Ana Sayfa Kritik YABANCI, İNATÇI, YIKIK: EDEBİYATTA YABANCILAŞMA ÜZERİNE

YABANCI, İNATÇI, YIKIK: EDEBİYATTA YABANCILAŞMA ÜZERİNE

YABANCI, İNATÇI, YIKIK:  EDEBİYATTA YABANCILAŞMA ÜZERİNE

Ben bir bütünün parçası değilim, hiçbir şeyle bağım yok, dâhil olamıyorum.”1

Soren Kierkegaard

Her şey bana yabancı, her şey, bana ait bir insan yok, bu yarayı kapatacak bir yer yok. Burada ne yapıyorum, bu hareketler, bu gülüşler ne anlama geliyor? Buralı değilim – başka bir yerden de değilim. Yüreğimin hiçbir destek bulamadığı bu yerde dünya bilinmeyen bir görüntüden başka bir şey değil. Yabancı, kim bu sözcüğün anlamını bilebilir.”2

Albert Camus

Ruhsuz uzmanlar, kalpsiz şehvet düşkünleri; bu hiçleşmişler, daha önce hiç ulaşılmamış bir uygarlık düzeyine ulaştıklarını hayal etmekteler.”3

Max Weber

Hegel’in ünlü Tinin Fenomenolojisi adlı kitabıyla 1807’de dolaşıma giren “yabancılaşma” kavramı, kısa bir süre içinde anlamını ve mahiyetini genişletmiş ve çağın ruhunu açıklamaya yarayan anahtar kelimelerden birine dönüşmüştür. Hem Sanayi Devriminin, hem Fransız Devriminin Avrupa toplumlarında hızlı altüst oluşlara yol açmasının sonuçlarından biri olarak on dokuzuncu yüzyılın ortalarından itibaren “yabancılaşma”, Karl Marx, Soren Kierkegaard, Alexis de Tocqueville, Friedrich Nietzsche ve Emile Durkheim gibi düşünürlerin gündemine girmiştir. Sonrasında, diğer pek çok gözlemciyle beraber Georg Simmel, Max Weber ve Sigmund Freud gibi toplumsal teorisyenler eliyle yirminci yüzyılın ilk üçte birlik kısmında Avrupa’nın modernite deneyiminde bireyin dönüşümüne –ve düşüşüne– dair büyük bir açıklayıcı güce kavuşmuştur.4 Bu birikimde György Lukács’tan Martin Heidegger’e, Jean-Paul Sartre’dan Fütüristlere dek çok değişik yönelimli aktör de söz konusudur. Bunlardan kimi ontolojik yabancılaşmadan, kimi etik yabancılaşmadan, kimi ideolojik-politik yabancılaşmadan, kimi de şeyleşme olarak yabancılaşmadan bahsetmiştir. Ayrıca, Amerikan yaşam tarzının 1945 sonrasında tüm Batı dünyasında yaygınlık kazanmasıyla birlikte Theodor Adorno’dan Guy Debord ve Amitai Etzioni’ye dek pek çok Avrupalı (ve daha az olmakla birlikte, Kuzey Amerikalı) düşünür, yabancılaşma meselesini farklı veçheleriyle incelemiş ve hayli karmaşık, ama bir o kadar da zengin bir külliyat yaratmıştır.

Ancak, hiç şüphesiz, kavramın daha geniş kitlelerce tanınıp kabul edilmesine iyi edebiyat örnekleri aracılık etmiştir. On dokuzuncu yüzyılın kurucu metinlerinin omuzlarının üstünde yükselen Hermann Hesse, Franz Kafka, Bertolt Brecht, (bir kez daha – ama bu sefer edebiyatçı vasfıyla) Jean-Paul Sartre, Albert Camus gibi isimler yirminci yüzyıl kıtasal Avrupa edebiyatında yabancılaşmayı edebi modernizm, varoluşçuluk ve kültürel karamsarlık çerçevelerinde değerlendirilecek şekilde ele almıştır. Anglo-Amerikan edebiyatının T. S. Eliot, D. H. Lawrence, Samuel Beckett, Ernest Hemingway, Graham Greene ve Tennessee Williams –ve hatta Macar-İngiliz Arthur Koestler– gibi kalemleri de meselenin farklı tonlarını işlemiştir.

Elbette bu bulaşıcı bir yönelimdi. Zira bahsi geçen edebiyatçıların tamamı Birinci ve/veya İkinci Dünya Savaşının korkunç yıkımına şahitlik etmiş; kapitalist üretim ve tüketim ilişkilerinin yarattığı şeyleştirici kitleselleşmenin siyasetten (demokrasi) bilimsel-teknik (hayatın makineleşmesi) kuşatmaya dek tüm olumsuz sonuçlarını gözlemiş insanlardı. Faşizm ve Stalinizme dair de hayli fikir sahibi olan ve politik angajmanlara girmekten genellikle sakınmayan bu isimler, yirminci yüzyılın nasıl bir aşırılıklar çağı olduğunu ziyadesiyle bilmekteydi.

Ne var ki yabancılaşmanın edebiyattaki uğrakları bununla sınırlı değildi. Pek çok on dokuzuncu yüzyıl sanatçısının eserleri, geriye dönük bir bakışla, farklı yabancılaşma deneyimleri üzerinden yorumlanmaya açıktı. William Blake’in yitmekte olan kutsala tutunup hayatı mistikleştirmesi ve tuhaf ritüellere sığınmasıyla, Lord Byron’ın cinsel taşkınlıklarda tatmin aramasıyla, Coleridge’in ekstazik-narkotik bağımlılığıyla söze başlanabileceği gibi, Novalis misali, taşrada ölüm arzusuyla ve yeraltı istemiyle dolu “yıkık” (doom) bir kişilik yahut metropolün sokaklarını mesken tutan bir aylak, derbeder ve kaygı dolu şair tiplemesi olarak Baudelaire örneği hemen hatıra getirilebilir. Hiç şüphesiz, ruhunun derinliklerinde en karanlık hislere yer açan ve özgürleşememenin ıstırabını taşıyan Dostoyevski, Hölderlin, Poe ve Rilke de pekâlâ yabancılaşmayla ilişkilendirilebilir gözükmektedir. Kısacası, yapılacak kapsamlı bir liste, burada anmadığımız pek çok sanatçıyı daha dikkatle yeniden değerlendirmeyi gerektirecek zenginliktedir.

Böyle bir liste yaparken, söz konusu sanatçının edebiyatında yabancılaşmaya ve yabancılaşmış karakterlere ne kadar merkezi bir yer verdiğine bakabileceğimiz gibi, kendisinin yaşadığı toplumla kurduğu ilişkiye bakıp ne denli yabancılaşmış bir karakter olduğunu hatırda tutarak da bir kanıya varabiliriz. Yabancılaşmanın bir hal ve duyuş olarak edebi metinlere yayılan haritasını çıkarmanın zorluğu karşısında, benimsenebilecek en makul ve mütevazı yaklaşım, okuma birikiminin müşterek hafızaya zerk ettiği izlenimler tortusunu yerinden ederek entelektüel bir izlek için imkânları yoklamaktır. Ne de olsa edebi ve kültürel eleştirinin değeri, okur gözüyle, yazarların sessizliklerini konuşturması, yazılanlar arasındaki boşlukları doldurması, karanlık kalan noktaları aydınlatacak bağlantılar kurmasıdır.

***

Günümüzün önemli Alman felsefecilerinden Rahel Jaeggi, Yabancılaşma (2014) adlı kitabında, bireyin felsefi ve toplumsal yabancılaşmasını dünyayla ilişkisizlik hali olarak, topluma karışmadan kendi başına bir hayat sürmek olarak ve kendini ve dünyayı rahatsız edici bir biçimde sahiplenme (kendini gerçekleştirme, kendi kaderini belirleyebilme, özgürleşme) hali olarak, üç farklı kategoride incelemektedir.5 Sosyal psikolojinin klasiklerinden Melvin Seeman ise 1970’lerde kaleme aldığı “Yabancılaşma Çalışmaları” adlı kapsamlı makalesinde, güçsüzlük, anlamsızlık, normsuzluk, kültürel uzaklaşmışlık (topluma yabancılaşmışlık), kendine yabancılaşmışlık, toplumdan dışlanmışlık başlıkları üzerinden altı farklı yabancılaşma türü tespit ettiğini ortaya koymuştur.6 Konuya, edebiyat tarihi yönünde benzer pencereler açan Amerikalı Mary Horton da, “Yabancılaşma Edebiyatı” adlı makalesinde, yine altı farklı yabancılaşma türünü Batı edebiyatının klasikleşmiş eserlerinde görebileceğimizi ifade etmektedir.7 Ben de buradan hareketle, altı başlık çerçevesinde bazı ilişkiler kurmaya çalışacağım. Buna göre, yabancılaşma edebiyatının temalarından biri ‘İçerideki’ kişidir. Bu karakter bir bakıma hayatın borsacısıdır; toplumun (genellikle de yüksek burjuvazinin) riyakârlığını görüp onu yenmek için onunla uyumlu gözüken bir pozisyon alarak yaşayan, zafere kadar bukalemunluk yapan bir Insider’dır. Dünyayla bütünleştiğini hissederek yaşayacağı ne varsa hepsinden vazgeçmiştir ve başkalarının beklediği anlamsız şeyleri yapacak kadar hislerini yeraltına gömmüştür. Ancak hikâye bir yerde bize onun gerçek kişiliğini ve niçin sessiz ve derin bir hınç duyduğunu anlatır. Örneğin F. Scott Fitzgerald’ın Muhteşem Gatsby’sindeki Jay Gatsby böyle karakterdir. Yoksul çocukluk ve mutsuz gençlik hatıralarını aşabilmek, sosyetede kabul gören bir adam olabilmek adına kendisi olmaktan vazgeçmiştir Gatsby. Fitzgerald’ın bir başka romanı Sevecendir Gece’de de, burjuva eğlence hayatının tükettiği bir doktor olan Dick, düştüğü depresif ruh halinden çıkabilmek için çareyi yine ışıltılı hayatta arar ve bu Faustvâri ruhunu satma sürecinde tüm ideallerini kaybetmiş bir adama dönüşür.

Dışarıdaki Adam’, yani Yabancı (The Outsider), tam da Albert Camus’nün, Jean-Paul Sartre’ın, Hermann Hesse’nin toplumla taban tabana zıt, uyumsuz, toplumun içinden çok onun kıyısında, ona mümkün olduğunca dışarıdan ve küçümseyici bir gözle bakan fakat bir o kadar da acı çeken varoluşçu karakterlerine karşılık gelmektedir. Aslında o bir anti-kahramandır. Yabancının/Dışarıdakinin topluma karşı güçlü bir bağı da, inancı da, kabul görme beklentisi de yoktur. Genellikle iki dünya arasına sıkışıp kalmıştır: Doğulu-Batılı, burjuva-proleter, yerli-göçmen, efendi-kul kimliklerinin birine sahipken ötekiyle muhatap olmanın içsel gerilimini yaşar. Örneğin Camus’nün Cezayirli bir Beyaz olması (ya da onun kadar baskın olmasa da, Orwell’ın Hindistan doğumlu olmasının edebi gündemine kattığı şeyler) bu bağlamlarda bize bir şeyler söyler.

Kopuk, apatetik ve içe dönük nevrotik karakter (The Detached Man) yine Albert Camus’nün Yabancı’sının ve Thomas Mann’ın Tonio Kröger’inin karşılık geldiği bir tiptir. Daha genç ve derinleşememiş erkek karakterlerini J. D. Salinger’ın, Charles Bukowski’nin eserlerinde veya Amerikan asi ve yabancılaşmış gençliğinin ikonu olan James Dean’in (Steinbeck’ten uyarlama) Cennetin Doğusu ve (Edna Ferber’dan uyarlama) Devlerin Aşkı filmlerinde canlandırdığı karakterlerde görmek mümkündür. O, insanları gözleyen genç ve sorunlu bir adamdır, toplum içinde adeta bir gölge karakter olarak yaşar. Kırılmış ya da öfkelidir –ama Hesse’nin veya Virginia Woolf’un karakterleri gibi bölünmüş değildir. Fark edilmesi güçtür, zira gündelik toplumsal yaşamla bağlantıları alabildiğine zayıftır. Çökmüş, içi boşaltılmış, boşluktaki adam (The Hollow Man) diyebileceğimiz dördüncü yabancılaşmış insan tipi ise kimsenin dikkatini çekmeyecek sıradanlığıyla, özgün hiçbir vasfının olmayışıyla, neredeyse tümüyle bir Dostoyevski karakteridir –bilhassa İnsancıklar’ın yoksul başkarakterleri ya da Yeraltı Adamı bu konuda iyi birer örnek sunar. Musil’in Niteliksiz Adam’ı ya da Konstantinos Kavafis’in şiirlerinde gördüğümüz, köklerinden kopamayan ve olmak istediği kişi de olamayan erkek temsilciler bu türdeki örnekleri çeşitlendirmeye imkân sağlar. Okur onu tanıdıkça fikrini değiştirmeye ve onun basit, boş, yıkık yüzünün ardındaki derinliğe karşı ilgi duymaya başlar. Fakat o kendini okura açsa da değişmez; insan(lar)a bakışını değiştirmez; hatta metnin içinden okura doğru attığı bakış dahi rahatsız edici bir gerilim taşır. Onun yıkıklığına bir şey yapamadığınız için siz mahcubiyet duyarsınız. Onun okur üzerindeki tuhaf ağırlığı ve gücü tam da buradadır.

Beşinci tip, T. S. Eliot’ın Çorak Ülke’sinin insanlarıdır. Anlamsızlık, saçmalık, boşluk, hiçlik ve delirmenin eşiğinde bir enkaz insanıdır bu. İçini kasvet kaplamıştır ve ne yapsa o gri sis tabakasını dağıtamaz. Çorak Ülke, Birinci Dünya Savaşının geride insanlığa dair bir şey bırakmadığı topyekûn bir cinnetin sessiz tasviridir. Şair The Hollow Men adlı 1925 tarihli şiir kitabında 1922 tarihli Çorak Ülke’nin insan manzaralarını ve dünyada-olma-acısını sürdürmüştür. Eserde “formsuz şekil, renksiz gölge, felçli irade, hareketsiz jest” üst üste biner ve o kendini mırıldanarak tekrar eden ünlü “This is the way the World ends” dizesi bu şiirle –bir ‘büyük patlama’yla değil, kendi kendine inleyerek çöken– Batının medeniyet kaybını ilan eder… Elbette farklı tonlamaları olmakla beraber, bu türün, Baudelaire’in Kötülük Çiçekleri ve Conrad’ın Karanlığın Yüreği adlı eserindeki öncüllerini –nitekim Eliot şiirinde Conrad’ın Kurtz adlı başkarakterine doğrudan atıf yapmaktadır– bulmak da, Sartre’ın varoluşçu Bulantı’sının dünya acısı (weltschmerz) ve toplum tiksintisiyle dolu başkarakteri Roquentin’i, Camus’nün Yabancı’sındaki Meursault ve Düşüş’ündeki Clamence’i anımsamak da hiç zor değildir.

Altıncı ve son yabancılaşma tipi, duyulan esaretten kaçış çabasının ifadesidir. Bu konuda yakın geçmişte Türkçede çok okunan Hesse’nin Bozkırkurdu ve Sylvia Plath’ın Sırça Fanus’u belki de en bilinen iki örnektir. Bununla beraber, Ken Kesey’nin Guguk Kuşu’ndan Paolo Coelho’nun Veronika Ölmek İstiyor’una dek pek çok benzer psikolojik roman hatıra gelecektir. Okurlarına Ecinniler’de, Yeraltından Notlar’da veya küçük ama rahatsız edici bir ruh bölünmesi hikâyesi olan Öteki’de depresyon, şizofreni ve borderline figürler çizen Dostoyevski, bir sabah uyandığında kendini bambaşka bir şeye dönüşmüş bulan Gregor Samsa’nın hikâyesiyle Birinci Dünya Savaşının dehşeti içindeki Kafka bu yabancılaşma türünün köklerini oluşturur. Ayrıca, konu ve karakterlerini denizaşırı uzak ülkelere dek gezdiren Joseph Conrad’ın, Herman Melville’in ve elbette yine enternasyonal öykülerin adamı Ernest Hemingway’in modernizminin bu yazarlar ve depresif öykülerle edebi yakınlıklarına dair de birtakım ipuçları verir. Bu tipler ruhen bölünmüş, yırtılmıştır ve toparlanmak adına parçaları bir araya getirmekte büyük güçlük çekerler. Yüz yıl önceki Byron’ın fırtınalı ruhunu ferahlatacak bir yer arayışıyla Hemingway’in dağda, denizde, cephede gezinen halleri arasında ilave bir ilişki kurulabilse de, kabul etmek gerekir ki, Genç Harold’ın Yolculuğu, örneğin Dostoyevski, Hesse ya da Plathvâri bir psikolojik edebiyat çizgisinden hayli uzağa düşer. İçsel bir dönüşüm yaşayarak yabancılaşmaya konu olan karakterlerse sadece Kafka’nın Dönüşüm’ü veya Dostoyevski’nin eserleriyle değil, illa gerekirse, Byron’dan ziyade, William Blake’in Cennet ve Cehennemin Evliliği, Kehanet Kitapları gibi eserleriyle birlikte okunmayı hak etmektedir. Bu ecinniler kategorisinin bir de başı dumanlı, etrafı belalı, bedel ödeyen sanatçı tipleri söz konusudur. Bunlar yozlaşmış bir toplumla hem didişir ve ona meydan okur hem de onunla gerektiğinde gerektiği kadar işbirliği yaparak tutunmaya çalışır. Genellikle de sonunda yenilip düşen örnekleri bu vesileyle hatırlayabiliriz: Gérard de Nerval, Jack London, Scott Fitzgerald, Stefan Zweig, Vladimir Mayakovski, Ezra Pound, Virginia Woolf, Ernest Hemingway, Sylvia Platt… Hepsi sarsıcı, uzun depresyonlarla mücadele etmiş, ıstırap çekmiştir –ve çoğu sonunda intiharı seçmiştir.

***

Toparlamak adına, başa dönerek şöyle diyebiliriz. On dokuzuncu yüzyıldaki keskin şehirleşmeyle birlikte karşılaşılan fabrika disiplininin kırsal yaşamın rahvan ve sakin huylu doğasından çok uzağa düşen gürültülü dinamizmi, anonimleştirici kalabalıklarda hızla bireyselleşen çıkarlar, üretimle beraber artan tüketimin değersizleştirici etkileri, toplumun rasyonelleşme ve sekülerleşme süreçleriyle birlikte din kardeşi, komşu, akraba olmaktan gelen bağların yitimi insanlarda büyük bir huzursuzluk yaratmıştır. Ezberlerini yitiren ve bireyselleşirken özgürleşmekten çok yalnızlaşan insan, kendini güçsüz, güvensiz, hatta çaresiz hissetmiştir. Modernitenin ilerleme ve mükemmelleşme fikri (sıkı sıkıya sarılmamız gereken olağanüstü zaferlerine rağmen) pek çok bakımdan ters teperken, bireyin özgürleşmesi sinsi bir yalıtılma durumuna, halkın politik sahnede belirleyici güç olarak yer alması sıklıkla kitlenin birey üzerinde tiranlığına dönüşmüştür. On yedinci yüzyıldan beri bireyin rasyonelleşerek ereceği söylenen kurtuluş, yirminci yüzyılla birlikte, aklın demir kafesine hapsolmaya, meşum bir büyü-bozumuna dönüşmüştür artık. Böylesi bir dönüşüme karşı modernitenin başkentindeki Baudelaire’nin bulabildiği çözüm, kendisinden yüz yıl sonraki Çiçek Çocukların ve hipsterların karşı-kültürünün bulacağıyla aynıdır (Hayır, frizbi oynamaktan bahsetmiyorum!).

Routledge Encyclopedia of Modernism’deki makalesinde Christoper Bradd’in belirttiği gibi, Hıristiyanlığın ilk günah ve insanın düşüşü doktrininden Hegel’in özgürlük anlayışı ve Nietzsche’nin “Tanrı öldü” açıklamasındaki varoluşçu düşüncenin öznesi aracılığıyla Batılı yabancılaşma deneyimleri üç temel başlık altında anlaşılabilir gözükmektedir: Bireyin doğaya, kendine ve topluma yabancılaşması. Bradd’e göre, yerleşik değerlerin kaybı karşısında genellikle zorunlu bir pasiflik duygusuyla ilişkilendirilen yabancılaşma, edebiyatçılardan ressamlara dek birçok modernite eleştirmeni için kritik bir kavram olmuştur. Batı toplumlarında derinlik kazanan çelişkiler tarafından parçalanan birey, parçalanmış bir deneyimin öznesi olarak ele alınır olunca, Sigmund Freud, bilinçli kararlarımızı istemeden motive etmeye devam eden bilinçdışı bir bastırılmış travmatik deneyim rezervini koruyarak bilincin kendisine yabancı olduğunu öne sürecek kadar konuyu derinleştirmiştir.8 Fakat yine de yabancılaşmanın derinliklerine asıl inenler edebiyatçılar olmuştur. Fitzgerald’ın Sevecendir Gece’de, Doktor Dick için söylediği üzere, “He was so terrible that he was no longer terrible, only dehumanized.” ([İnsan] o kadar korkunçtu ki, artık korkunç gelmiyordu; o sadece insanlığını yitirmişti.”) Yabancılaşma, korkunun, kötülüğün, değersizleşmenin ona karşı verilen özgürleştirici süreç eliyle sıradanlaşmasıydı…

1 Aktaran: Nathan A. Scott, Jr. Rehears of Discomposure: Alienation and Reconciliation in Modern Literature: Franz Kafka, Ignazio Silone, D. H. Lawrence, T. S. Eliot, New York: King’s Crown Press, Columbia University, 1952, s. 1.

2 Albert Camus, Defterler-1, çev. Ümit Moran Altan, İstanbul: İthaki Yayınları, 2. baskı, 2003, s. 156.

3 Max Weber, The Protestant Ethics and Spirit of Capitalism, çev. Talcott Parsons, Anthony Giddens’ın Sunuşuyla, New York, Londra: Routledge Classics, 2005, s. 124.

4 Hegel Aydınlanma ve rasyonelleşmeyle birlikte geleneksel kültürel bağlamdan kopan bireyin dünyayla kurduğu ilişkide ontolojik olarak kendi kaderini tayin edebilen özerk özne olma süreciyle (etken), onu kuşatıp çerçeveleyen, yani bireyi (edilgen kılıp) nesneleştiren toplumsal-kurumsal sürecin çift yönlü işleyişine yabancılaşma diyordu (Bkz. G. W. F. Hegel, Tinin Görüngübilimi, çev. Aziz Yardımlı, İstanbul: İdea Yayınları, 1986, 268-327). Hegel’in yabancılaşma kavramını işleyişi, onun tarihi Tinin (Geist) diyalektik açılımı olarak yorumlaması yoluyla gelişmekteydi. “İlk tarihsel evrelerinde Tin, nesnel dünyadan kopmuş olarak anlaşılır ve bu nedenle kendisine bir tür yabancılaşma yaşar. Başka bir deyişle, dünyayı bilincimden ayrı bir ‘nesnel gerçeklik’ olarak görmek, yalnızca bir yabancılaşma biçimidir. Aynı şekilde, kişinin bilincini Evrensel bilinçten (bir an değil de, ayrı bir parça olarak) ayrı görmesi de bir yabancılaşma biçimidir. O halde, dış dünyanın bilincin içselliğinden ayrı olmadığını kabul ederek özbilinç arttıkça, yabancılaşmanın üstesinden gelinmesi gerçekleşir. Zamanla ve kültürlerin gelişmesiyle Tin, bilincin ve kendini bilmenin daha yüksek formları ve tezahürleri aracılığıyla kendini gerçekleştirir. Aynı diyalektik ilişki, sosyal, politik ve etik alanların gelişiminde de geçerlidir. Burada da yabancılaşma, ‘Ben Bizdir ve Biz de Bendir’in kabulüyle sonuçlanan ilişkilerin birliğinin giderek daha fazla tanınmasıyla aşılır. Ancak nihayetinde Hegel, felsefeye ve düşünceye öyle bir öncelik verir ki, en yüksek birlik ve kendini gerçekleştirme, öz-bilincin mutlak bilgisinde gerçekleşir.” New World Encyclopedia, “Alienation” maddesi, 2021, https://www.newworldencyclopedia.org/entry/Alienation ve Gavin Rae, “Hegel, Alienation, and the Phenomenological Development of Consciousness”,International Journal of Philosophical Studies, Vol. 20, No. 1, 2012, s.23-42.

Hegel’den kavramı alan Marx’ın ve Marksist geleneğin emek, işbölümü, intihar, anomi gibi konu başlıkları etrafında ele aldıkları yabancılaşma teorisi doğrudan doğruya Sanayi Devriminin ortaya çıkardığı koşulların eleştirisiydi. Bu anlamıyla klasik Marksist yabancılaşma teorisi kabaca şu şekilde özetlenebilir. Sanayi Devriminin getirdiği büyük bir yenilik olarak fabrika düzeni, 1780’lerden itibaren her geçen gün üretim süreçlerini makineleştirdiği gibi, insanı da, ona teslim edilen makineler gibi görmüş; böylelikle daha önceki keyfi-durumsal-mevsimsel çalışma koşullarına göre büyük bir özgürlük kaybına uğrayan insanlardan kendi insanlıklarına yabancılaşmış bir işçiler sürüsü yaratmıştır. Her bir işçi kendine yabancılaştığı gibi, üretim sürecini gayrıinsanileştiren makine ve fabrika düzeni eşliğinde, birey-insan (toplumsal ilişkilerden koptuğu için) başkalarına da yabancılaşmıştır. Ürün, onu üreten işçiyle hiçbir bağı kalmadan piyasa koşullarında satılacağı için, işçinin ücretten başka hiçbir karşılık görmediği bu üretim ilişkisinde, insan ürettiği ürüne de yabancılaşmıştır. Zira üretilen ürün/meta söz konusu işçiye hiçbir kişisel tatmin vermeksizin üretilmiştir. Sanayi Devrimi öncesinde ortaya konan her bir iş genellikle aile yahut küçük bir topluluk/cemaat ortamında çalışmasıyla, somut sonuçlardan gurur ve tatmin duygusu kazanılarak yapıldığı için, bu keskin değişim, daha önce hiç yaşanmadık bir biçimde “doğadan kopuş” hissini yaymış ve insanları büyük bir duygusal boşluğa düşürmüştür. Marx’a ve diğer birçok yabancılaşma teorisyenine göre, insanlar yeni toplumsal ve endüstriyel koşullarda doğal durumlarından ne kadar uzaklaşırsa, o kadar yabancılaşması kaçınılmazdı. Geniş bir panoramik değerlendirme için, bkz. Marcello Musto, “Revisiting Marx’s Concept of Alienation”, Socialism and Democracy, Vol. 24, No. 3, 2010, s. 79-101. Tocqueville de Amerika’da Demokrasi’de (II. Cilt) işçileşmenin insan zekâsını zincire vurduğunu ifade ederek “İşbölümü ilkesinin uygulaması yaygınlaştıkça işçi zayıflar; dar kafalı ve bağımlı bir varlığa dönüşür” der. Tekniğin kültürü öldürdüğünü düşünen başka pek çok isim sayılabilir. Martin Heidegger ise yabancılaşmayı varoluşsal bir mesele olarak ele alır ve Reformasyon-sonrası dünyada yabancılaşmayı “insanın yeryüzüne fırlatılmış olması” şeklinde açıklar. Hannah Arendt, vita activa kavramı etrafında yürüttüğü tartışmada gerçekleştirilen bir benliğin ve olumlanan bir yaşamın Marx’ın anladığından daha başka bir şey olduğunu ortaya koyarak, başka bir bağlamdan yabancılaşmayı emek, iş ve eylem ile birlikte yorumlamıştır. Arendt’in Heidegger’e (ve modernliğin kökeninde Protestan asketizmini –zahidliği; kendinden el çekip kendine yabancılaşmayı– gören Max Weber’e) itirazı da kısaca “modern çağın, aşkın olanda, inançta ani ve esrarengiz bir tutulmayla başlayıp sürdüğünü teslim etsek bile bundan, bu kaybın insanı dünyaya fırlattığı gibi bir sonucun çıkması gerekmez. Tam tersine, tarih açıkça göstermektedir ki, insan dünyaya değil kendine [doğru] fırlatılmıştır (…) Modern çağın alamet-i farikası, Marx’ın da düşündüğü gibi kendine değil, dünyaya yabancılaşmadır.” İnsanlık Durumu, çev. Bahadır Sina Şener, İstanbul: İletişim Yayınları, 5. baskı, 2011, s. 364. 1960’ların ABD’li muhafazakâr sosyologu Robert Nisbet, yabancılaşmaya sadece yabancılaşmış birey üzerinden değil, yabancılaşmış toplum üzerinden de bakmayı önererek tartışmayı genişletir. Buna göre, “modern toplum insana uzaklığı yüzünden ulaşılamaz, dev organizasyon yapıları yüzünden ürkütücü, gayrışahsi karmaşıklığı yüzünden anlamsızdır. Bir zamanlar içi insanlarla dolu iken şimdi içi boş kültürel düzen, Burke’ün insan ruhunun ‘otelleri ve dinlenme mekânları’ diye adlandırdığı şeylerden yoksundur.” Robert Nisbet, Sosyolojik Düşünce Geleneği, çev. Yusuf Kaplan, İstanbul: Paradigma Yayınları, 2013, s. 361.

5 Rahel Jaeggi, Alienation, çev. Frederick Neuhouser ve Alan E. Smith, New York: Columbia University Press, 2014.

6 Melvin Seeman, “Alienation Studies”, Annual Review of Sociology, Vol. 1, No. 1, 1975, s. 91-123.

7 Mary Horton, “The Literature of Alienation”, The Sociological Review. Vol. 26 , No.1, 1978, s. 197-220; özellikle söz konusu şablon için bkz. s. 199.

8 Küçük söz ve vurgu değişikliklerle aktardım (H. A.): Christopher Bradd, “Alienation”, Routledge Encyclopedia of Modernism, https://www.rem.routledge.com/articles/alienation (çevrimiçi) 05/09/2016.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl