1989 yılında, Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema-TV Bölümü’nde, öğrenciliğime başladım. [Alsancak Stadı’nın yanındaki barakalarda.] Hayatımın, en özel ve en güzel dört yılını [1989-1993] o ders sıralarında, bahçesinde, kütüphanesinde ve kantininde geçirdim. Lisans eğitimim, birinci ve ikinci sınıfımda, Oğuz Adanır’dan ders almadım. Ders dışından kalan zamanım çoğunu, ikinci kattaki kütüphanede çalışarak geçirdiğim için, kendisiyle sık sık karşılaşıyorduk. Üçüncü ve dördüncü sınıfımda, Oğuz Adanır’dan ders aldım. Hele, Ettore Scola’nın, Balo filmi üzerine yaptığı göstergebilimsel çözümlesimi unutamam. Bir filmi izlemeyi değil, o filmi/filmleri okumayı bana Prof. Dr. Oğuz Adanır öğretmiştir.

Nerede olursa olsun, kendisinin olduğu veya olmadığı her yerde sevgili hocam Prof. Dr. Oğuz Adanır adını duyarsam, hemen şunu söylerim; “cesareti, etik ve estetik olarak savunan kılavuzumdur” derim. Çalışkanlığı, ondan öğrendim desem az bile kalır bu cümlem. Öğrencisi olmaktan, her zaman onur ve gurur duydum. Hala da öyledir.

Prof. Dr. Oğuz Adanır’ın, ayrıcalıklı yanı şu; bitip tükenmen bilmeyen, çalışkanlığı ve araştırmacılığı. Akademik literatüre katkısını sıralamaya kalsam, sayfalar bitmez. Adanır, şaşırtıcı -en azından benim için öyle- bir romanı yayımlandı: Bir Antikçağ Masalı-Tanrıçanın Gözdesi.* Tarih-Mitolojisi ekseninde ve Akdeniz/Ege coğrafyası özelinde, müthiş bir anlatıyla karşı karşıya kaldım. Hayatımda, “bitmesin bu roman” dediğim nadir kitaplardan biri oldu. İyi ki, var. Daha çok yazsın, daha çok okuyalım.

Ek Dergi için son yazdığı romanı üzerine Oğuz Adanır’la konuşmak, çok keyifliydi. Kendisine ve söyleşimizin fotoğraflarını çeken, Sakıp Yaşar’a da çok teşekkür ederim.

ERTEKİN AKPINAR

ÜLKEDEKİ ANA DÜŞÜNCE AŞİRETLERİ OLARAK NİTELENDİRDİĞİM YAPILANMALARIN EN BÜYÜK SORUNLARINDAN BİRİ; HEM ÜLKEYİ, HEM DE DÜNYA’YI AYNI ANDA KARŞILAŞTIRMALI BİR ŞEKİLDE ELE ALIP, ÇÖZÜMLEYEMEMELERİ.”

Bir Antikçağ Masalı-Tanrıçanın Gözdesi romanınıza gelmeden önce, izninizle şöyle bir giriş yapmak istiyorum; 1990’lı yılların hemen başında, Ahmet Oktay yazdığı bir makalede, özgün eserlerinizi referans göstererek, “Türkiye’deki aykırı aydın tanımına en iyi örnek, Oğuz Adanır’dır” tespitini yapmıştı. Bilim insanı olarak, Ahmet Oktay’ın bu tanımını üzerinden, kendinizi ‘aykırı aydın’ olarak tanımlar mısınız? Bu kavram üzerine, neler söylemek istersiniz?

Ahmet Oktay’ı, saygı ve sevgiyle anıyorum. Hiçbir zaman, ‘aykırı bir insan/aydın’ olmak gibi bir sorunum olmadı. Yaptığım seçimler ve ilgi alanlarım beni bu konuma doğru sürükledi. Halimden şikâyetçi değilim. Ülkedeki ana düşünce aşiretleri olarak nitelendirdiğim yapılanmaların içinde, yaşadıkları dünyayı yanlış değerlendirdiklerini gözlemlediğim için alternatif düşünce üreten insanlarla ilgilenip, alternatif düşünce üretmeye çalıştım. Bu yapılanmalar benimle pek ilgilenmese de, ben onlarla ilgilendim ve ürettikleri doğru düşüncelerden yararlandım. Onların en büyük sorunlarından biri; hem ülkeyi, hem de Dünya’yı aynı anda karşılaştırmalı bir şekilde ele alıp, çözümleyememeleri. Bence ülkenin çok sayıda ayakları üstünde, sağlam durabilen ‘aykırı düşünce’ üretecek insana ihtiyacı var. Şu anda toplumu, yeni bir çağa taşıyabilecek zihinsel ve entelektüel bir altyapıya ne yazık ki sahip değiliz. Örneğin, benim yaptığım çalışmalar böyle bir alternatif düşünce üretiminde işe yarar mı, yaramaz mı diye bakan birilerini de göremiyorum.

Sinemada Anlam ve Anlatım, Politika ve Sinema, İşitsel ve Görsel Anlam Üretimi, İlkel Toplumdan Melodramlar Evrenine, Sinema Televizyon Kültür gibi özgün eserlerinizin yanında, Christian Metz, Jean Baudrillard, Lucien Lévy-Bruhl, Eugène Simon, Werner Sombart, Emile Durkheim gibi düşün insanlarının temel kitaplarını da Türkçeye çevirdiniz/kazandırdınız. Sayısız makale, bildiri ve inceleme yazıları yazdınız. Şimdi de karşımızda, şaşırtıcı bir ilk roman var; Bir Antikçağ Masalı-Tanrıçanın Gözdesi. Sizin çalışma alanlarınızı bilen kişiler için, bu tarihsel roman oldukça şaşırtıcı bir hamle. En azından benim için öyle. Öncelikle, roman yazma fikri sizde nasıl oluştu?

Öyküde her ne kadar birkaç gerçek mekân ve kişi ismiyle karşılaşılıyorsa da, bunun tarihsel bir romandan çok bir kurmacaya benzediğini söyleyebiliriz. Roman yazma gibi, bir düşüncem yoktu. Çok uzun yıllardan bu yana sinema, sinema göstergebilimi, simülasyon kuramının yanı sıra, 1980’lerin ikinci yarısından itibaren Marcel Mauss’un, ‘Armağan Kuramı’yla çok yakından ilgilendim. İlgilenmeyi de, sürdürüyorum. Bu kavram, öğrencilerimin bir kısmının ilgisini çekerken, diğerlerinin pek ilgisini çekmiyordu. Hem Dünya’nın, hem ülkenin gerçek anlamda nasıl bir kültürel/zihinsel geçmişe sahip olduğunu bilmeden nitelikli işler yapamayacaklarını, deneyimsizlikleri nedeniyle kavramakta zorlanıyorlardı. Öğrencilerimin dışında kalan okuyucu kitlesi de zorlanıyor çünkü bugüne kadar, bu alanda daha önce hiç bir araya getirilmemiş düşünce ve kavramları bir araya getirdim. Şöyle bir şey söyleyeyim, Jean Baudrillard’ın Simgesel Değiş Tokuş ve Ölüm başlıklı kitabını anlayabilmek için; antropoloji, dilbilim ve psikanaliz alanında yüzden fazla kitap okumak zorunda kaldım. Kendimi zorlamaktan çekinmediğim için, öğrencilerimi de zorladım. İnsan kendi kendini ve diğerlerini başka bir şekilde aşıp geçemez.

Bir Antikçağ Masalı-Tanrıçanın Gözdesi,yaklaşık otuz-kırk yıllık bir okuma, not alma ve düşünce üretiminin bir sonucu. Baudrillard dışındaki çevirilerimin çoğu [Çin, Japonya, İlkel Toplumlar, Antikçağda Korsanlık vs.] ‘Armağan Kuramı’yla kolaylıkla ilişkilendirilebilecek metinler. Yıllar önce bu kuramı, öykü formatında sunabileceğim düşüncesi hoşuma gitti. İki yıl önce, bütün malzemelerin hazır olduğunu gördüm ancak öyküyü nasıl işleneceğimi ve format sorununu daha sonra çözdüm. Yaptığım okumalar, işimi çok kolaylaştırdı. Başlangıç bölümünü zihnimde oluşturduktan sonra, gerisi kendiliğinden geldi. Başlamak, gerçekten de yarı yarıya bitirmek anlamına geliyor.

Yazma süreci peki?

Yaklaşık, altı ay sürdü. Sonucun, başarılı olduğunu gösteren geri dönüşler alıyorum. Şu ana kadar okuyanlar, her şeyi kolaylıkla anlayıp özümseyebiliyorlar. O zaman, doğru bir iş yaptığımı düşünmeye başladım. Evrensel kültür/zihniyetin en önemli özellikleri, bu metinde yer alıyor ve okuyucu da bunlardan hoşlanıyorsa, bunun nedeni onun da bir bakıma aynı kültür/zihniyet evreninin bir parçası olmasıdır.

Romanınızın bütününe ana hikâyeden bağımsız olarak baktığımda, dönemin nesne ve figürlerini bir leitmotif olarak değil, bilakis özne/öznelerin bir parçası olarak kullandığınızı gördüm. Aslında bu durum, kişisel olarak hem benim, hem de genel olarak Türk okurunun tarihsel romanlarda hiç alışık olmadığı bir yöntem olduğunu düşünüyorum.

Nesnelerle, özneleri bu şekilde bir araya getirmeseydim, sanırım öykü tüm inandırıcılığını yitirirdi. Yaklaşık 2000 yıl öncesinde olup biten olayları sözcüğün gerçek anlamında belgeler, kanıtlar bulup oluşturamazsınız. Ancak o dönemin kültürel/zihinsel evrenini okuyucunun zihninde canlandırabilirseniz, öykünün sunduğu evren içine girip dolaşmasını ve dolayısıyla okumaktan keyif almasını sağlayabiliyorsunuz. O kültürel/zihinsel evreni derinlemesine tanımak, o kahramanların ne türden davranışlar sergileyebileceğini kestirip düş gücünüzden bu doğrultuda yararlanmanızı sağlıyor.

Araştırmacı ve yazarların metinlerinin yanı sıra, eşimle birlikte gerçekleştirdiğimiz geziler de bu konuda yardımcı oldu. Gittiğimiz bir ülkede, yaşayan toplumun kültürel/zihinsel evrenini en kısa yoldan kavramanın yolu; arkeoloji, tarih, etnografya, antropoloji ve sanat-kültür müzelerini ziyaret etmektir. Bir örnekle yetineyim. Öyküde, Korfu’da betimlemesini yaptığım Roma konağını, Kos adasında ziyaret etmiştik. Doğal olarak, ona ufak tefek eklemeler yaptım.

Araştırmacıların ve yazarların tarihsel metinleri size nasıl bir kaynaklık etti?

Araştırmacı ve yazarların çalışmaları; insanın zihnini açıyor, değişik alternatif düşünce, davranış ve diyaloglar üretmenizi kolaylaştırıyorlar. Örneğin, Çin, Japonya, Antikçağ Akdeniz’i, Dünya’nın dört bir yanındaki ilkel toplumlara ait gelenek, görenek, töre ve düşüncelerinden esinlenerek öykünün atmosferine uygun bir şeyler üretebilirsiniz ki bunların büyük bir olasılıkla, o dönemdeki uygulama ve düşüncelerle örtüştüklerini görürsünüz. Örneğin, istisnasız bütün Dünya’da karşılaşılan en eski inanç sistemi, atalar kültüdür.

Edward Hallett Carr, “… Tarihçi, sunduğu olguların doğruluğunu kanıtlamanın ötesinde, araştırdığı konuyla ilgilenen bilinen ya da bilinecek tüm verileri ele almak zorundadır. Çünkü tarihçi değerlendirme yapmayacaksa neyin kaydedilmeye değer olduğunu nasıl bilecektir? Tarih, yorum demektir” diyor. Romanınızı; Roma özelinde, Akdeniz coğrafyası genelinde bu ifadeye, genel anlamıyla sadık kaldığınızı görüyorum. Tarihsel roman yazını içinde ‘yorum yapmak’ aynı anlamda okur özelinde farklı alan/alanlara savrulabiliyor/bükülebiliyor. Romanınız ekseninde konuşursak, böyle bir tereddüttünüz oldu mu?

Aslında Roma döneminde daha çok, bugünkü Ege ve Akdeniz bölgesinde geçen bir öykü olduğunu düşünüyorum. Çünkü olaylar, Efes’te başlıyor ve Efes’te bitiyor. Efes, Antikçağın en önemli kehanet merkezlerinden biri. Neredeyse bütün Avrupa ve Akdeniz’in, Roma’nın egemenliği altında olduğu bir tarihte geçiyor. Dolayısıyla Efes’ten söz ederken, Roma’yı dışlayamazsınız. Olayların bu dönemde geçmesinin pek çok nedeni var ancak neden bu dönem derseniz Cecil John Cadoux’nun, İlkçağ’da İzmir başlıklı çalışması olduğunu söyleyebilirim. O döneme ait, çok güzel belgeler ve öyküler var. Pek yararlanmasam da, esinlenmiş olabilirim.

Buna bağlı olarak, sizin roman özelinde ‘tarihsel yorum’unuzu biraz açar mısınız?

Benim yorumum, o dönemi insanların zihinsel yapılarını ve maddi olanaklarını olabildiğince, armağan kültür/zihniyetine uygun hale getirmek şeklinde özetlenebilir. Öte yandan siz olayları yönlendirirken, bazen işler tersine dönüp olaylar sizi yönlendirmeye başlar. Bunu fark eder etmez, gerekli düzeltmeleri yapmak ve öykünün kendisine çizilmiş sınırlar dışına çıkmasını engellemek gerekir.

SEVGİ İNSANI DEĞİŞTİREMİYORSA, O ZAMAN O KİŞİNİN İNSANLIĞINDAN ŞÜPHE EDEBİLİRİZ.”

Romanınızı, dönemin Akdeniz dünyası genelinde, bir zihin/zihniyet dönüşümünün eksenini görmek açısından bir hayli ilginç verileri var. Kahramanlarınızın özelinde, özellikle de Saronya’nın özelinde, bu dönüşüm üzerine neler söylemek istersiniz?

Burada söylenebilecek tek şey, evrensel bir duygu ve sözcük olarak sevgidir. Saronya başlangıçta, Pityus’tan hoşlanmakla birlikte Tanrıçasına bağlıdır. Ne kadar dogmatik bir kafa yapısına sahip olursa olsun, sevginin değiştiremeyeceği bir insan yoktur. Sevgi insanı değiştiremiyorsa, o zaman o kişinin insanlığından şüphe edebiliriz. Dolayısıyla Saronya’nın başına gelenler Tanrıçasıyla bağlarını zayıflayıp, kopmasına yol açar ya da Pityus’a karşı hissettikleri, onun Tanrıçasından kopmasını kolaylaştırır. Ancak hiçbir şeye inanmamak onun için çok ürkütücü, korkutucu bir duygudur. Bu inanç boşluğunu o dönemde ortaya yeni çıkan, ancak henüz çok yüzeysel bir aşamada bulunan Hıristiyanlıkla kapatmaya çalışır. Pityus ise kendi inançlarına bağlı kalır.

Hıristiyanlığın yüzeyselliği konusunda bir örnek vermek gerekirse, o dönemin Anadolu’sunda çok sayıda sahtekâr İsa tam olarak ne olduğunu bilmedikleri bir Hıristiyanlığı, bu topraklara yaymaya çalışırlar. Aziz Petrus ve Pavlus’un bu topraklara gelme nedenlerinden biri de bu olabilir.

Dikkatimi çeken ve tarihsel romanlarda neredeyse hiç rastlamadığım bir konudan söz etmek istiyorum.Romanınızda yaşanan tarihsel süreci, tarihsel anlatının kendisine değil, metnin ‘kurgusal zaman anlatısı’na yayıyorsunuz. Bu, Türk edebiyatı özelinde, benim çok nadir rastladığım bir durum. Bu anlamda, romanınızı okurken belgesel sinemayı referans alıyormuşsunuz duygusuna kapıldım. Ne dersiniz?

lk bakışta öyle görünebilir ancak bu toplumlar, bir bakıma yalnızca şimdiki zaman diliminde yaşayan insanlar. Öte yandan, bütün olaylar dinleyicilere [okuyuculara], Phryne’nin ağzından büyük ölçüde şimdiki zaman diliminden yararlanılarak anlatılıyor. Bu açıdan belgesel sinemayla ilişkilendirmek, çok yanlış görünmüyor. Kurgu konusunda, sinemadan yararlandığımı söyleyebilirim. Citizen Kane filmi, Claude Lelouch’un filmleri ve daha birçok yönetmen, kahramanları ya baştan sunup daha sonra onları birbirinden ayırırlar ya da ortaya birer birer çıkmalarını sağlarlar. Bende [Attalis ve Mavridis hariç] bütün ana kahramanları, Efes’te sunuyor ve daha sonra onları birbirlerinden ayırıp, sonunda hayatta kalanları yeniden Efes’te buluşturuyorum.

Son olarak şunu sormak istiyorum; okurlarınızı bundan sonra hangi eserleriniz bekliyor?

Bu konuda, şimdilik hiçbir fikrim yok. Düşünceler, metinler, öykülerle ilgilenmem için bir bakıma beni, zihinsel anlamda baştan çıkartmaları gerekir. Bir Antikçağ Masalı-Tanrıçanın Gözdesi öncesinde büyük bir keyifle okuduğum elli, yüz, yüz elli yıl öncesine ait metinlere başka bir biçim ve anlam kazandırıp, onlara olan minnetimi göstermeye çalıştım. Yapacağım araştırmalarda, beni baştan çıkaracak metinler olur ve kulağıma bak bizde daha iş var, bizden yararlanıp yeni öykü ya da öyküler anlatabilirsin derlerse, belki de yeni bir ya da birçok kitap yazabilirim.

* Bir Antikçağ Masalı-Tanrıçanın Gözdesi, Oğuz Adanır, Doğu Batı Yayınları, 231 Sayfa, 2019.