meyhaneye ne kadar az gidersen; ne kadar az düşünür, sever, kuram yaratır, şarkı söyler, resim, eskrim, v.b. yaparsan, o kadar fazla sermaye biriktirirsin – güvelerin ve tozun yok edemeyeceği hazinen o kadar büyür. Kendin ne kadar azalırsan, o kadar çoğa sahip olursun; kendi öz hayatını dile getirmenle, dışsallaşmış hayatını dile getirmen ters orantılıdır – yabancılaşmış varlığın git gide büyür. Politik iktisadın ahlâkı, sahip olmadır, çalışma, tutumluluk, ağırbaşlılıktır (…) Ahlâkın politik iktisadı, rahat bir vicdanın, erdemin bolluğudur; ama yaşamıyorsam, nasıl erdemli yaşarım? Ve bir şeyin bilincinde değilsem, vicdanım nasıl rahat olur?” (10) İnsanın kendini gerçekleştirmesinin yolu olan üretme etkinliğinin işe ve zorunlu çalışmaya eşitlenmesi, Werther’in içinden çıkamadığı boyunduruklardan biridir. Böylelikle Genç Goethe, çağının yükselen değerleri olan iş bölümü ve uzmanlaşma (bir başka deyişle, iktisadi aklın giderek başatlaşması) sonucu ortaya çıkan yabancılaşmaya dair derin kavrayışını ortaya koymuş olur. Lukács, 1936 tarihli makalesinde, Genç Goethe’nin kişilik ile toplum arasındaki karşıtlığa dair çok geniş ve karmaşık bir anlayışa sahip olduğunu (11) ve dönemin bütün çatışmalarını bir aşk trajedisinin içinde yoğunlaşmış şekilde vermeyi başardığını belirtir. (12) Birey-toplum karşıtlığını, Werther’in sancılı sorgulamalarında açıkça görürüz:

Ah, birazcık kaygısız olmak, beni şu güneşin ışıdığı dünyada insanların en mutlusu yapardı. Ne diyorum ben? Başkaları birazcık çaba ve yetenekle karşıma geçip sıkılmaktan uzak bir kendini beğenmişlikle çalım satarken, ben kendi çabamdan ve yeteneğimden mi kuşkulanıyorum?” (13)

En büyük mutsuzluk, burada iğrenç insanların yanında hissedilen can sıkıntısı, aralarındaki yükselme rekabeti, bir adım öne çıksınlar diye birbirlerini gözetleyip dikkat kesilmeleri; gizlemeye hiç gerek duyulmayan çok acınacak, çok alçakça tutkular.” (14)

Yaşamını resmi toplantılarla geçiren, ziyafet sofrasında bir sandalye öteye geçmek uğruna yıllarını harcayan ne çok insan var!” (15)

Aristokrasinin veya onun yerini almakta olan burjuva toplumunun gösteriş merakı, para ve statü hırsı değildir Werther’in aradığı; gönül huzuru veren üretme etkinliğinin ne anlama geldiğini, daha romanın başlarındaki mektuplarından birinde, eksiksiz bir şekilde tanımlamıştır:

Bahçeden kopardığı bir baş lahanayı sofraya koyan insanın basit ve saf mutluluğunu kalbim hissedebiliyorsa, keyfime diyecek yoktur; çünkü o yalnızca lahanayı değil, bütün güzel günleri, onu ektiği o tatlı sabahı, suladığı o tatlı akşamları da sofraya koymuş olur; lahananın günbegün büyümesi ona haz verdiği için her şeyin tadına bir anda yeniden varır.” (16)

Kuşkusuz, romanın yazılış amacının ya da Genç Goethe’nin tek meselesinin toplumsal eleştiri olduğunu iddia edemeyiz, ama Werther’in sorgulamalarının arka planında kurulu düzenle, böyle gelmiş böyle gider denen dünyayla bir hesaplaşma bulunduğunu da görmezden gelemeyiz. Mektup-roman tarzında yazılmış Genç Werther’in Acıları, bir bakıma Genç Goethe’nin kendini bulma çabasıdır; hayali arkadaşı Wilhelm ile dertleşmesidir; bu şekilde, yazardan hem anlatıcı hem dinleyici türer; derdin anlatılışı da devaya dahildir. Johann Peter Eckermann ile 1824 tarihli söyleşisinde, 75 yaşındaki Goethe, Genç Werther’in Acıları’nın belli bir tarihsel dönemin sıkıntılarını değil, her çağda karşılaşılabilecek insani dertleri dile getirdiğini belirtir: “Bu eseri yakından incelediğinizde, hakkında çok şey söylenen Werther çağının, dünya kültürünün seyrine değil, daha özgür ve içkin bir doğa hissiyle kendisini bulmaya ve yaşlanmış bir dünyanın kısıtlayıcı biçimlerine uyarlamaya çalışan her bireyin yaşam süreçlerine ait olduğu doğrudur. Engellenmiş mutluluk, ket vurulmuş faaliyet, tatmin edilmemiş arzular, bunlar belli bir dönemin zaafları değil, tek tek her insanın zaaflarıdır. Bu nedenle, hayatının bir döneminde Werther‘in adeta kendisi için yazılmış olduğunu hissetmemiş biri için üzülmemek elde değildir.” (17)

Yaşlanmış, köhne bir dünyanın ortasına düştüğünü fark eden Werther, tedirgin ruh haline huzur arayışından başlar, doğanın şiirsel ilhamlarından geçer, aşkla imtihanında, varoluşuna dair lirik bir gerçekliğe ulaşır – Lotte’ye olan umutsuz aşkının meyvesi, tüm yaşamın sorgulanmasıdır. Albert, toplumun ideal koca adayı olarak betimlediği tipten bir rakiptir: İyi bir işi, saygınlığı ve dengeli bir mizacı vardır; aralarındaki karşıtlığa rağmen Werther ona bir nefret duymaz; hatta iyiliğini kabullenir. Diğer yandan, kendi içinde yaşadığı hoşnutsuzluğa da son vermez. Hoşnutsuzdur, çünkü hoşnutsuz olma hakkını sahiplenmektedir:

Kendime hâkim olmaya çalışıp çektiğim üzüntüyle alay ediyorum, zaten başka türlü olması olanaksız, ama durumu olduğu gibi kabullenmem gerek diye düşünebileceklerle daha fazla alay ediyorum – Beni bu korkuluklardan kurtar!” (18)

Hayatta ‘ya öyle, ya böyle’ ile nadiren yol alınıyor; duygularla davranış biçimleri, kemerli burunla yassı burun arasında varolanlar kadar çeşitli. Hem senin bütün gerekçelerine hak verip, hem de ‘ya öyle, ya böyle’ arasında kaçamak bir yol ararsam bana kızmamalısın.” (19)

Aslında, “ya öyle, ya böyle” diyerek sahte ikilemler yaratan, toplumsal düzenin sunduğu seçenekler ve bireye aşıladığı önyargılardır; yapay dikotomilerin ardında sadece akış, süreklilik, tayf, çeşitlilik vardır. Yararcı aklın ulaştığı nokta bir mantıksal safsata iken, bunu açığa çıkaran ve dile getiren bireye garabet gözüyle bakılır. Goethe’nin ilginç analojisine ithafla, birilerinin sadece kemerli burunlar ve yassı burunlar görmekte ısrarcı olduklarını ve bu türden sınıflandırmalar yoluyla toplumsal aidiyetlerini garantiye aldıklarını söyleyebiliriz.

Öyleyse, Genç Werther’in Acıları’nın yaşlanmadığını, bunların bugün de aynen geçerli sorgulamalar olduğunu, Werther’in gençliğinden yayılan direncin de, toyluğuyla bir ilgisi olmadığını kabul edelim. Genel geçer görüş, deneyimle bilgeliğin doğru orantılı olduğudur; ancak yaşamın öngörülemez akışının, bu bilgelik tanımını kolayca geçersizleştirebileceğini öngörmek zor değil: İnsan, yıllar içinde geçirdiği onca değişimden sonra, kendi gençliğine hak verir hale gelebilir; yıllar içinde aşırı tepkisellik olarak bir köşeye attığı kimi tavırların, etkin arzu olduğunu görebilir; o öfkenin ya da hoşnutsuzluğun hakkını teslim edebilir. Bunu bir çemberin kapanmasına benzetebiliriz: Onca yol kat edildikten sonra varılan yer, tam olarak başlangıç noktası olmasa da, o noktanın bir adım gerisidir. Goethe’nin kahramanı ise, bu şekilde çember çizmeyi reddeder; pergelin ayağı olmayı reddeder; belki bir nokta, belki bir doğru parçası olarak kalır. Bu kesintiyi kesinleştirmek uğruna, kendi yaşamından vazgeçer. Werther’in intiharını, aslında onun kendini yok etmesinin değil de kendini ele geçirmesinin bir yolu olarak görebiliriz. Ölüm, onun gençliğini sabitler; okurun sahip olduğu imge “Genç Werther” olarak kalır. Böylece Goethe, Werther’e okurun gözünde sonsuz yaşam bağışlar; onun, Lotte’den vazgeçişi sonrası hayatına bir şekilde devam edip toplumsal koşullara uyum sağlayacak bir adam olmasını istemez; intihar, bunun böyle olmamasını garantiye alır. Werther’in intiharı onun gençliğini ebedileştirirken, ebediyeti de bir direnç olarak toplumsal zamanın karşısına çıkarır. Artık söz konusu olan, toplumsal varlığın günlere, yıllara, yaşlara bölünmüş zamanı değildir; iktisadi hesapların nakit haline getirmeye çalıştığı vakitler bütünü de değildir – roman bittiğinde geçerli olan, edebiyatın ebedi zamanıdır; okuyarak içine katıldığımız bitimsiz süredir.

DİPNOTLAR VE KAYNAKLAR:

1. Goethe’nin bu romandaki şiirsel dili ve hayata, ölüme, doğaya, Tanrı’ya, aşka ilişkin fikirlerini dile getirdiği yoğun benzetmeleri, ayrı ayrı ele alınıp yorumlanmayı hak ediyor. Ben bu yazıda, romanda kurulan tinsel evrene değil, eleştirel tavra odaklanmaya çalıştım.

2. Johann Wolfgang Von Goethe, Genç Werther’in Acıları, çev. Mahmure Kahraman, Türkiye İş Bankası Yayınları, 2019, s.10

3. Johann Wolfgang Von Goethe, a.g.y. , s.37

4. Johann Wolfgang Von Goethe, a.g.y. , s.92

5. Johann Wolfgang Von Goethe, a.g.y. , s.75

6. Johann Wolfgang Von Goethe, a.g.y. , s.41

7. Johann Wolfgang Von Goethe, a.g.y. , s.48

8. Johann Wolfgang Von Goethe, a.g.y. , s.50

9. Johann Wolfgang Von Goethe, a.g.y. , s.74

10. Karl Marx, 1844 El Yazmaları, çev. Murat Belge, Birikim Yayınları, 2005, s.128-130

11. Georg Lukacs, Goethe ve Çağı, çev. Ferit Burak Aydar, Sel Yayıncılık, 2011, s.46

12. Georg Lukacs, a.g.y., s.56

13. Johann Wolfgang Von Goethe, a.g.y. , s.59

14. Johann Wolfgang Von Goethe, a.g.y. , s.62

15. Johann Wolfgang Von Goethe, a.g.y. , s.63

16. . Johann Wolfgang Von Goethe, a.g.y. , s.26

17. Georg Lukacs, a.g.y., s.56

Bununla birlikte, Goethe’nin kendisine ün kazandıran romanıyla ilişkisi karmaşık, tereddütlü ve inişli çıkışlıdır. 1787 basımında romanı yeniden elden geçirir; gerçek hayattaki karşılığı Johann Christian Kestner olan Albert tiplemesini daha sempatik (muhtemelen, gerçeğine daha yakın) bir şekilde betimler. İleri yaşlarında, hem kitabıyla hem de Alman Romantizmiyle arasına mesafe koyar; artık o, soyluluk unvanı sahibi büyük bir yazar, emekli diplomattır. 1816’da artık bir dul olan Charlotte Buff Kestner’in onu Weimar’da ziyaretine ilgisiz kalır. Eckermann ile 1824’te yaptığı söyleşiden, bu kitapla ilgili kendisini tedirgin edenin, romanı yazma sürecindeki deneyimleri anımsamak olduğunu anlarız. Genç Werther’in yazılışından, düpedüz bir travma gibi bahseder: “(…) tıpkı bir pelikan gibi onu kendi yüreğimin kanıyla besledim. İçinde kendi yüreğimden çıkmış, bu kitabın on misli kalınlığında bir romanı dolduracak kadar duygu ve düşünce var. Ayrıca daha önce de söylediğim gibi, kitap yayımlandıktan sonra onu sadece bir kez okudum ve bunu tekrarlamaktan kaçındım. Kitapta bir sürü patlayıcı madde var! Benim için ürkütücü bir duygu; kitabı var eden hastalıklı duruma yeniden düşmekten korktum.” (Johann Peter Eckermann, Yaşamının Son Yıllarında Goethe İle Konuşmalar, çev. Mahmure Kahraman, Türkiye İş Bankası Yayınları, 2018, s.615) Yani, o zamanlarda içine düştüğü umutsuzluğu yaratan somut durumu anımsamakla bir sorunu olmamasına karşın, bu umutsuzluğu dile getirişindeki tutkuyu anımsamak istemiyor. Goethe’nin romanıyla ilişkisinden, “erkek kardeşini öldürmüş de şimdi onun hayaleti peşine düşüp kendisinden intikam alıyormuş gibi” bahsettiği de söylenir. Goethe’nin böyle hissetmesinde, Genç Werther’in ilk yayımlanışı sonrasında Avrupa’da roman kahramanına özenen gençler arasında başlayan intihar salgınının ve bunun yarattığı sansasyonun da bir etkisi olsa gerek: Taklit intiharlar, Goethe’nin yaşamında geride bırakmaya çalıştığı bir dönemi – bu kez tanımadığı, gerçek insanların yaşam öykülerine bulaşmış olarakyeniden ve yeniden karşısına çıkarmış olabilir.

18. Johann Wolfgang Von Goethe, a.g.y. , s.40

19. Johann Wolfgang Von Goethe, a.g.y. , s.41

TEILEN
Önceki İçerikVarlık 87 Yaşında!
Sonraki İçerikUluslararası Uşak Kanatlı Denizatı Kısa Film Festivali
1998 yılında ODTÜ Biyoloji bölümünden mezun oldu, 2000 yılında yüksek lisansını tamamladı. Şiirleri ve eleştiri yazıları çeşitli dergilerde yayımlandı. İstanbul’da yaşıyor. "1995-2018 yılları arasındaki şiirlerini topladığı Uyurgezerin Seyahatnamesi , Ekim 2019'da yayımlandı."