2002’de çektiği Hollywood Ending filminde izleyiciyle dalgasını geçmiş, sektörün ezber kalıplarını bir bakıma teşhir etmişti

Seksen yaşını geride bırakmasına rağmen setlerden ayağını hiç çekmeyen Woody Allen, ununu eleyip eleğini her defasında gözümüze sokmayı başarıyor. Nasıl başarıyor? Asıl mesele o… Elek ve un çok değişmiyor: Aşk hikâyeleri, çiftlerin kâh komik kâh buruk deneyimleri, ayrılıp barışmaları, kavuşup karışmaları… Bazen kahkaha attırıyor, tebessüm ettiriyor bazen. Peki, düşündürüyor mu?

Woody Allen hakkında naçizane fikrim; yönetmenin çok düşünerek yaşayan biri olduğu yönünde… Parlak zekâsına dair aksi istikamette kelam edilmeyecektir fakat onu bu yaşında üretkenliğe sürükleyen unsurun zekâsından fazlasına denk düştüğünü söylemek mümkündür. Allen çok düşünmek huyundan cayamadığı için belki de “un”undan kaçıyor. O kadar fazla ekmek pişiriyor ki arta kalan unu eleyip bizi sıradan bir elekle, sıradan bir filmle baş başa bırakması kaçınılmaz oluyor.

Sabun Köpüğü, Entelektü’el Emeği ve Göz Yormayan Nur

Esasında Allen sinemasını bu üç tamlamada özetleyebiliriz. Biraz kaba yargılar içerse bile… Allen filmlerinin büyük bir bölümünün usta işi sabun köpüğü hikâyeden hareketle çekildiğini varsayıp aşk gibi evrensel, insanlık tarihiyle yaşıt bir açmaz duygunun odaktan hiç şaşmadığını hesaba katarsak eni sonu aşklara başrol verilen bu filmlere “basitleştirilmiş romantik” anlatılardan ötesini yakıştıramayız. Örneğin Woody Allen gayri romantik bir film çekmiş midir? Filmografisinde ender rastlanır.

İkinci olarak üzerinde durmaya çalıştığım şey entelektüel emeğin arzı Allen filmlerinin hemen her karesine sinmiştir. Yeri geldiğinde basit, klişe görünen sahnelerden muziplik taşması da bundandır; hikâyelerin bir başka elde tatsız bir pozisyona savrulması ihtimali de. Eleğin entelektüel bir emekle sallanmayışı unun yanında kepeğin miktarını da hayli kabartacak, hatalar göze çarpacak, açıklar anında yakalanacaktır. Allen entelektüel bir emekle “aynı” hikâyeden benzer‘i çıkartabilmektedir. Aynı’dan benzer’i ayrıştırmak zanaatta maharetin altından kalkamayacağı bir hüner ister ki Allen yoğun zihninden kendi sabun köpüklerine doğru bir yolculuğa koyulur. Bizi de küvetine alır, hani eksik olmasın!

Allen’ın filmleri göz yormaz. “Ağam bizimle eglenir“, geçer gider! Ağamızın gösterdiğine tamah ederiz. O, iplerin uçlarını hiçbir koşulda seyirciye vermez, daima kendi elinde tutar. Göndermelerini pazardan bizzat kendi seçer. Kare bulmacanın neredeyse tüm karelerin tükenmez kalemiyle doldurur, emanet yanılgılara tenezzül etmez. O kendini anlatır oysa biz kendimizi dinlemeyiz. Dinlediğimiz yine odur. Onun şarkılarında kulak tırmalayacak seslerden eser bulunmaz. Notalarını adabına ve matematiğine uydurmuştur bir kere.

*

Bu görece uzun girişe gereksinim duydum zira Allen’ın gösterime giren her filmi üzerine yazmak bana kalırsa yersizdir. Birçok yönetmenin her filmine yazılmamalı. Aynı şeyleri anlatıyorlar! Öykü kurmakta ve anlatmakta Allen’a yöneltilen itirazdan sinema tarihinde kaç yönetmen beri tutulabilir yahu! Allen kendini ifşa ediyorsa ben kendi namıma bu tutumunu kabahat veya eksiklik değil samimiyet sayarım.

Bir peşin yargı açıklayıp yavaştan filme geçeceğim. Allen son yıllarda çıktığı “Avrupa Turnesi”nde zayıf bir anlatım sergiliyordu. Yaşlanmıştı artık ve yer yer yalap şalap işler çıkarıyordu. 2002’de çektiği Hollywood Ending filminde izleyiciyle dalgasını geçmiş, sektörün ezber kalıplarını bir bakıma teşhir etmişti. Psikosomatik nedenlerden dolayı ansızın kör olan yönetmenin çektiği filmi anlatıyordu Hollywood Ending. Allen sektörü teşhir etse de üslubu teşhir etmeye yanaşmadı. Hollywood’da filmler zaten aşağı yukarı böyle çekiliyordu, böyle çekilecekti. Böyle gelmiş ve böyle gidecekti.

Allen, Avrupa turnesinde kör bir yönetmen gibi çekti filmlerini. Midnight in Paris (2011) kısmen öne çıktı; o da gücünü âşık çiftinden ziyade tarihsel romantik sıçramalarından alıyordu. Geçmişe öykünme ve geçmişin, anıların ekmeğini yeme kaygısıydı filmi hoş kılan.

Son filmi Wonder Wheel (Dönme Dolap) ise kanaatlerin genel eğiliminin tersine çan eğrisinin tepeye yakın bir noktasında yer buluyor. Neden? Güldürmüyor, ağlatmıyor; hatta kırılıp gücenmeyin ama tebessüm ettirmiyor, yürek neyim burkmuyor. Kısacası gölge ettirmiyor ve başka ihsan beklentilerine sokmuyor seyircisini. Daha ne isteyelim! İyi Hollywood filmi budur! Her Hollywood filminde maruz kaldığımız; duyguların şarjı-deşarjı, ilişkilerin simülasyonu-manipülasyonu sizi de sıkmıyor mu? En kötü Woody Allen filmimiz böyle olsun!

Filmde dikkat çekmek istediğim nokta Allen’ın o dillere destan uyanıklığıdır. Allen nabza uygun şerbet vermenin pirlerindendir. Öyle olmasa bu adama birbirinin aynı onlarca film çektirirler miydi? Seyircinin kolayından yakalayamadığı iniş çıkışlar Allen filmlerinin satır aralarına konuşlanır. Müjde! Woody Allen Avrupa turnesinden hiç de boş dönmemiş! Üstelik Avrupa’ya bir ders vermek istemiş: “soyunuz tükeniyor kardeşler, çoğalınız! Bir dost” demiş, atmış imzasını kendi tarzıyla.

Woody Allen Avrupa kültürüyle çatışmasını Barcelona, Paris ve Roma filmleriyle cümle âleme gösterdi. New York’ta aşk başkadır, Avrupa’da başka… Avrupa’da aşk bugün teesüf sebebi haline gelmiştir. İddialı mı oldu? New York’ta sermayeye tapınmanın ilişkilere havuç-sopa yaklaşımına ne oldu? Sorular gayet çeşitlenebilir.

Dönme Dolap filminin anlattığı şey: “genç erkek-orta yaşlı kadın seksüel eşleşmesine dayalı bir kompozisyon insan biyolojisine aykırıdır, sermaye romantizmine de aykırıdır. Davul bile dengi dengine çalarken kuşaklar yanlış yollara sapmasınlar.”

Satır arasındaki bu mesaj Hamlet-Oedipus göndermesinden çok daha değerlidir. Üzerine kim alınır bilinmez. Fransa cumhurbaşkanı Macron alacak değil ya!

Binmesek de Hiç İnmesek de O Dolap Bizim Dolabımızdır!

Sözlerimden “biyolojinin faşistiyim, muhafazakârıyım” türü bir sonuç çıkarmayın lütfen. Aşkın yaşı da olmaz, sevginin miktarı da… Bunu bilir buna inanırım. Sevgi birimlere vurulmaz; takvimlere, tartılara… Sermaye ise sevgiyi sınamanın yolunu epeydir bulmuştur: hediye, daha fazla daha fazla hediye… Napolyon‘u bugün şöyle konuşturuyorlar: hediye, hediye, hediye! Anlayacağımız “gift must go on!

Dönme Dolap, bu hediye meselesine de hoş bir selam etmeden geçmiyor. Lunaparkta atlıkarıncayı işleten alkolik eskisi koca, karısına doğum gününde bir hediye alıyor: bir ses kayıt cihazı. Ucuza kapatıyor; sıfırına harcayacağı parası yok, zaten harcamaya da niyetsiz. Ya sonra ne oluyor? Kadın geçirdiği bir sinir krizinde cihazı yere çarptığı gibi parçalıyor. Ucuz etin yahnisi yine kimseye kısmet olmuyor! 

Doğrusu Dönme Dolap birçok meseleye değinmiş, teferruatlara girmeyeceğim. Woody Allen kameranın ardına geçip saman çekse o iğne illa aranır! Derdim, iki ayrıntıyı vurgulayıp yazıyı noktalamak…

Woody Allen yaramazlığını bu trajik hikâyeye de katıyor. Film bir Antik Yunan tragedyası gibi işlense bile bu tragedyaya güncel soslar ekleniyor: eğlencenin doruk noktası lunapark alanı, karnavalesk doyum… Bunları bekliyoruz ya, yok. Film büyük ölçüde kapalı mekânda geçiyor, karnavalesk havadan uzak, yalıtık bir mekân kullanım tercihi trajik yapıyı yoğunlaştırıyor ve boğucu atmosferi güçlendiriyor. Boğuculuk vurgusu malum, şiddetli aile geçimsizliklerinin en belirgin aktarım aracıdır. 

Filmde pizza yemeye gidiliyor. 50’ler Amerikası’nda İtalyan suçuna ve salçasına bir saygı duruşu daha! Âdeta bir Margarita Corleone sentezi! 

İşin güzel tarafı filmde dönme dolaba hiç binilmiyor. Woody Allen yineliyor: “ben sizden zekiyim beyler, yaşıma aldanmayın. Dönme dolap yaşamınızın ta kendisi… Siz ona bindiğiniz sürece filmimde binmeseniz de olur. Bileti kesen kesmiş!” Bir kez daha anlatılan bizim hikâyemiz.

Yaşanılan evin -yani filmde kutsal yuvanın, aile barınağının- altında durmaksızın atış yapılması, pelüş vb. hediyeler kazanılması, ucuz etin yahnisinin pazarlanması ve Pearl Harbor travmasını atlatamayan delikanlıların genç kadınlara güç/erkeklik gösterisi… Erkin, bir illüzyon gösterisinde kaslı omuzlarda aranması… Bunları görmüyor fakat kuvvetli bir biçimde hissediyoruz.

Hepsinin dışında, elimizde bir “canavar” var ki film sırf onun yüzü suyu hürmetine izlenir! Bu çocuk yangın çıkarmaya bayılıyor. Olur olmadık yer ve zamanlarda döküyor benzini, kibriti de çakıyor. Bu yer ve zamanlara terapi gördüğü psikiyatrisin bekleme salonu ve filmin final sahnesi dahil. Ateş çok şeyi temsil ediyor. Ateş tarih boyunca çok şeyi temsil etmemiş midir? İnsana ciddi sorumluluklar yüklememiş midir? Örneğin ısıtma, pişirme sorumlulukları ailenin kökeninde aranamaz mı? Böylece amacından saptırılmış, aileyi sabote eden bu sorumsuz ve anarşizan dışavurum aynı ölçüde mutsuz evliliklerin, sonu hüsranla biten arayışların aynalığına soyunmuştur. Filmde yangını küçük çocuk çıkarsa dahi yangına körükle gidenler sorumsuz ebeveynlerdir.

Sonuç Yerine: Gençler Bekleme Yapmayın!

Woody Allen’ın filmi davetkâr bitiyor. Sahilde yakılan ateş Amerikan gösterisini çağırıyor. Gençler elinize birer içki alıp dizilin ateşin başına. Ey Avrupa sen de durma, soyun tükenecek! Filmin anlatısı “kuşaklar arası ‘çarpık’ ilişkilerden mutsuzluktan öte umutsuzluk ve imkânsızlık doğar öğretisine dönüşüyor. Dönülüyor babam dönülüyor! Dönülüyor Hamlet dönülüyor; kürkçü dükkânına geliniyor, aynı aşkta duruluyor! Genç kadın vuruluyor, genç erkek dövünüyor. Orta yaşlı kadına edilen teklif hiç değişmiyor: “hafta sonu balığa çıkalım mı?