Ana Sayfa Kritik Yaratıcı Yıkımdan Kopuş ya da Neoklasik İktisadı İmha Denemesi

Yaratıcı Yıkımdan Kopuş ya da Neoklasik İktisadı İmha Denemesi

Yaratıcı Yıkımdan Kopuş ya da Neoklasik İktisadı İmha Denemesi

Neoklasik teori geliştirildiği dönemden itibaren tüm dünyada egemen ve ‘’bilimsel’’ iktisat kuramı olarak varlığını korudu. İktisada yöntemsel, formel ve tekçi bir anlayış yükleyen sistem günümüzde gerek büyük ekonomi kurumları gerekse devletlerin yönetim biçimlerini etkisi altına almış durumda. Her alanda ana akım olarak dayatılmakta, öyle ki üniversitelerde dahi tek yaklaşım olarak okutulmaktadır. Buna rağmen günümüz ekonomilerine dair problemleri çözemediği ve öngörülerinin gerçekleşmediği yönünden eleştiriliyor. Yaşanan ekonomik krizler ve gelişimini bir türlü tamamlayamayan ülkeler neoklasik paradigmanın hipotetik çerçevesinde bir çıkmazın içindeler. Birey ile meta arasında faydacı bir anlayış üzerine kurulan teori birçok kavramsal boşluk yaratarak kendi içinde çelişkiler yarattı. İktisat gerçek anlamından koparak meta fenomeni üzerinde yükselen, üretim ve tüketim ilişkilerinden giderek uzaklaşan ve yaratıcılığını yok ederek yalnızca yıkıma sebep olan bir finans kapitale dönüştü.

Sanayi Devrimi ve Klasik İktisadın Yükselişi

18. ve 19. yüzyıllarda buhar gücüyle çalışan makinelerin fabrikalarda kullanılmaya başlanması ve çeşitli buluşların etkisiyle üretim büyük bir dönüşüm geçirdi. Avrupa’daki sermaye birikimi artarken küçük işletme sahipleri zarar uğrayarak işçi konuma düştüler. Devamında ise makineler işçilerin yerini almaya başladı. Buluşlar, birçok insanın işsiz kalması ve artan nüfus artışıyla birlikte ortaya çıkan bu yeni düzen Sanayi Devrimi olarak adlandırılıyor. Sanayi Devrimi her ne kadar belirli bir tarihe işaret ediyor olsa da kökleri 14. Yüzyıla kadar uzanan bir sürecin sonucu olarak görülmelidir.

Feodalitenin Çöküşü

14. yüzyıldan itibaren kentlerde ticaret artmaya başladı ve parasal ekonomiye geçildi. Kentlerin yüksek kazanç getiren bu çekiciliği kırsal kesimdeki ekonominin yavaş yavaş kentlere doğru kaymasına sebep oldu. Ticaretle gelen lüks mallara sahip olmak için bol kazanca ihtiyacı olan toprak sahipleri topraklarını köylülere sattı ya da kiraladılar (Huberman, 2003). Sert bir otorite altında çalışan köylü için ilk başta özgür bir çalışma ortamı gibi görünen bu tablo, kralların, savaş masraflarını karşılamak için toprak sahiplerinden aldığı verginin yüküyle, kısa sürede baskıcı durumuna geri döndü (Adda, 2002, s.35). Toprak sahiplerinin toprakla birlikte neredeyse içinde bulunan herkese ve her şeye sahip olduğu feodal sistem böylece ilk çatlağını vermiş oldu. Zira köylüler ağır verginin getirdiği yüke karşı isyan etmeye başladılar. İsyanların bir sonucu olarak ellerindekini yitirmeye başlayan lordlar arasında da çatışmalar başladı. Lordların bir anlaşmaya varabilmesi için krallar araya girdi ve bu sayede halka karşı hem söylem hem de eylem güçlerini artırdılar. Bu durum merkezileşmeye giden sürecin ilk tohumlarıydı. O yıllar yüksek vergi oranları ve borçların değerini düşürmek için yapılan parasal cambazlıklarla geçerken lordlar gitgide etkinliklerini kaybediyordu (Adda, 2002, s.36).

Nitekim 15. Yüzyıla geldiğimizde Avrupa büyük sarsıntılarla Rönesansı yaşamaya başlamıştı. Fakat İngiltere iki hanedan arasında geçen Güller Savaşı, lord anlaşmazlıkları ve orta sınıfın sesini yükselterek güç kazanmaya başlamasıyla birlikte gerilimli bir dönemden geçiyordu. 16. yüzyıl dünyası ise yine Avrupa’da başlayan Reform hareketleri, İngiltere’de kent nüfusunun çoğalması, Amerika’dan gelen değerli madenlerin etkisiyle kölelik ve kolonizasyonun artışı ve elbette tüccar sınıfının hakimiyet sürecine tanık oldu (North, 2002). Bu gelişmeler Fiyat Devrimi diye adlandırılan, fiyatların üç katına kadar çıkarak yüksek kazanç enflasyonu yaşanmasına sebep olan, bir süreci doğurdu. Satılan malların fiyatları maliyetlerinden çok daha hızlı bir şekilde yükseliyordu (Kaymak, 2011). Fiyat Devrimi tüccar sınıfının lehine gerçekleşti ve fabrikalar çoğaldı. Böylelikle tüccar sınıfı kırsal kesim topraklarını kelepir fiyatına satın alarak, gelişmesine engel teşkil edebilecek olan bu bölgeyi de kar kıskacına aldı (Adda, 2002, s.36).

Fiyat Devriminin getirdiği yüksek kazanç ve 15. yüzyıl sonlarına doğru başlayan, soylulardan bir kesimin artan yün talebi doğrultusunda ortak toprak alanlarını çitleyerek koyun otlağına dönüştürdüğü ve toprağın kamusal niteliğini kaybettiği, çitleme hareketinin toprak üzerinde özel mülkiyeti doğurmasıyla kapitalist tarıma geçiş başladı. Çitleme hareketi birçok köylünün topraklarından atılmasına ya da ucuz işgücü olarak çalıştırılmalarına sebep oldu (Kaymak, 2011).

Feodal sistem çökerken üretim ilişkileri dönüşmeye ve kentler arasında yaygınlaşmaya başladı. Yükselen fiyatların ücretlerin üstünde seyretmesi kapitalist tarımcının lehine işleyerek daha çok üreten bir tarım sektörü oluşmasını sağladı. Rekabet arttı ve bunun sonucu olarak da firmalar arası birleşmeyi önleyici kanunlar çıkarıldı. Nihayetinde yavaş yavaş ayak sesleri duyulan ve oluşmaya başlayan ulus-devlet yapısıyla birlikte ise zaten çözülmeye başlayan loncaların tekeli de kırılmış oldu (Adda, 2002, s.39).

Tüm bu yaşananlar İngiltere’de sermaye birikimi yaratılmasına ön ayak olarak kişi başına gelirin devasa bir hızla artmasını sağladı (Clark, 2013). Girişimcinin bankaların sağladığı finansmanlarla önü açıldı ve üretimde gerçekleşen makineleşme sonucunda fabrikalar hızlı üretime geçti. Küçük işletmeler kapanmak zorunda kaldı. Çoğu işletme sahibi artık işçi konumundaydı.

Sanayi Devrimi büyük bir gürültüyle gerçekleşirken insan da ilk kez ciddi bir şekilde bencillikle tanışmaya başlıyordu. Ülke genelinde ekonomi iyileşiyor fakat artan kar oranları ve işsiz kalan insanlar kapitalizmin ilk vahşi yıkımının örneğini sergiliyordu (Buğra, 2016).

Kapitalizmin Ruhu: Protestanlık ve İktisadi Dönüşüm

Feodal yapı çökmüş ve kral merkezi bir güç haline gelmiş olsa da tek başına söz sahibi olamamaktaydı. Kilisenin muazzam gücü kendini toplumsal ve siyasal her alanda hissettirmekteydi. Hristiyanlık; kardeşlik, ortak mülkiyet, yardımseverlik gibi kavramların üstünde yükselmiş olsa da gerçeklik bunlardan çok farklı bir boyutta seyretmişti. Yaklaşık 1500’lü yıllara dek kilise ekonomiden siyasi yapılanmaya ve hukuksal süreçlere dek her alanda sesini yükseltiyordu (Durmaz, 2011). Çeşitli dinsel uygulamaları toplumu kontrol edebilmek adına müdahaleci bir araç gibi kullanmaktaydılar. Para karşılığı günahlar affediliyor, Latince bilmeyen biri okuma yazma da bilmiyor kabul ediliyordu. Soylular kiliseye her yıl ödeme yapmak durumundaydı. Buna karşı gelmek otoritenin sorgulanması demekti zira kilise otoriter bir yargı gücünü elinde bulunduruyordu. Aforoz ve işkence gibi çok çeşitli etmenlerle her türlü karşı gelmenin önünü kapatıyorlardı (Küçükkalay, 2015, s.137).

Kilise yönetime karışıyor, kendi mahkemelerini kuruyor ve kralın hakimiyetini zayıflatıyordu. Bu şekilde halkın karşısında kraldan daha büyük bir otorite gibi gözükmekteydi. Fakat halk vergiyi hem krala hem de kiliseye veriyor, alınacak eğitimlerde her iki gücün eğitimini almakla yükümlü kılınıyordu. Böylece kilise hem halkın hem de kralın karşısında istenmeyen ve tehlikeli bir güç haline geldi. Kilise uygulamaları sorgulanırken, krallık ile aralarında nasıl bir ayrım olması gerektiği ise tartışma konusu oldu. Krallık kilise ile bir çatışma içine girdi. Her iki taraf da Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisi olduğunu iddia etmekteydi. Bu da kiliseye karşı olan savaşın siyasal iktidarı güçlendirmesiyle sonuçlanacak bir sürecin başlangıcı demekti. Nitekim burjuva sınıfı ile dini kesim (Protestanlar) birleşerek kiliseye ağır bir darbe indirmek üzereydi (Çetin, 2002).

31 Ekim 1517 günü Martin Luther’in Roma’ya giderek kilise kapısına astığı 95 maddelik Katolizmi reddeden bildirgesi ile reform hareketi başladı. Reform hareketi kilisenin iktidarına karşı çıkarken dinsel öğretilerine de karşı çıkmaktaydı (Russel, 1997). Luther’in kilise kapısına astığı bildirge, tanrı ile kul arasına kimsenin giremeyeceğini ve kurtuluşun kilise ile değil imanla olacağını vurguluyordu. Luther’e Fransa’da Calvin ve İsviçre’de Zwigli’nin eşlik etmesiyle beraber hareket giderek yayılmaya ve yerleşik yapıyı sarsmaya başladı. Artık Tanrı ve insan arasındaki ilişki yeniden tanımlanıyor, insanın günahkârlığı ön plana çıkarılarak bu konuda yapılacak tek şeyin insanın kendi doğası gereği yaşaması olduğunu belirtiliyordu. İnsan yalnızca iman ederek kurtuluşa erebilirdi. Kilisenin bu konuda yapabileceği bir şey yoktu. Kilise ancak soyut bir birliği temsil etmeliydi (Küçükkalay, 2015, s.139). Bu bakış açısı, bir anlamda, iktidarı seküler devlet anlayışına götüren etken olmuştur.

Katolikliğin kesin bir reddi olan Protestan anlayış, kutsal kitabı Katolik tekelinden çıkararak Protestan papazlarının hizmet ettiği ve yorumladığı bir varlığa dönüştürmüştür. Düşüncenin temellerinde insanın Tanrı’ya layık olabilmesi için bu dünyada çalışması, akılcı olması, görevlerini yerine getirme aracı olarak mesleğini en iyi şekilde icra etmesi gerekliliği yatıyor (Küçükkalay, 2015, s.142). Protestanlığın, Tanrı ile insan ilişkisinin kişiselliği, kaderin değiştirilemezliği, insanın bu dünyaya çağrılma sebebinin meslek olarak adlandırılan görevlerini icra etmeleri gereklilliği, kurtuluşun farkında olmayacağı için yapabileceğinin ancak mesleğini yerine getirmek olduğunu belirten, dört temel unsuru insanı özgürleştiren ve üzerindeki baskıdan kurtulmasını sağlayan öğretiler haline geldi (Torun, 2002).

Weber kapitalizmin ortaya çıkışını Protestanlığın yukarıda sayılan ilkelerine dayandırır. Protestan ahlakının kapitalist gelişmenin ruhunu oluşturduğunu ve ekonomik olarak gelişmeye yol açtığını belirtir. Çalışma ve biriktirmeye dayanan Protestan ahlakı girişimcinin yolunu açarken hızlı bir sermaye birikimine de sebep olmuştur. Bu dönemdeki girişimcinin geçmiş dönem girişimcilerinden farkı ise kârını maksimum kılmak isteğinden gelmiştir (Aytaç ve İlhan, 2007). Küçükkalay (2015, s.142) bu noktada Weber’in görüşünü reddetmemekle birlikte kapitalizm ve Protestanlığın karşılıklı bir ilişki içinde olduğunu ve birbirlerini etkilediğini vurgulayarak daha gerçekçi bir söylemde bulunur. Zira kapitalizmin gelişimi Protestan ahlakının bir uzantısı olsa da temelleri 12. yüzyıla kadar götürülebiliyor. Nitekim Reform, insanı etken ve girişimci bir konuma yerleştirerek, Rönesans’ın özgür irade, akılcılık ve şüpheciliği ön plana çıkaran fikirlerini her alanda göstererek büyük dönüşümlerin önünü açtı.İnsan artık daha etken bir konuma doğru geçiyor ve yeni bir başlangıç noktasının ucundan hızla ilerliyordu.

Bağımsızlık fikirleriyle değişime uğrayan alanlardan, ahlak felsefesinin bir uzantısı olarak onun içinde incelenen, iktisat da payını aldı elbette. Rasyonel bakış iktisada göz kırpıyordu ve bu cazibeye kapılan iktisat idealist varsayımlarıyla bilimsellik çabasına girişmek üzereydi. Tüm bunların bir sonucu olarak kapitalizm toplum ihtiyacını karşılamaya yönelik olan geleneksel üretim biçiminin yerini alacaktı.

Klasik İktisadın Ortaya Çıkmasında Etkili Olan Düşünce Akımları

Feodalizm çürümüş, kilisenin otoritesi neredeyse yok olurken merkezi krallıklar güçlenmiş ve krallığın yanında çeşitli kurullar oluşturulmaya başlanmıştı. Özgürlük, bağımsızlık, demokrasi, hak, hukuk gibi kavramlar sık sık tekrarlanan gündem maddeleri haline gelmişti. Günümüzde hala devam eden yayılımın başlangıcı olan sermaye işte o zamanlarda yavaş yavaş her yeri ele geçirmeye başladı (Huberman, 2003). Fiyat artışları ve yüksek kazanç, insanı kâr hırsına bürürken yeni bir sınıfı doğuruyordu. İşçi sınıfı ya da emeğinden başka satacak bir şeyi olmayan, sömürülen sınıf. Üretimin makineleşmesi bir yandan çıktıyı artırırken diğer yandan etrafını acımasızca yok etmeye başladı. Yaratıcı yıkım olarak adlandırılan, her gelen yeniliğin yerleşik sistemi yıkarak doğması anlamına gelen, bu süreç yarattıktan sonra yıkmayı hiç bırakmadı. Giderek güçlenen bir burjuva sınıfı ve işsiz kalan insanlarla şekillenen pratik, kaçınılmaz olarak, burjuva sınıfı ve onların ihtiyaçlarından etkilenerek temelleri atılan bir iktisat literatürü anlamına gelecekti (Thompson, 2004).

Peki tarih sahnesine çıkan ve yerini kolay kolay bırakmayacak olan liberal düşüncenin teorik arka planında neler vardı? Bu felsefenin yakıtını hangi düşünceler sağlamıştı? Düşünsel alandaki değişimlerin ilk en çarpıcısı yeni meşruiyet dayanakları aramanın temellerini oluşturan ve kökleri Rönesans ve Reforma dayanan Aydınlanma Çağıdır. Bu çağ düşünürleri dinin baskısıyla topluma yerleşmiş olan hurafe ve mit gibi kalıpları yıkmaya çalışarak insan aklının yüceltilmesi ve özgür birey fikrinin cazibesiyle yoğrulmaktaydı. Akıl her şeyden üstündü ve akla uygun, akılla yapılacak her iş insanı kurtuluşa götürecek inancı baskındı. Geleneksel olanın yerine yeni bir düzen inşa etmek üzerine kurulu bu düşünce sistemi metafiziğin dışlanmasına, bilimin önem kazanmasına ve aklın ön plana çıkmasına sebep oldu (Ulu, T.Y).

Modern toplumun bir nevi inşa süreci olan Aydınlanma Çağında evren kendiliğinden işleyen bir mekanizma olarak görülürken, “kendiliğinden düzen” fikrinin oluşmasında da destekleyici bir rol oynadı. Hiçbir müdahaleye gerek duymaksızın kendi iç dinamikleriyle devamını sağlayan evren, sosyal hayatın işleme mekanizmasına ilham oldu. Akıl ve sözleşmelerle sağlanacak bu ortamda düzeni sağlamanın anahtarı ise çoğunluğun kararını öncüleyen demokrasi kavramıydı (Bayhan, 2002).

Aydınlanma felsefecileri, insan davranışını ve davranışlarının altında yatan itici güçleri anlamaya dair incelemelerinin etkisiyle, rasyonalite fikrini aklı merkeze alarak daha da güçlendirdiler. Vardıkları fikirler insanın rekabetçi doğası ve çıkar güdüsüyle, faydasını çoğaltmak isteyen bir varlık olduğu üzerinde birleşiyordu. İnsan artık yalnızca düşünen değil, çıkarını düşünen bir hayvandı. İnsan doğası, eyleme ve bilgi edinmeyle, ilerlemecilik üzerine kurulu olarak görülmekteydi (Küçükkalay, 2015, s.217).

Nihayetinde rasyonel düşünen insan demek olan homo economicus, insanın faydasını en çoklamak isteyen yönünü vurgulayarak diğer düşüncelere yaptığı katkılarla, Jeremy Bentham’ın faydacılık fikrinde somutlaşmıştır diyebiliriz. “Çıkarını düşünerek hareket eden insan topluma yarar sağlar” düşüncesi klasik iktisadın en önemli önermesi ve yapı taşını oluşturdu. David Hume ve Thomas Hobbes gibi düşünürlerin de, daha önceleri Epikuros tarafından ortaya atılmasıyla etkilendikleri, faydacılık fikri düşünce dünyalarında önemli bir yerdedir (Küçükkalay, 2015, s.226). Hobbes, yaşadığı çatışmalı dönemin de etkisiyle, yazdığı kitap Leviathan’da ideal devletin yol haritasını belirlerken çıkar güdüsüyle yaşayan insanın akıl ile doğal düzene ulaşacağını vurgular. Hume ise doğal düzenden kuşku duyarak geliştirdiği düşünce dünyasında hem Hobbes hem de insan doğasının yalnızca faydacılığa indirgenemeyeceğini eleştirerek Bentham’a karşı gelir ve iktisadı daha deneysel bir şekilde inceleme gerekliliğini ortaya koyar. Düşünceyi ön plana çıkararak temelde her şeyin düşünce tarafından yaratıldığı bir özgürlük anlayışının asla tam anlamda gerçekleşemeyeceğini belirtir. Hume çalışmalarında hakikatin deneye dayalı olarak öğrenilebileceği, doğal bir düzen varsa bile bunun insan aklını aştığı inancını işler. Bu fikirler Hume’u dış ticaret konusunda müdahaleye gerek olmadığı, uluslararası dengenin kendiliğinden gerçekleşeceği, mülkiyet eşitsizliğinin yasal olduğu düşüncelerine götürmüştür (Dağ, 2015).

Rasyonellik altında birleşen düşünce yapısı matematiksel bir ritme doğru ilerlerken, insanın vahşi dürtüleriyle çıkarını yükseltmeye çalışması bir yumuşatmaya ihtiyaç duyuyordu. Nitekim insan bu vahşi dürtülerden Adam Smith’in sempati ve onay ilkesi sayesinde uzaklaştırılacaktı (Küçükkalay, 2015, s.217). Smith bu ilkeleri oluştururken Bernard Mandeville’in yazdığı Arıların Masalı ya da Halkın Dirlik ve Düzenliğini Yapan Özel Günahlar isimli eserinden etkilendi. Ancak bu etkilenme eleştirel bir yönde geliştirilmişti. Şöyle ki Mandeville kitabında ticaret, endüstri, bilim ve sanat konusunda gelişmiş bir arı kovanından bahseder, bu kovan gelişmişliğine rağmen ahlak ve erdem adına her türlü değerden yoksun, hırs, rekabet ve aç gözlülükle doludur. Fakat bu kötü özellikler ve herkesin en büyük payı alma hırsı kovan devletinin büyüklüğünü ve gücünü sağlar. Gün gelip de tüm arılar ahlaklı olduğunda kimsenin mal mülkte gözü kalmaz, kimse iktidarda kalmak için savaşmaz ve hırsını kaybeden devlet düşman istilasına uğrar.

Mandeville fablında kötü ve ahlaksız olarak nitelendirilen davranışlardan toplumsal refah ve üretimin doğacağını belirtir. Ona göre bencillik erdemli ve doğaldır; toplumu iyiye götüren davranışlar bu özelliklerden gelmektedir. Smith Mandeville’in bu düşüncesini eleştiriye tabi tuttu. Ona göre Mandeville günah ve iyi olanı birbirine karıştırıyor ve kötü düzeni meşrulaştırıyordu. Aksine Smith, bireyin, çıkarını korumaya çalışırken bunu diğer insanların onayını almak ve sempatilerini kazanmak amacıyla yapacağını öne sürdü. Böylece rekabet daha yumuşak sınırlar içinde gerçekleşecek çünkü insanlar toplumdan dışlanmak istemeyeceklerdi (Kesici, 2010).

Klasik düşüncenin oluşmasına en büyük katkılardan biri de Newtonyen düşünceden geldi. Fizik ve matematiğin kesinlik gösteren sonuçları iktisadı büyülemişti. Tanrı’ nın evrene karışmadığı fikri iktisatta kendini ekonomiye karışmayan devlet olarak gösterecekti. Fizyokrasinin de etkilendiği bu fikir, liberal düşüncede olgunlaştı ve Smith’ in evrenin kurallarını piyasa mekanizmasına yansıtmasıyla ekonomideki karşılığını buldu. Ekonominin olması gereken denge durumu tıpkı evrendeki gibi kendiliğinden bir düzen içinde oluşmalıydı. Tüm bu düşünceler üzerinde iktisat, nüfus-gıda ilişkisi, doğal ücret, piyasaların temizlenmesi, asgari ücret gibi düzenlemelerle birlikte bir bilim olarak oluşturulmaya başlandı (Günay; Türkmen ve Özbek, 2018).

Klasik İktisat

İngiltere için sanayi devrimiyle toplumsal ilişkiler arasında basit bir neden sonuç ilişkisi kurulması sakıncalı bir sonuç doğurabilir. Sanayi devrimini toplumsal değişime sebep olarak görmek, sanayi devriminin ortaya çıkmasında etkili olan toplumsal ilişkileri göz ardı etmemize sebep olurken, toplumsal değişimleri sanayi devrimine sebep olarak görmek ise sanayi devriminin toplumsal değişimler üzerindeki etkisini göremememize neden olabilir. Özellikle sanayi devrimi gibi ciddi toplumsal dönüşümlerin yaşandığı ve disiplinler arası bir diyalektiğin kurulması gereken kapsamlı bir konuda basit bir neden sonuç ilişkisi kurmak olguların deviniminin tam olarak anlaşılamamasına sebep olur. Bu da bütünsel kavrayışın sağlanamayarak yanlış sonuçlara ulaşılmasına sebep olabilir. Sanayi devrimiyle beraber değişen üretim ilişkileri üzerinden yükselen klasik iktisat teoreminin varsayımlarını incelediğimizde ise bu varsayımların yalnızca iktisadi fikirler tekelinde, belirli değişmez davranış ve dürtülere sahip bir insan kabulüyle oluşturulmuş, diğer disiplinlere kapalı bir ilişkinin sonucu olarak ortaya çıktığını görürüz.

Homo Economicus ve İnsan Doğası

Klasik iktisat ortaya koyduğu homo economicus kavramıyla, teoremin temel felsefesini de oluşturacak olan, belirli konularda bireylerin davranışlarına ve düşüncelerine dair yaygın bir kanıya vararak “evrensel” bir insan kabulü oluşturmuştur. Bu kabuller;

  • İnsan iktisadi kararlarında rasyoneldir.
  • İnsan her zaman sadece kendi çıkarını düşünür, faydasını maksimize etmeyi amaçlar.
  • İnsan piyasa hakkında tam bilgiye sahiptir.
  • İnsanın bütün iktisadi tercihleri ve istekleri; rasyonel olması, piyasa hakkında tam bilgiye sahip olması ve her durumda faydasını maksimize etmeyi amaçlaması sebebiyle tahmin edilebilir ve açıklanabilir.

Burada ilk dikkat çeken, insanları tıpkı doğa bilimlerinde olduğu gibi maddenin birbiriyle özdeş atomları şeklinde tanımlama eğilimidir. Psikoloji, sosyoloji, nöroloji ve diğer sosyal bilimler arasında oluşturulması gereken disiplinler arası yaklaşımdan oldukça uzak olan bu tanımlama ve kabulün üzerinden bütün bir ekonomik sistemin ortaya çıkması ve şekillenmesi klasik iktisat teoreminin bütünsel olarak sorgulanmasını kaçınılmaz kılıyor.

Bütün iktisat teorileri ve iktisadi düşünürler yöntem ve yaklaşım konusunda oldukça farklı tutumlar sergileseler de ulaşmak istedikleri sonuç konusunda ortak bir paydaya sahiptirler. Bu sonuç ise toplum refahını maksimize etmektir. Bu bağlamda homo economicus kavramı düşünüldüğünde akıllara gelen ilk soru bireylerin egosu, çıkarcılığı, rasyonelliği ve tatmini üzerine kurulu olan bir iktisat teorisinde toplum refahının nasıl sağlanacağı olacaktır. Bu sorunun cevabı Adam Smith’in klasik iktisadın felsefesini ortaya çıkartırken etkilendiği Mandeville’in “Arıların Masalı” ve objektivizmin kurucusu kabul edilen Ayn Rand’ın “Bencilliğin Erdemi” gibi eserlerinde bencilliğin toplum refahını tehdit etmeyeceği aksine toplum refahına olumlu bir etkisi olacağı, bireyin bencilliğinin toplumun refah içinde yaşamasını sağlayacağını öngören birtakım düşüncelere dayandırılmaktadır.

Klasik iktisadın felsefesiyle temellerini attığı, neoklasik iktisadın ve Cambridge okulunun kurucusu olan Alfred Marshall tarafından isimlendirilen, homo economicus kavramına zaman içerisinde birçok eleştiri yapıldı. Çalışmamızın bu bölümünde kavrama gelen bir takım önemli eleştirilere yer verip genel bir değerlendirme yapmaya çalışacağız.

Karl Polanyi’nin klasik iktisada ve homo economicus kavramına yönelik fikirlerinin bulunduğu Economy as Instituted Process ve Aristotle Discovers the Economy makaleleri Polanyi’nin bu konudaki eleştirilerini ve bakış açısını ortaya koyan önemli eserleridir. Polanyi bu makalelerde iktisadın özsel ve formel (ideal) olarak iki farklı tanımlamayla oluşturulabileceğinden bahseder (Kızılkaya, 2002). Formel tanımlamaya göre kurgulanan klasik iktisadın doğası gereği apriori yargılar sonucunda oluştuğunu ve toplumdan kopuk bir şekilde ortaya çıktığını belirtir. Teoriyi yalnızca kıtlık olgusunu kavrayarak, bu kıtlıktan rasyonel seçimler ve piyasa mekanizmasının yardımıyla kurtulan bir insan ideali ortaya attığı için eleştirir. Homo economicus tanımlamasını bu formel yaklaşımın bir sonucu olarak görerek reddeder. Klasik iktisatçıların, piyasa mekanizmasının sorunsuz işleyebilmesi için gerekli olan insan davranışlarını tespit edip bu davranışları doğa yasalarıyla açıklamaya ve homo economicus kavramının evrensel bir kabulünü sağlamaya çalıştıklarını belirtir. Polanyi özselci tanımlamaya göre kurgulanan iktisadın ise insanın toplumla olan ilişkisinin bir yansıması olması gerektiğini savunur (Polanyi, 2000).

Klasik iktisada ve homo economicus kavramına bir diğer eleştiri Thorstein Veblen’den gelmiştir. Veblen homo economicus kavramının, insanı yalnızca haz ve acı üzerinden tanımlayarak, insanı sürekli bu iki kavram arasında matematiksel hesaplar yapan bir makineye indirgediğini belirterek eleştirir (Veblen, 1964). İnsan davranışlarının temelinde alışkanlıklar olduğunu söyleyen Veblen bu konudaki görüşünü şu şekilde ifade eder: “İnsan davranışının diğer alanlarında olduğu gibi, ekonomik yaşamda da alışkanlığa dayalı hareket tarzları ve ilişkiler gelişir ve gelenekle kurumlar yapısına yerleşir. Bu kurumların kendilerine ait buyurucu, alışkanlığa dayalı bir gücü vardır. Eğer tersi olsaydı, insanlar evrensel olarak bir kurumsal yapının meydana getirdiği geleneksel zeminlere ve değerlere değil de, sadece ve doğrudan insan doğasına özgü yetenekler ve eğilimlerin meydana getirdiği geleneklere aykırı zeminlere ve değerlere dayalı olarak davransaydı, o zaman ne kurum ne de kültür olurdu. Ancak toplumun kurumsal yapısı var olmayı sürdürür ve insanlar onun ana hatları içinde yaşar.” 

Veblen’in gösteriş amaçlı tüketim teorisinde de klasik iktisadın homo economicus varsayımını ve talep teorisini onaylamadığı görülür. Veblen bu teorisinde tüketicilerin gösteriş amaçlı talep ve tüketimlerinin olabileceğini belirterek aslında bütün tüketicilerin rasyonel olmadığını ve tek amaçlarının marjinal fayda maksimizasyonu olmadığını ifade etmiştir. Polanyi ve Veblen bu eleştirilerle insan doğası hakkında keskin yargılara varan homo economicus kavramını eleştirirken aynı zamanda insan doğası hakkındaki düşüncelerini de ortaya koymuşlardır.

Tarihin her döneminde felsefe, iktisat, teoloji, sosyoloji ve biyoloji gibi bilimsel alanların her daim inceleme konusu olan “insan doğası” hakkında Polanyi ve Veblen’ de olduğu gibi birbirinden farklı birçok yaklaşım söz konusu olmuştur. Dolayısıyla bu yaklaşımların “insan doğası” ile ilgili vardığı sonuçlar da oldukça çeşitlilik göstermiştir. Ancak bu yaklaşımların gerek düşünce yöntemi olarak gerekse de felsefi olarak birbirinden keskin bir şekilde ayrılmasına sebep olan en büyük farklılık dönemin felsefi düşünürleri arasında da hararetli tartışmalara ve ciddi ayrışmalara yol açan materyalizm- idealizm ayrımıdır.

Materyalizm-idealizm ayrımı bu iki akımın en önemli temsilcileri olan Marx ve Hegel’ in teorileri çerçevesinde oluşmuştur. Marx’ın materyalizminin özünü oluşturan ve Hegel’ in idealizminin karşısında duran fikri, insan düşüncelerinin ekonomik ilişkiler, bu ilişkilerin çevresinde şekillenen üretim ilişkileri ve bu üretim ilişkilerinin oluşturduğu dinamik yapı gibi nesnel unsurların maddeye ve şeylere kazandırdığı anlam tarafından belirlendiğidir. Dolayısıyla Marx insanın sabit bir doğası olmadığını, insan düşünce ve davranışlarının bahsedilen bu nesnel unsurlar tarafından belirlendiğini savunurken bunun aksini iddia edenleri ve insan doğasına dair keskin yargılara varanları idealizmin dogmacıları olarak ilan eder. Hegel’ e göre ise insanın zihnindeki idea neyse dünyadaki her şey bunun bir yansımasıdır, bu idealar her insanın zihninde doğuştan itibaren vardır ve olmaya devam edecektir (Politzer, 2011).

Materyalizmin en önemli temsilcilerinden olan, klasik iktisadın hem temel varsayımlarına hem de teorilerine en sert eleştirileri getirmiş olan, Karl Marx kurucusu olduğu diyalektik materyalist düşünce yöntemiyle çok daha farklı bir perspektiften özgün eleştirilerde bulunmuştur. Elbette Marx’ın eleştirilerinin bu kadar ses getirmesindeki en önemli sebep dönemim tarihsel koşullarıdır. Özellikle Charles Darwin’in 1859 yılında yayınlanan “Türlerin Kökeni” adlı eserinde, bilimin en önemli gelişmelerinden biri olarak kabul edilen evrim teorisi bilim dünyasında hızla yaygınlaşarak kabul görmüş, o dönem devam eden materyalizm-idealizm çatışmasında, materyalist çevrelerce, idealizmin ağır yenilgisi olarak görülmüştür (Politzer, 2009). İnsanın evrimini, dolayısıyla davranışlarını, dürtülerini ve içgüdülerini inceleyerek ortaya koyan ve insan doğasıyla ilgili önemli sorulara bilimsel bir cevap niteliği taşıyan Darwin’in evrim kuramı, insan doğasına dair önemli gelişmeler kaydedilmesini sağlamıştır. Evrimle ilgili çalışmalar evrimsel biyoloji, evrimsel psikoloji gibi alanlara ayrılarak devam etmiştir (Bakırcı, 2013).

2009 yılının şubat ayında insan evrimini ve insan doğasını tartışmak üzere Utah üniversitesinde evrimsel antropoloji alanında çalışmalarda bulunan birçok antropolog bir araya geldi. Antropologlar bu toplantıda insan saldırganlığının insanın evrim süreci sonucunda ortaya çıkmış olan doğasıyla ne gibi bir ilgisi olabileceğini belirlemek amacındaydılar. İnsan doğası üzerindeki somut verilerin değerlendirildiği konferansta antropologlar insanın evrimsel sürecinde şiddete, barışa, dayanışmaya ve bencilliğe dair verilebilecek birçok örneğin var olduğuna dikkat çekerek bütün bu kavramların hepsinin insan doğasında yer aldığına dikkat çektiler. Bunun sonucunda Utah üniversitesi antropoloji profesörü Elizabeth Cashdan insan doğasıyla ilgili şu açıklamada bulundu: “Şiddet de, barış da, bencillik de, dayanışma da insan doğasında var. Tüm bu geniş çaptaki duyguların evrimleşme nedeni, hepsinin geçmişte bir şekilde insanın işine yaramış olmasıdır”. Cahsdan bu sözlerine ek olarak “İntikam, kin, mutluluk, öfke gibi duyguların evrimleşme nedeni, bunların çoğu zaman uyum başarısını artıran davranışlar olmasıdır. Bu durum tüm diğer hayvanlarda olduğu gibi, insanlar için de kesinlikle doğrudur” açıklamasında bulundu. Konferansa katılan birçok antropolog bu ifadeleri destekleyen açıklamalarda bulundular. Utah üniversitesinde evrimsel biyoloji alanında çalışmalarını sürdüren David Carrier “Çocuklarınız için gösterdiğiniz şefkatin sizin genlerinizin hayatta kalma olasılığını artırması gibi, şiddet eğilimleri de bazı türler için genelde aynı şekilde işe yarar. Saldırgan davranış, bireyin hayatta kalma veya üreme olasılığını arttırdığı türlerde evrimleşmiştir. Bu da o türlerle ilgili belirli çevresel, sosyal, tarihsel koşullara ve üremeyle ilgili durumlara dayanır. İnsan kesinlikle en saldırgan türlerden birisidir. Ancak aynı zamanda en özgeci ve empatik türlerden birisidir” açıklamasıyla Cashdan’a katkı sundu. Konferans, antropologların insan doğasında yer alan saldırganlık, dayanışma, bencillik gibi davranış şekillerinin harekete geçip geçmeyeceği veya hangisinin nasıl harekete geçebileceği konusunda belirleyici temel unsurun çevresel faktörler olduğu konusundaki uzlaşısıyla devam etti. Cashdan bu durumu “Biyologlar, çevredeki koşullara karşı kalıplaşmış tepkiler olan tepki normlarından bahseder. Örneğin kimi böcekler, eğer popülasyonda daha az dişi varsa, yani eş bulma fırsatı daha azsa genelde eşlerini daha çok korur. Doğal seçilim sabit bir davranış biçimlendirmemiştir, tepki normlarını biçimlendirmiştir. Tepkinin doğası budur” sözleriyle somut olarak örneklendirmiştir. Saldırganlığın herhangi bir çevresel faktörden bağımsız olarak ortaya çıkmasının çok ender bir durum olduğunu söyleyen Cashdan ancak bir dizi çevresel faktörün insanı saldırganlığa ve bencilliğe itebileceğini belirtir. Cashdan evrimin bizi şiddet dolu hale getirmediğini, bencilleştirmediğini ya da barışsever bir dayanışma içerisine sürüklemediğini, evrimin karşımıza çıkan farklı koşullar altında, koşullara uyum sağlamak adına tüm bu davranış biçimlerini sergilememizle süregeldiğini belirtiyor. Dolayısıyla antropologlar “insan bencildir” ya da “insan bencil değildir” gibi kesin yargıların insan doğası olarak kabul edilemeyeceğini, insan davranışlarının, bencillik ya da dayanışma gibi davranış biçimlerinden hangisinin öne çıkacağı konusunda belirleyici olan “çevresel faktörler” tarafından şekillendiğini vurgulamışlardır. Konferans, David Carrier’ın bu durumun önemini vurguladığı “Ruanda’da ve eski Yugoslavya’da 1990’lardaki çatışmalar şimdi bize uzak anılar gibi görünüyor olabilir, ancak bu türden bir şiddetle barış arasındaki fark sandığımızdan çok daha ince bir çizgidir. Şahsi fikrime göre bir bürün olarak Batı toplumları, şiddetin gelecekte yaratacağı problemin büyüklüğü hakkında toplu bir inkar içinde. Biz barışı seviyoruz, geçmişteki şiddetin, işgallerin artık olmayacağına inanıyoruz. Ancak yakın tarihimiz ve günümüzdeki olaylar, insanların kolaylıkla kişiler ve kitleler arası şiddete yönelebileceğini gösteriyor. Hayati önem taşıyan doğal kaynakların az bulunduğu bölgelerde bu durum daha da önemli bir hal alıyor. Bilim insanları iklim değişikliğinin ve enerji yetersizliğinin bir sonucu olarak gıda ve temiz su gibi temel kaynakların giderek azalacağına inanıyor. Bu durumda şiddete yol açabilecek çevresel ve sosyal etkenleri kontrol etmek giderek daha zor olabilir” açıklamasıyla sona erdi (Whipps, 2009).

Bilim dünyasında yaşanan bu gelişmeler insan doğasını baz alarak kurulan bütün teorilere, düşüncelere, felsefi ve siyasi akımlara etki etse de bu etki oldukça sınırlı olmuş ve toplumdaki yaygın “insan doğası” kabulünün değişmesinde henüz önemli bir rol oynayamamıştır.

Süregelen eleştiriler ve yaşanan birtakım gelişmeler sonucunda rasyonel tercih teorisinin, tüketici tercihlerini açıklayamadığına dair yaygın bulguların oluşmasının iktisat alanındaki yansıması ise nöro iktisat ve davranışsal iktisat gibi alanların kurulması oldu. Nöro ekonomi nöroloji, ekonomi ve psikoloji alanları arasında kurulan interdisipliner bir yaklaşımı temsil eder. Amacı tüketicilerin karar alma sürecindeki talep stratejilerinde beynin matematiksel ve davranışsal olarak nasıl tepkilerle hareket ettiğini ortaya çıkartmaktır. Davranışsal iktisat ise psikoloji ve ekonominin ortak etkileşimi sonucu ortaya çıkmıştır. İktisadi faaliyetleri de insan davranışının bir sonucu olarak yorumlayan davranışsal iktisat insan davranışlarının rasyonel olmadığını ve psikolojisi anlaşılmadan tahmin edilemeyeceğini belirtir.

Davranışsal iktisadın önemli temsilcilerinden Daniel Kahneman tüketicilerin her zaman rasyonel davranamayacağını belirtir. Belirsizlik ve riskin söz konusu olduğu ortamlarda insanların irrasyonel davranacağına dair yaptığı çalışmalarla tüketici teorisi ve ümit teorisini ortaya çıkartarak bu çalışmalarıyla Nobel almaya hak kazanmıştır. Davranışsal iktisadın rasyonel tüketici teorisine en büyük eleştirilerinden birisi teori oluşturulurken insan duygularının yok sayılmasınadır (Kahneman, 2016).

Thaler ise sınırlı rasyonalite kavramı ile, kısa zaman içinde büyük ve karmaşık sorunlarla yüzleşmek durumunda kalan insanın yeterli düşünce gücüne sahip olamaması sebebiyle rasyonel davranamayacağına ve bilişsel kısa yolları kullanmak zorunda kalarak sistematik hatalar yapacağına işaret eder. Rasyonel olarak tanımlanan bireyin hislerini kontrol etmekte yaşadığı zorluklara dikkat çekerek yeterli bilgiye sahip olmasa dahi kendine olan yüksek güveni sebebiyle özellikle finans piyasasında irrasyonel yatırımlarda bulunan tüketiciler olduğunu ortaya çıkartmıştır (Thaler, 2015).

İnsan doğası ve insanın rasyonelliğiyle ilgili ulaşılan bu sonuçlar klasik iktisadın homo economicus tanımlaması çerçevesinde, tüketici davranışlarının tahminine dayanan arz-talep dengesi ve piyasada fiyat oluşumu gibi en temel teorilerinin bile sorgulanır hale gelmesine sebep oldu.

Neoklasik İktisat

Neoklasik iktisat günümüzün ana akım iktisat öğretisidir. Yoğun bir sermaye birikimi, uluslararası ticarette artış, teknolojik gelişme ve girişimciliğin artması gibi sebeplerle birlikte sanayi devriminin olgunluk çağında, klasik iktisada yöneltilen eleştiriler sonucu geliştirilmiştir. (Küçükkalay, 2015, s.256).

Sanayi devrimi boyunca zirai üretim yüksek oranlarda artarak teknik gelişmelerin de yaşanması ile önemli bir çıktı haline gelmişti. Üretimdeki bu artış, nüfus artışıyla birlikte bir sorun haline gelen beslenme problemine ve bu sebeple tarım dışı sektörlerdeki gelişmenin yavaşlamasına sebep olan etkilerin azaltılmasına çözüm getirdi (Güran, 2017). Yeni mal ve enerji kullanımı sonucu üretimin niteliği değişerek makineleşmenin de yaygınlaşmasıyla birlikte maliyet düşüşleri meydana geldi. Bu durum ise işsiz kalan insanların kentlere yığılması ve fabrikalarda ucuz işgücü olarak çalıştırılmasıyla sonuçlandı (Adda, 2002, s.36).

Liberal düşüncenin hakim olduğu bu dönemlerde işçi sınıfı giderek genişliyordu. Toplumda büyük bir eşitsizlik meydana gelmek üzereydi. Üretim artışına rağmen ekonomi sefalet içinde kalmıştı. Makineleşmeyle birlikte gelen rekabetin yanına bir de devletlerin sömürgecilik yarışında giriştikleri rekabet eklenmişti. Avrupa gözü dönmüş bir şekilde sömürüye yönelmiş ve halkın refahı, ekonominin gidişatı örselenmişti. Böylece 1820’lerden itibaren krizler yaşanmaya; nüfus artışı, ücretlerde düşüşler ve istikrarsızlıkların sebebi olarak görülen klasik iktisadın teorileri kendi içinde çatırdamaya başlamıştı (Huberman, 2003).

Liberal felsefe pratikte işsizlik, ucuz işgücü ve yoğun çalışma saatlerine sebep olarak teorilerine karşı tepkileri yükseltmiş ve bu durum çeşitli eleştiriler doğurmuştur. 1800’lü yıllarda başta en sert eleştiriyi getiren Marksizm olmak üzere klasik iktisadın evrensellikten uzak olduğunu düşünen milliyetçiler, insancıl olmadığını düşünen hümanistler ve tarihçi okul gibi düşünce akımları klasik iktisadı yoğun şekilde eleştiriye tabi tuttular. Klasik iktisat, ilkeleri, yöntemi ve teorilerinin yanlışlığı gibi birçok yönden eleştirilmeye başlandı (Buğra, 2016).

Tüm olumlu ve olumsuz gelişmelerle birlikte klasik iktisadın üç guruba ayrılmış olan, patronlar, işçiler ve rantiyerlerden oluşan sınıflı toplumu (Küçükkalay, 2015, s. 258), Marksizmin kapitalist sömürüyü klasiklerin kendi teorileri olan emek değer kuramıyla açıklaması ve giderek popülerlik kazanarak güçlü bir teori haline gelmesi, altın standardı sonucunda ortaya çıkan deflasyonist baskı, giderek artan ülkeler arası sömürü yarışı, şirketlerin değişen iç yapıları sonucunda, karar birimleri olarak yerini bireye bırakan bir toplumsal yapıya doğru değişmeye başladı (Dudu, 2015). Görünmez elin hayal kırıklığı yaratan başarısızlığına çözüm, devletin ilkeleri ve müdahale alanının genişlemeye başladığı bir atmosferde klasik iktisada gelen eleştirilerle birlikte temelleri atılmaya başlanan yeni bir iktisat anlayışından geldi. Neoklasik iktisat böyle bir ortamda gelişerek, klasik iktisada yöneltilen eleştiriler ve teorilerinin geliştirilip düzenlenmesiyle günümüze uzanan bir iktisat anlayışını hakim kıldı.

Marjinalist Devrim ve Neoklasik İktisadın Yükselişi

Bir dönemin büyük kırılmalar ve dönüşümlerle kapanarak yeni bir dönemin başlaması bir tür devrim olarak adlandırılabilir. Bu bağlamda iktisat için, neoklasik iktisatla birlikte kapitalizmin finans boyutunda ayak seslerini duyurmasına denk gelen (Sarfati, 2010) ve Walras’ ın, çeşitli eklemeler ve çıkarmalarla biçimlendirdiği, marjinalizm de çoğunluk için bir devrim niteliği taşır.

Dönemin koşullarına bakıldığında belki Marksist baskıya bir cevap arayışıyla başlayan ve iktisadın büyük yankılar uyandıran metodoloji soruşturmalarıyla devam eden süreç, iktisadı felsefeden ve sosyal bilimlerden kopararak matematiksel bir alana doğru itti (Buğra, 2016). Bu alan iktisadın siyasal iktisattan kopuşu ve yalnızca iktisat olarak nitelendirileceği Marjinal Devrim dönemidir. Dönem, 1871 tarihinde neredeyse eş zamanlı bir şekilde çalışmalarını yürüten üç iktisatçı Jevons, Walras ve Menger ile başlar. Bu iktisatçılar marjinal fayda ilkesini üreterek değer paradoksuna bir çözüm getirirler (Skousen, 2003, s.189). Buna yönelik olarak değer, temsil ettiğinden daha farklı ve bireysel bir anlama kayarak emekten koparıldı, şeylerin faydalarıyla açıklanabilmesine ve yine bunun bir uzantısı olarak toplumsal olanın her alanında yansımalarını gösterecek büyük bir değişime sebep oldu. (Sarfati, 2010). Marshall, Edgeworth, Wickstead, Pigou, Böhm-Bawerk, Wieser, Pantoleoni, Barone, Pareto, Wicksell, Cassel, Fisher, Clark yapmış oldukları çeşitli çalışmalarla neoklasik iktisadın gelişmesine katkıda bulunmuş ve yayılımında büyük roller üstlenmişlerdir (Dudu, 2014).

Neoklasikler, faydasını maksimum yapmaya çalışan evrensel ve soyut bir insan profilini temel alarak bireyin tüm tercihlerini belirlenebilir ve ölçülebilir bir alanla sınırladılar. Newtoncu fiziğin etkisi ile matematiğe atfedilen bu amaç doğrultusunda bireyler öngörülebilir iktisadi aktörler olarak kabul edildi. Böylece bireyin davranışlarının modellenerek her şeyin matematik ile açıklanabilmesi mümkün kılındı (İslatince ve Sermen, 2018).

Zaman içinde matematiğin yoğun kullanımı, yöntem tartışmaları ve tutarlı bir kuram arayışıyla birlikte neoklasik iktisat hızlı şekilde gelişerek klasik iktisadın sorunlarına odaklanmaya başladı. Bunlardan en önemlileri klasiklerin açıklayamadığı fiyatların oluşumu, gelir dağılımı, verimli kaynak kullanımının belirleyicileri gibi konulara akla yatabilen açıklamalar getirebilmeleridir (Dudu, 2014).

Neoklasikler Smith, Ricardo ve Marx’ın incelediği ve üzerinde çalıştığı büyüme sorununu daha geniş bir yelpazeden ele alarak üretim ve bölüşümü birbirleriyle ilişkilendirdiler. Değer teorisinin yeniden formülizasyonuyla sübjektif değer, nihai talep, marjinal fayda hipotezi, tam ikame prensibi ve sermaye teorileri gibi geliştirdikleri teoriler ile (Skousen, 2003, s.193) işçiler, rantiyerler ve patronlardan oluşan üçlü sınıf anlayışı yerine getirdikleri atomisite toplumsal yapı yoluyla kapitalizmin entelektüel dayanağını güçlendirmiş oldular (Kazgan, 1969).

Neoklasik İktisadın Post-Truth Hali: Evrensellik Çabası

Rönesans sonrası Aydınlanma dönemiyle geçirilen dönüşümün bir sonucu da metodolojik değişim oldu. Bu değişimin yansımalarını neoklasik iktisat ekolü için ele aldığımızda ekolün büyük bir yanılsamaya düşerek tarihselliği göz ardı ettiği gerçeğiyle karşılaşırız. Neoklasik iktisatta analizlerin dinamik bir şekilde gelişim süreçleri üzerinden değil de statik bir şekilde olgular üzerinden yapılıyor olması neoklasik iktisadın kapalı bir analiz yapmasına sebep olur (Colander; Holt; Rosser, 2003). Neoklasik ekol faiz, kar, rant, gibi kavramları birer olgu olarak ele alır ve kavramların oluşum süreçlerini incelemez. Bu anlayışa göre olgular yalnızca oluş biçimleriyle vardır, başka bir ifadeyle olguların nasıl olduğunu açıklamak yerine, olgular başka bir olguya dayandırılarak incelenir. (Aydın, 2016). Pozitivist yöntemin bir özelliği olan bu durum iktisadın en önemli dayanaklarından biri olan pozitivist nesnellik argümanıdır. İktisadın zaman ve mekandan bağımsız bir şekilde evrensel olma çabasını da açıklar. (Kara, 2001). Nesnellik argümanı iktisat için, sosyal bilimlerde her zaman geçerli olamayacak fakat ideolojilerden arındırma kaygısıyla, bir ön kabul olarak kullanılmıştır (Dudu, 2015). Buna göre obje ve süje arasında bir ayrım vardır ve incelemeler her zaman süjeden objeye doğru yapılır. Nitekim sosyal bilimler söz konusu olduğunda bu ayrım geçerliliğini yitirerek yapılan kimi analizlerde objenin süje olma durumu gerçekleşebilmektedir. Bireyin iktisada bu şekilde konu olması, her zaman faydasını maksimum yapan ve bunun için gerekli olan veriye ulaşabilen, bunu da karmaşık matematiksel yöntemler sayesinde kullanabilen bir kimse olduğuna işaret ederek gerçeklikten uzak varsayımların sebeplerinden birini oluşturur (Dudu, 2015).

İktisadın bilimsel ve evrensel olma güdüsüyle yoğun matematik kullanımı geçmiş yıllarda Fransa’da bir grup öğrencinin ana akıma eleştirileri bağlamında protesto edildi. Post otistik iktisat adını verdikleri hareket, eleştirileri bakımından dikkate almaya değer. Harekete göre iktisadın otizmli hali, otizmden mustarip olanlar gibi, iktisadın da zeki ama saplantılı ve odak problemi yaşayan, yalıtılmış bir disiplin olması anlamına geliyor (Paecon, 2004). Matematiğin “kendi içinde bir amaç’’ olduğunu dile getiren hareket son zamanlarda ana akım iktisat paradigmasına getirilen en önemli eleştiri olarak kabul görüyor. 2000 yılında “Ecole Normale Superieure” öğrencilerinin yayınladığı ve daha sonra Cambridge, Harvard ve bazı önde gelen iktisatçılar arasında da destek bulan bildiriye göre öğrenciler artık iktisadın kurgusal dünyasından kurtularak daha gerçekçi modellerle, içinde yaşadığımız dünyayı anlamak ve çözümler üretebilmek istiyorlar. Aynı zamanda matematiğin kontrolsüz bir şekilde fetişe dönüşmesinden rahatsızlık duyduklarını, bunun yerine gerektiği yerde gerektiği şekilde kullanılması gerektiğini ifade ediyorlar (Altunöz, 2014). Bildiride yer alan diğer önemli madde de iktisatta çoğulcu bir yaklaşım sergilenerek eğitimde kuramların birlikte ve tarihsel bir bakış açısıyla verilmesinin gerekliliğidir (Erdölek, 2012).

Post otistik iktisat hareketin eleştirisi neoklasik iktisat kuramını tamamen dışlamak üzerine değil, çatlaklarını ortaya çıkararak varsayım ve yöntem konusunda daha gerçekçi uygulamalara gidilmesi yönünde olmuştur. Buna bir örnek olarak 2008 küresel krizinin öncü sinyallerinin iktisatçılar tarafından görülememiş olması gösterilebilir. Zira ‘’piyasalar temizlenir’’ anlayışını odağına almış bir iktisat kuramının gelecek krizi ön görememiş olması oldukça anlaşılabilir bir durum yaratmaktadır. Bu krizle birlikte kuram kendi içinde işlevselliğini yitirmiş ve çoğu eleştiriyi de haklı kılmıştır (Altunöz, 2014).

Neoklasik iktisat giriştiği evrensel olma çabası ile büyük bir illüzyon yaratarak gerçek dünyadan oldukça uzak bir çizgide ilerlemiştir. Bu da kuramın en güçlü söylemi olan, varsayımların doğruluğundan ziyade öngörülerinin gücünü öncüleyen inanışın bilimsellik saikiyle özgür hareket edebilmesine imkân tanımıştır. Tüm bunlar olurken de iktisat ‘’post-truth’’ bir görünüme bürünmüştür. Başka bir ifadeyle iktisat, ‘’nesnel hakikatlerin belirli bir konu üzerinde kamuoyunu belirlemede duygulardan ve kişisel kanaatlerden daha az etkili olması durumu’’ndan (Oxforddictionary, 2016) mustarip bir şekilde, nesnel hakikatler yaratma çabası yüzünden nesnel hakikatlerden giderek uzaklaşmıştır. Kara (2001)’ nın da belirttiği gibi ‘’neo-klasik iktisadın “bilimselliği” ancak, pozitivizmin ontolojik ve epistemolojik bileşenleri içerisinde anlamlı olurken, onun dışındaki bilişsel zeminlerde bir geçerliliğe sahip olamamıştır.’’

Sermayenin Çilesi

Sermaye kavramı neoklasik iktisat modelinde üretim ilişkileri içerisindeki konumlanışından dolayı yeni ve özgül bir anlam kazandı. Sanayi devrimiyle beraber üretime doğrudan ve belirleyici bir unsur olarak etki eden üretim araçları ve bu araçların mülkiyeti, üretim sürecinin gerçekleşebilmesi için kritik bir öneme sahiptir. Neoklasik iktisattaki üretim, sermayeyi dolayısıyla üretim araçlarının mülkiyetini elinde bulunduran bireylerin üretim için gerekli emek gücünün (işçilerin) ücretini ve diğer maliyetleri karşılamasıyla gerçekleşir. Sermayeye yeni anlamını ve kritik önemini kazandıran şeylerden biri, üretimle ortaya çıkan ürünlerin satılması sonucu elde edilen karın paylaşım mekanizmasıdır. Burada kritik olan nokta sermaye (aynı zamanda teknoloji) sahiplerinin (girişimcilerin) ve emeğin (işçilerin) birleşerek ortaya çıkarttığı bu karda emeğin doğrudan bir pay alamamasıdır. Bu emeği ortaya koyan işçilerin ücreti karın belirli bir bölümü ya da yüzdesi üzerinden değil, işçilerin 1 aylık emeği için teklif edilen ücretle belirlenir. Kar her ne olursa olsun işçiler dahil oldukları üretim sürecinin sonucunda bu sabit ücreti alır. Dolayısıyla neoklasik iktisat modelinde üretim sonucu elde edilen karın çok büyük bir bölümü sermayenin sahibi olan girişimci sınıfına aittir. Bu şekilde girişimci sınıf elde ettiği karla yeni yatırımlar yapabilecek böylece hem yeni iş imkanları ortaya çıkacak hem de ekonomik büyüme sağlanmış olacaktır. Elbette bu durum sermayenin dolayısıyla girişimcilerin kapitalist ekonominin “lokomotifi” olduğu anlamına da gelir.

Üretim ilişkilerinin bu şekilde gerçekleşmesi toplum yapısının şekillenmesinde de oldukça belirleyici bir faktördür. Tabii ki bu süreç toplumda belirli sınıflar ortaya çıkmasıyla sonuçlanmıştır. Ancak neoklasik iktisatta toplum bir maddenin özdeş atomları olarak ele alınmış ve sınıfsal bir perspektif söz konusu olmamıştır. Oysa klasik iktisadın dünya genelinde geniş bir yaygınlık kazanarak çeşitli ülkeler tarafından uygulandığı ve günümüzde vahşi kapitalizm dönemi olarak adlandırılan dönemlerde sanayi devriminin öncüsü olan İngiltere ve Amerika gibi ülkelerde ortaya çıkan işçi ayaklanmaları toplumda sınıf içgüdüsünün oluştuğunun bir kanıtıdır. İçinde bulunduğumuz çağda bütün dünyada işçi bayramı olarak kutlanan 1 Mayıs ve dünya emekçi kadınlar günü olarak kutlanan 8 Mart gibi günler de Amerika’nın Chicago kentindeki işçilerin düşük ücret ve yaklaşık 14 saat olan çalışma süresine karşı yaptığı grevler sonucunda ortaya çıkmıştı. Dolayısıyla hem geçmişte ortaya çıkan bu gibi olaylar hem de günümüzde Fransa’nın Paris kentinde ortaya çıkan ve “sarı yelekliler” olarak tabir edilen grubun, çeşitli sendikaların ve siyasi partilerin ayaklanması da toplumun sınıfsal bir perspektiften de ele alınması gerekliliğini ortaya çıkarıyor (Beaud, 2015).

Neoklasik iktisatta sermayenin, uygulanan serbest sermaye politikaları sonucunda, uluslararası bir anlamı da bulunmaktadır. Günümüzde sermaye kavramının yalnızca belirli bir ülkenin kendi iç dinamiklerin içerisindeki bir unsur olarak ele alınması kavramı açıklamakta oldukça yetersizdir. Neoklasik iktisat modelinin dünya genelinde kabul görmesi ve uygulanmaya başlanması sermayenin ulusal sınırlarını aşarak yabancı ülkelerde de yatırıma dönüşebilmesini sağladı. Bu yatırımlar portföy yatırımları ve doğrudan yabancı sermaye yatırımları olarak adlandırılır. Portföy yatırımları genellikle faiz geliri elde etmek için yapılırken doğrudan yabancı sermaye yatırımları direkt olarak söz konusu ülkede üretim yapabilmek veya hizmet sağlayabilmek amacıyla yapılan yatırımlardan oluşur. Sermayenin hareket alanının bu kadar genişlemesi ve kolayca yer değiştirebilmesi büyüme dinamikleri üzerinde doğrudan etkili olarak küreselleşme kavramının ortaya çıkmasında oldukça önemli bir rol oynamıştır (Hymer, 2016).

Günümüzde sermayenin portföy yatırımları olarak dışa hareketliliği daha fazla faiz geliri elde etmek gibi basit bir sebeple açıklanabilirken doğrudan yabancı sermaye yatırımları şeklinde gerçekleşen sermaye hareketliliklerinin daha karmaşık sebepleri bulunmaktadır. Örneğin Apple Samsung gibi yüksek teknoloji ürünü üreten birçok firma Çin’deki ucuz iş gücü ve bu gibi cihazlarda kullanılan kritik bir materyal olan lantenitlerin Çin’de bulunması sebebiyle üretimlerini Çin’de gerçekleştirerek neoklasik ekonomide üreticilerin amacı olan kar maksimizasyonunu düşük maliyetlerle sağlamış oluyor. Bunun dışında gerek hizmet sektöründe gerekse de reel sektörde belirli bir konuda ülke sınırları içerisinde gerekli üretim veya hizmet hedefine ulaşmış ve alanında uzmanlaşmış birçok firma, söz konusu alanda gelişim gösterememiş veya daha az gelişim göstermiş bir ülkeye yatırımda bulunmanın hem sektörde rekabet açısından daha avantajlı bir konum sağlayacağını hem de büyüyen sermayesini değerlendirerek daha çok kar elde edebileceğini düşündüğü için doğrudan yabancı sermaye yatırımında bulunmayı tercih edebiliyor (Erdoğan, 2012). Örneğin Ford, Mercedes, Hyundai, Toyota gibi firmalar Türkiye’ye yabancı sermaye yatırımında bulunarak otomotiv sektörünün önde gelen firmaları haline gelmişlerdir.

Doğrudan yabancı sermaye yatırımları gelişmiş ülkeler arasında da sıklıkla yapılsa da özellikle gelişmekte olan ve az gelişmiş ülke ekonomilerinde daha kritik bir anlam ifade etmektedir. Günümüzde gelişmekte olan birçok ülke ekonomik olarak büyüme sağlamak için gerekli yatırımları yapabilecek finansmanı temin etmekte zorluk çekmektedir. Dolayısıyla hedeflenen ekonomik büyümeyi gerçekleştirebilmek için yabancı sermaye yatırımlarına ihtiyaç duyan birçok ülke bulunmaktadır. Ancak az gelişmiş ülkelere doğrudan yabancı sermaye yatırımında ve portföy yatırımında bulunan birçok gelişmiş ülke söz konusu ülkenin ekonomisinde daha çok etki alanına sahip olmaktadır. Bütün bunlar günümüzde sermaye kavramının aynı zamanda politik bir anlam da ifade ettiğinin bir göstergesidir (Callinicos, 2017).

Sonuç

Pozitivizm mantığıyla, teorilerin ortaya çıktığı dönemin nesnel tarihsel koşullarının irdelenmemesi ve diğer disiplinlerden soyutlanarak matematiğin bir amaca dönüştürülmesiyle neoklasik iktisat rasyonelliğin ve temelsiz varsayımların eşliğinde gelişerek günümüze dek uzanarak hakim iktisat anlayışını oluşturmuştur.

Neoklasik iktisadın hem varsayımlarına hem de bu varsayımların üzerinden şekillenen teorilerine gelen eleştiriler, güncel bulgularla ve somut verilerle karşılaştırıldığında gün geçtikçe daha fazla anlam kazanmaktadır. Bu gelişmeler karşısında “Tarihin Sonu ve Son İnsan” adlı kitabında Neoklasik iktisadın dünya için en optimal ekonomik sistem olduğunu ve dünyanın sonuna kadar varlığını sürdüreceğini iddia eden Fukuyama bile yapılan bir röportajda “Marx bazı konularda haklı çıkıyor. Aşırı üretim krizi, işçilerin yoksullaşması ve talep yetersizliği gibi öngörüleri gerçekleşiyor” ifadesini kullanmıştır (Sputnik, 2018). Uzun bir süredir dünya genelinde yaygın bir şekilde uygulanan neoklasik iktisadın çok ciddi ekonomik, sosyolojik, psikolojik ve tarihsel sonuçları ortaya çıkmıştır ve çıkmaya devam etmektedir.

Az gelişmiş ve gelişmekte olan ülke statüsündeki birçok ülke neoklasik iktisadın öngörülerinin ve neoklasik iktsatçıların türettiği yakınsama hipotezinin aksine hala gelişimini tamamlayamamıştır. Kıt kaynakların optimal dağılımı iddiasıyla yola çıkan neoklasik iktisat teorisi dünyanın en zengin 8 insanının 3,7 milyar insanın toplam servetine sahip olduğu bir gelir dağılımı adaletsizliği ortaya çıkartarak toplumu açık bir şekilde sınıflara bölmüştür.

Sermayenin hareket alanının genişlemesi küreselleşmeye yol açarken gelişmiş ülkeler elde ettikleri sermaye birikimleriyle bütün dünya pazarlarına yatırımda bulunarak ekonomik bir savaş içerisine girmiş, gelişmekte olan ülkeler üzerinde ekonomik ve politik hegemonya kurmaksa savaşın vazgeçilemez bir kuralı haline gelmiştir. Tarihte küreselleşen güçlerin ekonomik ve politik olarak yaşadığı çıkar çatışmaları sebebiyle siyasi gerginliklere ve savaşlara sebep olduğuna dair birçok örnek vardır. Diğer yandan süregelen savaşların Irak, Suriye, Mısır, Libya gibi yerli ekonomiye sahip, küresel sermaye müdahalesine kapalı Ortadoğu ülkelerinde meydana gelmesini, küresel güçlerin sergilediği politik-ekonomik tutum göz önüne alındığında, bir tesadüf olarak nitelemek oldukça zordur.

Üretim ilişkilerinin ortaya koyduğu altyapı çerçevesinde şekillenen somut nesnel koşullar insanlığın düşünsel dünyası üzerinde de etkili olmuştur. Bu etkinin “bilimsel” anlamda en çok hissedildiği alan ise şüphesiz sosyal bilimler olmuştur. Bunun en iyi örneği birçok öngörüsü gerçekleşmeyen, temel varsayımlarında bile ciddi çatlaklar oluşan Neoklasik iktisat teorisinin yüzyıllardır iktisadi dünyada kurduğu hakimiyettir. Disiplinler arası diyalektik bir kavrayıştan yoksun neoklasik iktisat teorisinin bilimsel dünyada kurduğu bu hegemonya, iktisadi çalışmaların hareket alanını belirlemiş, farklı ekonomik modelller ve ekonomi teorileri ise gerek literatürde gerekse de üniversitelerdeki iktisat öğretisinde önemsizleşerek neredeyse varlığını kaybetmiştir.

Klasik iktisadın doğuşundan bu yana devam eden süreçte ortaya çıkan somut bilgiler bize açıkça gösteriyor ki iktisat bilimi belirli varsayımların, ideolojilerin ve düşünce akımlarının birbiri içerisinde kurduğu kapalı ilişkilerin bir ürünü olarak ortaya çıkmamalıdır. Tersine ekonomi, sosyoloji, psikoloji, antropoloji, nöroloji gibi disiplinler arası bir kavrayış eşliğinde, insan doğası ve yıllarıdır devam eden mevcut ekonomik sistemin sonuçları hakkında ortaya çıkan bilimsel gelişmeler üzerinden, kendini dönüştürmelidir.

Kaynakça

Acemoğlu, D. ve Robinson, J. (2017). Ulusların Düşüşü. Faruk Rasim Velioğlu (Çev.). İstanbul: Doğan Egmont Yayıncılık.

Adda, J. (2002). Ekonominin Küreselleşmesi. Sevgi İnceci (Çev.).İstanbul: İletişim Yayınları.

Ahmet, D. (2016). David Hume’un Siyasal Ekonomisi ve İnsan Doğası. Journal of Institute of Social Sciences7(1), 947-968.

Altunöz, U. (2014). Egemen Neo Klasik İktisata Eleştirisel Yaklaşım: Post Otistik İktisat Ve 2008 Küresel Krizinin Post Otistik Analizi. Odü Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi (ODÜSOBİAD)4(7), 28-33.

Aydın, Y. (2016). Post Otistik İktisat: İktisat Eğitimi ve Neoklasik İktisat Eleştirisi. Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, (35), 35-47.

Aytaç, Ö., İlhan, S. (2007). Girişimcilik ve Girişimcikültür: Sosyolojik Bir Perspektif. Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, (18), 101-120.

Bakırcı, Ç. (2013). Evrim Kuramı ve Mekanizmaları. İstanbul: Evrensel Basım Yayın.

Ballıoğlu, B. (2012). Tam Rekabet.http://www.academia.edu/5698201/Tam_Rekabet_Piyasas%C4%B1 adresinden 20 Ocak 2019 tarihinde erişildi.

Bayhan, V. (2002). Demokrasi ve Sivil Toplum Örgütlerinin Engelleri: Patronaj ve Nepotizm. CÜ Sosyal Bilimler Dergisi26 (1), 1-13.

Beaud, M. (2015). Kapitalizmin Tarihi 1500-2010.İstanbul: Yordam Kitap.

Buğra, A. (1995). İktisatçılar ve İnsanlar. İstanbul: İletişim Yayınları.

Buğra, A. (2008). Kapitalizm, Yoksulluk ve Türkiye’de Sosyal Politika. İstanbul: İletişim Yayınları.

Callinicos, A. (2017). İmperialism and Global Political Economy. Cambridge: Polity Press.

Campbell, D. (2004). Post-Autistic Economics, http://www.paecon.net/PAEarticles/Adbusters1.htm (Erişim Tarihi: 05.02.2019)

Clark, G. (2013). Fukaralığa Veda Dünyanın Kısa İktisadi Tarihi. Egemen Demircioğlu (Çev.). İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.

Colander, D., Holt, R. ve Rosser, B. (2003). The Changing Face Of Mainstream Economics. Review Of Political Economy, 16 (4), 485-499.

Çetin, H. (2002). Liberalizmin Tarihsel Kökenleri. Cumhuriyet Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi3(1), 79-96.

Dudu, H. (2014). Neo-İktisat Kuramının Genel Çerçevesi Ve Eleştirisi. Aydınlanma 192348(48), 25-38.

Durmaz, S. (2011). Yüksek Orta Çağ’ da Papa-İmparator Çatışması: Kılıç ile Âsâ’nın Savaşı. Çankırı Karatekin Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 1 (1), 93-120.

Erdoğan, A. (2012). Gelişmekte Olan Ülkelerde Doğrudan Yabancı Sermaye Yatırımları. Ankara: Nobel Akademik Yayıncılık.

Erdölek, Ö. (2012). Başka Bir İktisat Mümkün (Mü)? “Post Otistik İktisat”. İktisat ve Toplum Dergisi, 23.

Günay, E. Türkmen, S. Özbek, S. (2018). İktisadi Düşünce Üzerinde Doğa Bilimlerinin Etkisi, Klasik Fiziğin İktisadi Alana İlk Uyarlaması: Fizyokrasi. Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi İktisadi Ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 8 (1), 41-66

Güran, T. (2017). İktisat Tarihi. İstanbul: Der Kitabevi Yayın Dağıtım.

Huberman, L. (2003). Feodal Toplumdan Yirmi Birinci Yüzyıla. Murat Belge (Çev.). İstanbul: İletişim Yayınları.

Hymer, S. (2016). Çokuluslu Şirket. Fahri Bakırcı (Çev.). İstanbul: Epos Yayınları.

İslatince, H., Sermen, A.B., İktisadi Düşünüşü Rasyonel Kılmak: Kurumsal Yaklaşım, Social Mentality And Researcher Tinkers Journal, 4(14), 1202-1211.

Kahneman, D. (2016). Hızlı ve Yavaş Düşünme. İstanbul: Varlık Yayınları.

Kara, A. (2001). İktisat Kuramında Pozitivizm Ve Postmodernizm. İstanbul: Vadi Yayınları.

Kaymak, M. (2011). Sanayi Devrimi Neden İngiltere’de Gerçekleşti. Karşılaştırmalı Bir Makro Tarih Denemesi. İçinde: H Mıhçı (der), İktisada Dokunmak: İbrahim Tanyeri’ye Armağan, 163-185.

Kazgan,G. (1969). İktisadi Düşünce veya Politik İktisadın Evrimi. İstanbul: İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Yayınları.

Küçükkalay, A. M. (2015). İktisadi Düşünce Tarihi. İstanbul: Beta Basım Yayım Dağıtım.

Marx, K. (2013). Ücretli Emek ve Sermaye. Süleyman Ege (Çev.). İstanbul: Bilim ve Sosyalizm Yayınları.

North, D. (2002). Kurumlar, Kurumsal Değişim Ve Ekonomik Performans. Gül Çağalı Güven (Çev.). İstanbul: Sabancı Üniversitesi.

Oxforddictionary. (2016). Word of the Year 2016 is…, https://en.oxforddictionaries.com/word-of-the-year/word-of-the-year-2016 (Erişim Tarihi: 05.02.2019)

Polanyi, K. (2000). Büyük Dönüşüm, Çağımızın Siyasal ve Ekonomik Kökenleri. Ayşe Buğra (Çev.). İstanbul: İletişim Yayınları.

Politzer, G. (2009). Felsefenin Başlangıç İlkeleri. Hasan Erdem (Çev.). İstanbul: Arya Yayıncılık.

Politzer, G. (2011). Felsefenin Temel İlkeleri. Hasan Erdem (Çev.). İstanbul: Arya Yayıncılık.

Russell, B., (1997). Ortaçağ, Batı Felsefesi Tarihi. Muammer Sencer (Çev.). İstanbul: Say Dağıtım.

Sarfati, M. (2010). Marjinalist Dönüşüm ve Bugünün Dünyası. Sosyal ve Beşeri Bilimler Dergisi2(1).

Skousen, M. (2007). İktisadi Düşünce Tarihi: Modern İktisadın İnşası. M. Acar, E. Erdem, M. Toprak (Çev.). Ankara: Adres Yayınları.

Stiglitz, J. (2003). Küreselleşme Büyük Hayal Kırıklığı. Arzu Taşçıoğlu, Deniz Vural (Çev.). İstanbul: Plan B Yayıncılık.

Stiglitz, J. (2014). Eşitsizliğin Bedeli. Ozan İşler (Çev.). İstanbul: İletişim Yayıncılık.

Thaler, R. H. (2015). Dürtme. Enver Günsel (Çev.). İstanbul:Pegasus Yayınları.

Thompson, E. P., Kocabaşoğlu, U., & Ünüvar, K. (2004). İngiliz işçi sınıfının oluşumu. Birikim.

Ulu, H. (T.Y). Rekabetçi Sistem ve İnsan Doğası, https://www.rekabet.gov.tr/(X(1)S(x20eapfry5te0o1nx0zkawet))/tr/Sayfa/Yayinlar/digercalismalar/rekabet-yazilari?icerik=d1ecdb8e-2f3e-450d-b25b-ff5ac3596538 (Erişim Tarihi: 27.01.2019)

Veblen, T. B. (1964). The Instinct of Workmanship and the State of the Industrial Arts, New York: Norton Editions.

Veblen, T. B. (1989). The Place of Science in Modern Civilization and Other Essays, New Brunswick: Transaction Publishers.

Whipps, H. (2009). The Evolution of Human Aggression. 31 Ocak tarihinde https://evrimagaci.org/insan-saldirganliginin-evrimi-7484 adresinden erişildi.

Yaşar, G. A. (2011). Ortaçağdan Günümüze” Modernite”: Doğuşu Ve Doğası. Journal of Social Sciences/Sosyal Bilimler Dergisi4(7).

https://tr.sputniknews.com/analiz/201810251035829823-francis-fukuyama-sosyalizm-marx/ (3 Ocak 2019 tarihinde erişildi).

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl