Ana Sayfa Kritik Yapı(t) Söküm: Tanıdık Titreşimler Yakalamak

Yapı(t) Söküm: Tanıdık Titreşimler Yakalamak

Yapı(t) Söküm: Tanıdık Titreşimler Yakalamak

“(…)O esnada büyükbabam bana, en sevdiğimiz ressamın bildiğimiz eserlerinin farklı bir resmini gördüğümüzde veya o güne dek sadece karakalem eskizini görmüş olduğumuz bir tabloyla karşı karşıya getirildiğimizde ya da sadece piyanoyla seslendirilişini işittiğimiz bir parçayı daha sonra orkestradan dinlediğimizde hissettiğimiz sevinci yaşatarak, Tansoville’in çitini işaret edip seslendi ve “Sen şu pembe akdikenleri seversin, şu pembe akdikene bak, ne güzel!” dedi. Gerçekten de bir akdikendi ve pembeydi.” (Marcel Proust, Swannların Tarafı, Çev. Roza Hakmen, sf. 176)

Proust’un tarif ettiği sevince benzer hisler yaşamamızı sağlayan Yapı(t) Söküm adlı eserinde Yalın Alpay, bize pembe akdikenleri işaret ediyor. Burada farklı olarak gördüklerimizin “gerçekten de bir akdiken ve pembe renkte mi” olduklarını sorgulayabiliyor, gerçeğin düğümlerini -kimi zaman imkânsız gibi görünse- çözümleme girişiminde bulunabiliyoruz.

Ufukta bir çizgi vardır. Çizginin orada olmadığını bilirsiniz. Ama vardır işte. Gerçektir. Peki çizgiyi, var olma ısrarı içinde gözlerimize iten şey nedir? Çizgiye dair bu kavrayış nereden gelir? Bu gibi -anlamsız- soruları siz de benim gibi sıklıkla düşünüyor ve kendinizi eğlendiriyorsanız, sorularınızı daha da derinleştiren bakış açıları yakalamak veya bir cevap arama kaygısı gütmeksizin, kendinizi sorularınıza rehber niteliği taşıyan devasa sanat eserleri arasında gezinen küçük mutlu insanlar olarak hayal etmek istiyorsanız sizi Yalın Alpay’ın Yapı(t) Söküm kitabını okumaya davet edebilirim. Resimle başlayan gezinti müziğin, edebiyatın, heykelin, çizgi romanın ağaçları altında dinlenerek devam ediyor. Bu yürüyüşün her adımında farklı titreşimlerin farkına varıyor, lezzetinden endişe etmeksizin küçük taş çeşmelerin musluğuna ağzımızı dayıyor, kucağımıza düşen bir yaprakların önce biçimine, sonra verdiği hisse odaklanıyoruz.

Başlangıçta “Sanat, yorum olanaklarını sınırsız tuttuğu sürece kendisidir” diyor Yalın Alpay. Aslında sanatın ne olduğuna dair bu kadar ısrarlı tanımlar arayışımız belki de sanatın iyiden iyiye insansızlaşması ve salt kendi başına varlığını ispat edebilecek güce ulaşmasıdır. Ve insan olarak -yaratan olarak- bunu kabullenmekte kimi zaman zorlanır, kendimize yediremeyiz. Sanatın ne olduğunu sorguladıkça sanki o bizden kaçmaktadır. Sanatçı bir köşede kendi önemliliğiyle kıvranadursun, belki de sanat çoktan yol almış, bağımsızlığını ilan etmiştir. 1917’de Marcel Duchamp’ın pisuvarıyla birlikte başlayan kırılma, sorulacak tüm soruların yönünü de değiştirmiştir aslında.

Sanat yapıtı kendisinden başka hiçbir varlığa bağımlı değildir ve kendi başına tam gibidir. Hiçbir taşıyıcı ya da dolayım değil, bire bir kendisidir. Yöntem onu bir bağlamlar havuzuna değil, yalnızca kendisine gönderme yapmaya zorlar.” (Yapı(t) Söküm, Bubi, sf. 50)

Bu esnada hem sanatçılar hem de sanatseverlerin özgüven kaybı yaşaması kaçınılmaz hale gelmiştir. Fısıldamalar sürmektedir; “Bu da sanat mı şimdi? Bunu ben de yaparım? Acaba anlamadığım anlaşılırsa rezil olur muyum? Seviyor gibi mi yapmalıyım? (…)” Ve asıl soru, “Bir şeyin sanat olup olmadığına kim karar verebilir?”

“(…) Sanat, insanın kendisi gibidir, varlığının nedeni bilinemez. Bu varlığın amacı, kendinde bir değeri, değişmeyen bir öz çerçevesinde tasarlanmış ve değişimin her türüne direnen bir yapısı yoktur.” (sf. 254) diyor Yalın Alpay. Neyse ki sanata dair tanımlamalar biraz ferahlamamızı sağlıyor. Zira bir şeyi eni konu tanımlamadan onu anlamaya çalışmak hep manasız gelmiştir bana. Bu kitapta da büyüklü küçüklü birçok tanım git gide çiçek gibi açılıyor, kavuşuyor ve sonunda her yanı saran anlamlı ve hoş bir bahçe ile karşılaşıyorsunuz.

Kitapta bahsedildiği üzere, gerek Devrim Erbil’in öz’ün ritmini oluşturan ağaçları, gerek Fevzi Karakoç’un hiçbir öz taşımayan figürleri ve tasvirleri, gerekse Dostoyevski’nin her biri yürüyen bir düşünce, bir ruh olan karakterleriyle içimizde uyanan coşkuyu takip ediyoruz ve bu coşkunun gizini tamamen ortadan kaldırmamaya da özen göstererek içimizdeki öz ile bağ kurmanın bir yolunu arıyoruz. Kitapta ele alınan eserler genellikle kusur, öz, varoluş, yabancılaşma gibi soyut sorularla uğraşan yapıdaki eserlerden oluşuyor. Dogmayı yok sayan, Zamyatin’in deyimiyle modernizmin döşediği geniş otoyoldan çıkan, kanon rayından sapan eserler yer almaktadır. Yapı(t) Söküm’ün en önemli izleği de burada yatıyor. Bütünden aldığımız zevk kılcallarını takip etmek, doğal olanla ilişki kurarak nihai bir keyif almak. İlişki kurmak, sanat deneyiminde edinebileceğimiz en temel düstur olsa gerek.

En soyut süsleme çizgisinde bile bazı “doğal” biçimlerin inatçı anısı alttan alta titreşiyor olabilir.” (Ortega y Gasset, Sanatın İnsansızlaştırılması ve Roman Üstüne Düşünceler, Çev. Neyyire Gül Işık sf. 33)

Modern resimden kopuşu şu şekilde ifade ediyor Gasset; “Bir alay İngiliz Mona Lisa’ya aşık olmuştur. Oysa yeni tabloda gösterilen şeylerle birlikte yaşamak olanaksızdır: Ressam onlardan yaşanmış gerçek görünümünü çekip alırken, bizi alıştığımız dünyaya götürebilecek köprüyü yıkmış, gemileri yakmıştır. Anlaşılmaz bir evrene tutsak eder, insani olarak uğraşamayacağımız nesnelerle uğraşmaya zorlar.”

Ve ekler;

Bu yüzden, önceden hiç hazırlığımız yokken, alışkın olduğumuz o nesneleri yaşayışımızdan farklı bir tutum oluşturuvermek durumunda kalırız; alışılmadık figürlere uygun düşecek yepyeni davranışlar yaratmamız gerekir. İşte o yeni yaşam, önce doğal yaşamımızı silip yok ettikten sonra icat ettiğimiz o yaşam, sanatı anlamanın ve zevkine varmanın ta kendisidir.” (sf. 32)

İşte Yapı(t) Söküm bu açıdan da etkileyiciliğini sürdürüyor; ayrık otlarıyla bürünmüş patikada çapasını sağa sola savurarak yürüyen bir ormancı gibi ilerken ardından onu takip etmemizi, çevremize hayranlıkla bakabilmemizi sağlıyor. Bir klasik müzik ezgisini ilk dinleyişte veya Picasso’nun sonraki yıllarda girişeceği yepyeni bir akımın temeli olan mavi-pembe dönem eserlerinden ilk bakışta hoşlanmamız, onları kavramamız beklenmeyebilir. Zevk, aslında tıpkı bir beden kası gibi çalıştırdıkça gelişen ve bu anlamda kendi rafine biçimini alabilen bir organ gibidir. Yapı(t) Söküm’deki nitelikli yorumlar, bir eserin salt açıklanmasından ziyade, yaşamla, gerçekle, olan ve olmayanla ilişkisi çerçevesinde ele alınıyor ve öznel yargılardan olabildiğince uzak durularak zevk noktalarının keşfi sağlanıyor.

Bazı eserler öylesine sade, çocuksu bir biçimle karşımıza çıkıyor ki izleyicinin/okurun bu keyfi eserin neresinden aldığına dair ikinci bir haz ve şaşkınlık duyması işten bile değil. Örneğin kitaptaki “Fikret Mualla’nın eserleri taklit edilebilir mi? sorusu aklımı meşgul eden sorulardan bir diğeriydi. Taklit edilebilir gibi görünen ve basitliğiyle akılları karıştıran eserlerin ardında nasıl bir miras yatıyor? Picasso’nun suretleri çarpıtmaya (gündelik algıya göre elbette) başlaması gerçeğin kusursuz birer yansıması olan karakalem çalışmaları olmadan mümkün olabilir miydi? Fikret Mualla’nın aldığı iyi akademik eğitim olmasaydı böylesine çocuksu kalmanın önemini kavrayabilir miydi? Veya modernizm gerçeğe giden anayolu döşemiş olmasaydı, bugün müzede duvara yapıştırılmış bir muz görebilir, onu eleştirebilir miydik? Romanlarında noktalama işareti olarak yalnızca virgül ve nokta kullanan Jose Saramago’nun, imla kurallarını bilmediğini düşünebilir miyiz?

Bugünün edebiyatı için gündelik hayatın düzlemselliği de, uçak için yer neyse odur. Sadece hız almak için bir yol -sonra yükselmek için- gündelik hayattan varoluşa, felsefeye, fantastiğe yükselmek için.” (Zamyatin, Biz, sf. 247, Çev. Fatma Arıkan&Serdar Arıkan)

Artık sanat hızını almış, zeminle ilişiğini kesmiş, yükselmektedir. Ve hatta öylesine yüksek; onu görmek için belki de tüm zamanlardan daha fazla çaba sarf etmemiz gerekiyor. Temiz, güzel, doğru dürüst, kusursuz olanla bir işimiz yok. Güzel hâlâ var, fakat farklı bir biçimde… Kitap sayesinde tanıştığım ve en ilgimi çeken sanatçılardan biri olan BUBİ için şöyle bir tanımda bulunuyor Yalın Alpay, “Kusursuzluğun sıkıcı belirlenimciliği, kusurlunun cazip, kışkırtıcı belirsizliğine yenilir.” (sf. 49) “Kusursuzluk iddiasında olanı bir kenara bırakmalı diye düşünür ve kusurlu olana yönelir.” (sf. 45)

Anlamanın ve zevkine varmanın insan hayatına kattığı üstün nitelik göz önüne alındığında, Yapı(t) Söküm gibi sarih yorumlara daha çok ihtiyacımız olduğunu hissediyorum. “Yeni biçim herkes tarafından anlaşılmıyor mu? Olabilir; banal olan şey elbette daha sade, tatlı, lezzetlidir” diyor Zamyatin. Sanat artık gücünü kendini yaralamakta, kusurlulaşmakta, anayoldan sapmada buluyor. Olabilir; bir açıklamaya ihtiyaç duyulması belki de göz ardı edilmemesi gereken bir şeydir artık. Belki yalnızca bir rehber olarak değil, aynı zamanda içimizde olup biten fakat tanımlayamadığımız “gerçekten daha gerçek” olan şeyi bulmamızı sağlayan bir araç niteliğine dönüşmekte Yapı(t) Söküm.

Gerçek”, sanatçıyı aralıksız kollar, kaçmasını engellemek için. Ne büyük bir kurnazlık ister dahice bir kaçış!” (Ortega y Gasset)

 

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl