Ana Sayfa Litera YAŞAR KEMAL: O İYİ İNSANLAR NEREYE GİTTİLER?

YAŞAR KEMAL: O İYİ İNSANLAR NEREYE GİTTİLER?

YAŞAR KEMAL: O İYİ İNSANLAR NEREYE GİTTİLER?

 DEMİRCİLER ÇARŞISI CİNAYETİ ROMANI ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME

Uzun yıllar boyunca Yaşar Kemal denildiğinde, edebiyatla ilgili olsun olmasın hemen herkesin aklına yazarın İnce Memed romanı gelirdi. Sosyal medyanın hayatımıza girmesiyle birlikte yazar bu romanından çok romanlarından birindeki bir giriş cümlesiyle hatırlanır oldu: “O iyi insanlar o güzel atlara bindiler çekip gittiler.” Cümle, Akçasazın Ağaları üçlemesinin ilk kitabı olan Demirciler Çarşısı Cinayeti romanının ilk ve son cümlesidir. Bu cümleyle başlayan roman yine bu cümleyle kapanır. Yazarın aramızdan ayrılışının üçüncü yılında onu, Çukurova’daki dönüşümü iki ağanın kan davasının temelini oluşturduğu bir olay örgüsü etrafında anlattığı bu romanıyla anmak istiyorum.

Kitabın girişinde yazar, iyi insanlar güzel atlara binip çekip gittiler dedikten hemen sonra şunları söyler: “Derviş Bey bir ağıt tutturmuştu. Yıllanmış, ağır, uzak bir ağıt. Uzun yıllar önce yaşadığı büyülü düşü yeniden yaşayabilmek için durmadan söylüyordu: ‘O iyi insanlar, o iyi insanlar…’” (Adam Yayınları, 3. Basım) Derviş Bey’in kaybolan düşünden, yitirilen zamanlar ve insanlardan bahisle başlayan roman kaybolmaya yüz tutmuş bir toplumun ardından yakılan bir ağıttır. Aslına bakılırsa yitirilmiş olan toplumun ne olduğu, hangi yönlerinin cazip olduğu pek de anlatılmaz romanda. Yitirilen zamanın kendisi değil, bıraktığı boşluk anlatılır. Nitekim roman şöyle sona erer: “Derviş Bey dönüyor, içindeki boşluk büyüyordu. Ölümden sonraki gibi. ‘O iyi insanlar o güzel atlara bindiler çektiler gittiler.” (Age)

Üçlemenin adı Akçasazın Ağaları. Üçlemenin ilk romanında da tabiatıyla ağalar anlatılıyor. Ağalardan bahsediyoruz ama ağalar, Yaşar Kemal’e göre tek bir grup değil. İki gruba ayrılıyorlar. Bir tarafta Çukurova’ya yüzyıllar önce gelip yerleşmiş Türkmen aşiretlerinin reisleri olan iki feodal ağa var. Bunlardan biri yukarıda adı geçen Derviş Bey. Diğeriyse onun düşmanı Mustafa Ağa. Diğer taraftaysa Cumhuriyet’in ilk yıllarında topraklar tapulanırken bir şekilde birilerinin toprağını kendi üzerine tapulatarak zengin olan sonradan görme, kapitalist ağalar var. İlk gruptakilere sempatiyle bakar yazar. İkinci gruptakilerse geneli itibariyle romanın olumsuz kahramanlarıdır.

İkinci gruptaki kapitalist ağalar ellerindeki traktör sayısını artırarak, paralarını çoğaltarak zenginleşmeye, güçlenmeye çalışırlar. İlk gruptakilerse paraya pek değer vermezler, onlar için önemli olan itibarlarıdır. Yüzyıllar boyu devam edegelen bir değerler sisteminin içinde düşünürler, ona göre yaşarlar. Diğer ağalara kıymet vermezler, kendi eşitleri gibi davranmazlar. Sadece birbirlerini eşitler olarak görür ve gizliden gizliye severler. Ama aynı zamanda kan davalıdırlar ve taraflardan biri tamamıyla yok olmadan kan davasının bitmeyeceğini düşünürler. Birbirlerini severler, fakat aynı zamanda öldürmenin planlarını yaparlar. Romanda anlatılana göre kan davası eşitler arasındaki bir mücadeledir. İnsan eşiti olarak görmediğini düşmanı olarak da görmez.

Derviş Bey’in rakibi ve düşmanı olan Mustafa Ağa da tıpkı Derviş Bey gibi paraya değer vermeyen, itibarı için yaşayan, parayı da sadece bu amaçla kullanan biri gibi resmedilir. Ama onun Derviş Bey’den bir farkı vardır. Derviş Bey’in oğlu romanda saf, kendi halinde biri olarak anlatılırken, Mustafa Ağa’nın oğluysa Çukurova’daki dönüşümü ve yeni toplumda gücün esas kaynağının para olduğunu anlamış, değerler itibariyle babasından ve önceki kuşaklardan kopmuş biri olarak resmedilir. Para kazandırmayan toprağın onun gözünde değeri yoktur. Mesela yeni traktörler alıp traktörlerinin sayısını çoğaltmak için işe yaramayacağını düşündüğü topraklardan bir kısmını diğer sonradan görme ağalardan birine satar. Babasının aşiretinden olan ve onun topraklarında yaşayan topraksız köylüleri bu topraklardan çıkarmak ister. Artık Çukurova’da çok daha ucuza işçi kiralanabilmektedir ve kendileriyle aynı aşiretten olduklarını söyleyen bu topraksız köylüler ayak bağından başka bir şey değildir.

Mustafa Ağa’nın annesi Kara Kız Hatun torununu sevmez. Kendi soyundan biri gibi dahi görmez onu. Bambaşka, yabancı biridir. Torununun aşiret yoldaşlarının obalarını topraklarından sürmek istemesine karşı çıkar. Oğlunun kan davasında yavaş davranması çileden çıkarır onu. Torunu iflah olmazdır, yüzünü bile görmek istemez. Oğlunun yavaş davranması onun da bozulduğuna işarettir.

Mustafa Ağa ise annesine hayrandır. Derviş Bey’i de kendisiyle birlikte bir geleneğin son temsilcisi olduğu için sever. Oğlunun yaptıklarını ise, mesela aşiretlerindeki topraksız köylüleri topraklarından çıkarmak istemesini tasvip etmese bile anlamaktadır. Oğlu, değişen topluma uyum sağlamak istemektedir. Annesi Kara Kız Hatun ise ne değişmekte olan toplumla ilgilenir ne de düşmanlarıyla empati kurar. O, değerleri ve hıncıyla yaşayan birisidir. Sanki toplum hiç değişmemiş ve değişmeyecekmiş gibi yaşamaktadır. Mustafa Ağa annesini işte bu yüzden sever. Annesiyse oğlunun bu kan davası meselesinde hiçbir şey yapamayacağını düşünür ve evlerine giderek Derviş Bey’in saf oğlu İbrahim’i öldürür. Çukurova değişir, yeni ağalar türerken kan davası hiçbir şey olmamış gibi devam etmektedir.

İki ağanın kan davasının olay örgüsünün temelini oluşturduğu bir kurguyla Çukurova’daki kapitalist dönüşümü anlatan bu roman, nostaljik bir romandır. Paranın bir kıymet ölçüsü olmadığı, soyun ve soyluluğun toplumsal statülerin kazanılmasında önem taşıdığı, geleneğin hayatın her alanına şekil verdiği bir topluma olan özlemi anlatır. Geleneğin ve soyun, bireylerin eylemlerini şekillendirmede temel belirleyici olduğu böyle bir toplumda sınıf farkları da kapitalist toplumda yaşandığı şiddetle hissedilmez. En azından yazarımız böyle düşünüyor. Herkes yerini ve sınırlarını bilmektedir ve bu sınırlar bir taraf aleyhine aşıldığında adalet duygusu zedelenir. İnce Memed’in yazarı ve Türkiye İşçi Partisi’nin üyesi olması dolayısıyla Yaşar Kemal solcu kimliğiyle tanınan ve romanlarını da ideolojisi uyarınca şekillendirdiği düşünülen bir yazardır. Fakat bu romanı başka bir düşünce biçiminin, muhafazakârlığın etkisi altında şekillenmiştir.

Bu noktada muhafazakârlığın bir tanımını yapmamız gerekiyor. Evvela, onun kapitalizm ya da sosyalizm gibi tutarlı bir dünya görüşü olup olmadığı sorusunu soracağım. Soruyu böyle sorarsak cevabımız açık bir şekilde “hayır” olacaktır. Muhafazakârlık farklı ideolojilerin parçası haline gelebilen bir düşünce biçimidir. Değişimin kontrollü bir şekilde olmasını, geçmişin ve geleneğin yaşanılan zamanı şekillendiren unsurlar olmasını savunur. Bu yönüyle geçmişteki bir altın çağa dönmek için mücadele veren reaksiyoner ve fundamentalist yaklaşımlardan farklıdır. Muhafazakâr, her zaman kaybolan geçmişin yasını tutar. Fakat bu geçmişi geri döndüremeyeceğinin bilincindedir. İstediği bu geçmişi her zaman hatırlamak, onun bazı değer ve sembollerini yaşanılan zamanı şekillendiren unsurlar haline getirmektir. Geçmişin, geçmişteki güzel zamanların yok olduğunun bilincinde olan Yaşar Kemal de “O iyi insanlar o güzel atlara bindiler, çekip gittiler.’’ sözleriyle kaybolan geçmişin yasını tutmaktadır. Aynı zamanda onların hikâyelerini anlatarak o kaybolan geçmişi edebiyat yoluyla yaşanılan zamanın bir parçası haline getirmektedir.

Romanda Yaşar Kemal’in ağaları ikiye ayırdığını ve aşiret reisi olan feodal ağalara gayet olumlu yaklaştığını söylemiştim. Modernleşmeden önce toprak aşiretin ortak malıdır. Modernleşmeyle birlikte toprağın bir sahibi olması gerekliliği ortaya çıkınca o topraklar da aşiret reisinin ve ailesinin toprakları olmuştur. Bu durumda aşiretin diğer üyeleri de topraksız köylülere dönüşmüştür. Yazar bu gerçeği açıkça söyler. Fakat romanda o bahsettiği topraksız köylülerden somut bir karakter yoktur. İki ağanın mücadelesi çerçevesinde kaybolan geçmişin anlatısı olarak şekillenen bir kurguda bunu anlatabilmesinin imkânı da yoktur. Yazarın en azından bu romanı özelinde o topraksız köylülerin derdini anlatmak gibi bir derdi var mıdır? Yani anlatmak istemiştir de başlangıçta yaptığı kurgu mu buna engel olmuştur? Böyle bir iddiada bulunmak Yaşar Kemal’e büyük bir hakaret olurdu herhalde. Tekrar söylemek gerekirse yazarın romanını düşünürken ya da oluştururken o topraksız köylüleri de anlatma gibi bir derdi yoktur. Paranın temel değer ölçütü haline gelmesinden, alt sınıflarla üst sınıflar arasındaki, daha somut ifadesiyle kapitalist çiftçilerle topraksız köylüler arasındaki çelişkinin çok açık hale gelmesinden rahatsız olan yazar, bunun böyle olmadığı muhayyel bir geçmiş kurgular. Son temsilcileri olarak gösterdiği iki kişi üzerinden de bu geçmişin yasını tutar. Bugüne referansla, bugünün eksikleri üzerinden tanımlanan bir geçmiştir bu. Ondan öte bir anlamı yoktur. Yaşanılan zamanda neyin eksikliği hissediliyorsa onun eksikliği bu muhayyel geçmişe yüklenir. Sorun da buradadır. Yazar sömürünün olmadığı bir toplum değil, bu sömürünün daha az görünür olduğu, ezilenlerin üzerindeki baskının daha yumuşak olduğu bir toplumun hayalini kurmaktadır.

Buraya kadar birkaç defa Yaşar Kemal’in romanda kaybolan, bir daha geri dönmeyecek olan bir geçmişin yasını tuttuğunu söyledim. Bunun muhafazakâr bir yaklaşım olduğundan söz ettim. Şimdi de pek çok edebiyatsevere Yaşar Kemal’le apayrı dünyaların insanıymış gibi görünen bir başka yazardan, Tanpınar’dan söz açmak istiyorum. Yahya Kemal adlı incelemesinde, hocası Yahya Kemal’i anlatırken şöyle der Tanpınar:

Yahya Kemal’inki ise nostalji ve araştırmaydı. O artık bulamayacağını, sanatın dışında o şekliyle hiçbir zaman mevcut olmadığını bildiği eski ledünnî şarkı, Tanrı’nın her var olanda kendiliğinden var olduğu, bütün ayrılıkların ilahî aşkta eriyip kaybolduğu, yaşanan aşkın sadece bir aşk neşidesi olduğu şarkı arıyor, onun yokluğuna sızlanıyordu. Hakikatte bu, “Şark öldü!” demekti. (Tanpınar, Yahya Kemal, 8. Basım, Dergâh)

Çukurova, İstanbul kadar maddi uygarlığın geliştiği bir bölge değil. Dolayısıyla Yaşar Kemal eskiyi anarken tabii ki mimari üzerinden, eski şehirlinin hayatında önemli bir yeri olan ev içi eşyalar üzerinden anmıyor.

Tanpınar, hocasını anlattığı bu pasajda hocası şahsında muhafazakâr yaklaşımın pek çok özelliğini de somutlamış oluyor. Mesela bütün ayrılıkların ilahi aşkta eridiği bir toplumdan bahsediyor. Yahya Kemal’in ya da daha doğru bir ifadeyle Tanpınar’ın muhayyilesindeki Yahya Kemal’in toplumuyla, bütün ayrılıkların, mesela aşiret reisi ile obası arasındaki ayrılığın geleneğin ve törenin etkisiyle flulaştığı, görünmez hale geldiği bir toplumun ne gibi farkları vardır. Belki birinin tanrısı daha insancıldır, diğerininki ise daha kadiri mutlaktır. Birinin yerleşik diğerinin göçebe, birinin kentli diğerinin taşralı olmasından doğan farklar da muhakkak olacaktır. İşin özü itibarıyla bir fark var mıdır peki? Ben olmadığını iddia ediyorum. Yaşar Kemal toplumsal ayrımların geleneğin etkisiyle şekillendiği, geleneğin koyduğu bu ayrımların adalet duygusunu zedelemediği bir toplumun özlemini kuruyor. Yahya Kemal ya da Tanpınar gibi muhafazakârlar da böyle bir toplumu özlüyor. Ayrımları şekillendiren temel unsurun para olduğu ve bu ayrımların kör gözüm parmağına şekillendiği bir topluma yabancılaşıyorlar. Fakat sınıfsal ayrımların kendisine, özüne dair bir eleştirileri yok. Yaşar Kemal’in İnce Memed’ini ayrı bir yere koyabiliriz belki. Fakat Demirciler Çarşısı Cinayeti de dâhil olmak üzere diğer pek çok romanında böyle bir yaklaşımı yok.

İstanbul’u anlatan muhafazakâr yazarlar üzerinde biraz daha durmak istiyorum. Ömer Seyfettin’in ünlü Genç Kalemler Dergisi 1910’da yayımlanmaya başladı. Bundan önce Selanik’te ve İzmir’de onun kadar popüler olamayan, fakat benzer duruşa sahip dergiler olduğunu biliyoruz. Yani 1900’lerin başlarından itibaren Türk edebiyatında Anadolu’ya ve taşralı temalara bir yönelme olduğunu söyleyebiliriz. Cumhuriyet’in ilk yıllarında bu eğilimin başat hale gelmesi kendi karşıtını da yarattı. Yukarıda belirttiğim anlamıyla muhafazakâr bir muhafazakâr edebiyatçılar kuşağı oluştu. Kimdir bunlar? Tanpınar’ı ve hocasını bu kuşak içerisinde saymak mümkün. Abdülhak Şinasi Hisar, Ahmet Haşim, Samiha Ayverdi gibi isimler de bu gruba dâhil edilebilir. Yahya Kemal CHP üyesidir ve Atatürk’ün sofrasının aranan isimlerindendir. Tanpınar, tek parti devrinde milletvekilliği ve 60 İhtilali’nden sonra senatörlük yapmıştır. Muhafazakarlıkları soğuk savaş döneminin angaje ve İslamcı, Türkçü yanı ağır basan muhafazakârlığından farklıdır. Aslına bakılırsa CHP’den çok iktidarının ikinci döneminden itibaren İstanbul’a hoyratça müdahale eden ve şehri bugün olduğu gibi şantiyeye çevirerek kendi burjuvazisini semirtmeye çalışan Demokrat Parti’yle ters düşmüşlerdir.

Yaşar Kemal’in bu isimlerle ortaklığı nedir? Sanki tarihin bir döneminde öznenin, yaşadığı toplum ve çevreyle bir bütünlüğü söz konusudur da değişim, yani modernleşme sürecinde o bütünlük yok olmuştur. Demirciler Çarşısı Cinayeti’ni okurken böyle bir izlenime kapılıyor insan. Yukarıda adları geçen muhafazakâr isimlerin İstanbul anlatıları da böyledir. Tarihin bir döneminde, mesela Osmanlı’nın klasik devrinde özne, yaşadığı mekânla bir bütünken değişim sürecinde bu bütünlük yok olmuş, kendisiyle baş başa kaldığında farklı topluluk içerisinde farklı davranmak zorunda kalan insanlar ortaya çıkmıştır. Birbirlerini gizli gizli severken aynı zamanda öldürme planları yapan, düşman görünen Derviş Bey ve Mustafa Ağa’yı bu bağlamda tekrar düşünelim.

Kaybedilen mekân teması Yaşar Kemal’in sadece bu romanına özgü değildir. Diğer romanlarında da göze çarpan bir temadır. Ölmeden önceki son romanlarından birini ele alalım mesela. Tek Kanatlı Bir Kuş, kimsenin geri dönemediği, terk edilmiş bir şehri anlatıyor. Bir grup insan tek kanatlı bir kuş gibi dolanıyor bu şehrin çevresinde. Giremiyorlar, girer gibi olduklarında korku duvarlarını aşamıyorlar. Sonunda arkalarında bıraktıkları, nasıl bir yer olduğunu çok da anlatamadıkları o muhayyel şehre, kaybedilen zaman ve mekâna geri dönemeyeceklerini anlıyorlar.

Bu noktada 1930’larda yazmaya başlayıp 1960’lara dek eser veren muhafazakâr, İstanbullu edebiyatçılar kuşağının bugün en çok okunan ismi Tanpınar’dan biraz daha bahsetmek, Tanpınar’ın eserleri üzerinden Yaşar Kemal’in bu kuşakla olan benzerliğini biraz daha açmak istiyorum. Beş Şehir’de şöyle der Tanpınar:

Hayır, muhakkak ki bu eski şeyleri kendileri için sevmiyoruz. Bizi onlara doğru çeken bıraktıkları boşluğun kendisidir. Ortada izi bulunsun veya bulunmasın, içimizdeki didişmeden kayıp olduğunu sandığımız bir tarafımızı onlarda arıyoruz. ( Beş Şehir, 32. Baskı)

Çukurova, İstanbul kadar maddi uygarlığın geliştiği bir bölge değil. Dolayısıyla Yaşar Kemal eskiyi anarken tabii ki mimari üzerinden, eski şehirlinin hayatında önemli bir yeri olan ev içi eşyalar üzerinden anmıyor. Fakat eskiyi, yaşadığı zamanın içinde bıraktığı boşluğa, yol açtığı didişmelere cevap bulmak için andığı da çok açık.

Değişim ve bu değişimin bıraktığı boşluk meselesini Tanpınar’ın Huzur’u üzerinden yeniden ele alalım. Huzur’un Mümtaz’ı yıllar sonra geldiği mahallenin ve caminin böyle olmadığını “büyük bir kederle” hatırlar. (17. Baskı, s.18) Sahnenin Dışındakiler’in ana kahramanı Cemal de altı yıl önce babasının tayini nedeniyle ayrıldığı İstanbul’daki eski mahallesine tekrar dönünce duygularını neredeyse aynı kelimelerle anlatır. (16. Baskı, s. 65) Duygu, aynı duygudur. Değişim kötüye doğru gidişle eş anlamlı hale gelmiştir. Yazarın çevreyle, mekânla bütünlüğü kaybolmuştur. Bu boşluk hissi kendisini mekânı, “kötüye doğru giden” gündelik hayatı temellerinden sarsıp yeniden kurma isteğiyle ifade etmez. Yazar, içindeki boşluğu muhayyel bir geçmiş tahayyül ederek, bu geçmişi edebiyatı yoluyla yaşanılan zamanın bir parçası haline getirerek doldurur. Şimdi de Demirciler Çarşısı Cinayeti’nin Derviş Bey’ini hatırlayalım. At üzerinde, Mustafa Bey’in konağı çevresinde bir güzergâhı olmadan dönen Derviş Bey’in içinde büyüyen boşluğu hatırlatarak bitiyordu roman. Ne zaman bu iki düşman ağadan bahsedilse değişen Çukurova’dan da bahsediliyordu. Çukurova değişirken onların içindeki boşluk büyüyordu. Huzur’da, Mümtaz’ın tirada benzeyen konuşmalarından birinde yazar onun ağzından genç yaşta ölen Şeyh Galip’ten, bine yakın eseri olan Dede Efendi’den bahseder. Hayatları sıradan bir hayattır, fakat sade kendilerinin hayatıdır. Devam eden sayfalarda önemli olanın büyük işler yapmak değil, kesif yaşamak olduğu söylenir. Kesif yaşamaktan kasıt Şeyh Galip gibi yaşamaktır. Yani kendisiyle baş başayken başka, topluluk içinde başka davranmak zorunda olmadan, değişen dünyayla değerler arasındaki çelişkinin baskısını hissetmeden yaşamak. Tam bu noktada Mustafa Ağa’nın annesine olan hayranlığını hatırlayalım. Mustafa Ağa da annesini Çukurova’da nelerin değiştiğini dikkate almadan, geçmişten gelen değerlerini tüm yoğunluğuyla yaşayabildiğini düşündüğü için sevmiyor muydu?

Yaşar Kemal’in Tanpınar gibi muhafazakâr edebiyatçılarla olan benzerliğini ele aldığım bu yazıyı, bu benzerlik üzerine birkaç söz söyleyerek noktalamak istiyorum. 1950’lerde Cumhuriyet gazetesi için yaptığı röportajlarıyla tanınmaya başlayan Yaşar Kemal, bu on yılın ortalarında İnce Memed’le birlikte ününün zirvesine ulaştığında solun 1960’lardaki patlamasına çok az bir süre kalmıştı. Dolayısıyla Yaşar Kemal’in bir yazar olarak parlamasıyla solun Türkiye’de büyük bir güç olarak ortaya çıkması neredeyse aynı zaman aralığında olmuştu. Çukurova’daki kapitalist dönüşümü, yabancılaşmadan doğan bir nostaljiyle de olsa çok iyi yansıtan yazar yükselen solla duygudaşlık kurmakta hiç zorlanmadı. Solculuğu uzun bir düşünme ve okuma sürecinin sonucu değildi. Mehmet Ali Aybar’la bu dönemde kurduğu arkadaşlığı hep devam etti. Fakat TİP’teki ayrışmadan sonra ne Mehmet Ali Aybar’la yoluna devam etti ne de Behice Boran’ın önderi olduğu TİP’te kaldı. Yani uzun süren bir örgüt deneyimi de olmamıştı. 1960’larda öne çıkan sosyalist kimliğiyle edebiyatı arasında benim fikrimce doğrudan bir bağlantı yoktur. Romanlarındaki muhafazakâr yaklaşımı bir de bu açıdan düşünmekte yarar var. Yaşar Kemal’in 1930’lar ve 40’larda olgunlaşan muhafazakâr yaklaşımla doğrudan bir bağlantısı olduğunu iddia etmiyorum. Yaşar Kemal’in bu benzerliği fark ettiğini, fark ettiyse de üzerinde düşündüğünü zannetmiyorum. Fakat muhafazakârlığın modernleşmenin hızlı geliştiği dönemlerde ortaya çıkması meselesini neredeyse genel kabul görmüş bir olgu olarak dikkate alırsak iki farklı kaynaktan zuhur eden iki farklı edebiyat arasındaki bu benzerliğin çok da şaşırtıcı olmadığını görürüz.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl