Yener Orkunoğlu, Darmstadt Üniversitesi Ekonomi-Bilgisayar Mühendisliği Bölümü’nde okuduktan sonra aynı üniversitede öğretim görevlisi olarak çalışmaya başladı. Halen aynı üniversitede çalışmakta olan Orkunoğlu, birçok gazete, dergi ve internet sitesinde siyasal ve toplumsal içerikli yazılar yazıyor. Orkunoğlu’nun Bilim ve Gelecek, Hayat ve Sanat, Dönüşüm, Müdahale, İnsancıl gibi dergilerde uzun araştırma yazıları yayımlandı. Yurtdışında günlük gazete olarak yayımlanan Yeni Özgür Politika’da köşe yazıları yazdı. Çalışmalarının merkezini felsefe, sosyoloji, ekonomi politik içerikli yazılar oluşturuyor. Son dönemde Hegel felsefesi ve Marksist felsefe konusunda araştırmalar yürütmektedir. Nietzsche ve Postmodernizmin Gerçek Yüzü (Ceylan Yayınları, 2007) ve Marksizm ve Güncellik (Etik Yayınları, 2010) başlıklı iki kitabı olan Orkunoğlu, aynı zamanda Hans Heinz Holz’un Sosyalizmin Yenilgisi ve Geleceği (Yordam, 2010) kitabının da çevirmenliğini yaptı. Son olarak Hegel’in Gölgesi – Bakunin’den Adorno’ya başlıklı bir çalışması (Notebene Yayınları, Mayıs 2022), kitapçı raflarında yerini aldı. Biz de Yener Orkunoğlu ile yeni çıkan kitabı Hegel’in Gölgesi üzerine konuştuk.

 

Hegel’in Gölgesi geniş bir felsefi ve siyasi yelpaze oluşturuyor. Filozofun ortaya attığı felsefi sorunlar güncelliğini ve önemini koruyor. Peki, Hegel’in önemi ve güncelliği nereden geliyor?

Çok önemli bir soru bu. Birçok perspektiften ele alınarak cevaplanabilir. Ben, kendimce önemli gördüğüm üç perspektifle kendimi sınırlayacağım. Birincisi, Hegel, evreni ve tarihi, esas olarak sürekli bir gelişim içerisinde ele alan ve kavramlarını da buna göre yapılandıran bir filozof. Dolayısıyla onun geliştirdiği tarih anlayışı, dingin, sabit ve katı kavramlara dayanmaz. Hegel, sabit kavramları, sürekli olarak  “akışkan” hale getirme çabasında olmuştur. Onun dayandığı ontolojinin önemini anlamak için, bir karşılaştırma yapmak gerekir. Örneğin, hem Aristoteles, hem de Kant, varlığın kategorilerini önceden saptamaya çalıştılar. Aristoteles, Varlık konusunda 10 Kategori (Cevher, nicelik, nitelik, mekân ve zaman, durum, pozisyon, etki, edilgi, bağlantı), Kant ise dört gruba ayrılmış 12 kategori olduğunu ileri sürmüştü.

Varlığın kategorilerini önceden saptamanın yaratacağı sorunlar nelerdir?

Varlığın kategorilerini önceden saptamak ve sınırlamak demek, varlık konusunda araştırma ve bilgilerin son aşamaya ulaştığı, artık varlık konusunda yeni bilgilere ulaşılamayacağı anlamına gelir ki, bu yaklaşım, bilimin özüyle çelişir. Çünkü bilim, varlık konusunda bilgilerimizin ilerlediğini gösteren bir etkinliktir. Bu nedenle, varlığın kategorileri önceden ve peşin olarak  sınırlandırılamaz. Ayrıca bilimsel ve felsefi araştırmaların gelişimi, sürekli olarak varlık hakkında yeni bilgileri, dolayısıyla yeni kategorileri ve ‘yasaları’ ortaya çıkarmaktadır.

Bu bahiste Hegel’in konumu nedir?

Hegel, kategorilerden hareket etmez, onun önemi, DEĞİŞİM ve OLUŞ gibi özelliklere yönelmiş olmasından kaynaklanıyor.

Hegel konusunda vurgulamak istediğim ikinci perspektif, onun doğa ve toplumdaki gelişme arasında ayrım yapmasıdır. Bir başka deyişle, doğadaki diyalektik ile toplumdaki diyalektik  arasındaki farka dikkat çekmesidir. Bunu şunun için vurguluyorum: Hegel diyalektiğinin, Marksistlerin çoğunluğu tarafında anlaşılmadığını düşünüyorum. Örneğin Engels, diyalektiğin yasalarının hem doğa, hem toplum ve hem düşünce için geçerli olduğunu ileri sürerken, doğa ve toplum diyalektiği arasında ayrım yapmaz. Böylesi bir yaklaşım ekonomik determinizme ve bilinç ve iradenin küçümsenmesine yol açmıştır.

Oysa Hegel, çok açık bir biçimde ikisi arasında ayrım yapmaktadır. Hegel’in Gölgesi – Bakunin’den Adorno’ya –  başlıklı son kitabımda bunu ortaya koydum. Hegel’in Almanca metinlerini de dipnotta yer verdim.

Bu konuyu önemli gördüğüm için, kitabımdan yapacağım uzun alıntının maruz görülmesini rica ediyorum:

Hegel açısından, doğadaki gelişim, döngüsel olarak yinelenen bir harekettir. Tomurcuk ağaca dönüşür; ağaç filizlenir, çiçek açar, meyve verir. Bu nedenle, doğada yeniden canlanma, hep aynı şeyin tekrarıdır, yeni bir şey ortaya çıkmaz. Bu nedenle, “Güneşin altında yeni bir şey yoktur.” Yalnızca  gelişim, dolaysız, esas olarak karşıtsız ve engelsizdir. Doğadaki gelişme sürecinde, kavram ile kavramların gerçekleşmesi arasına hiçbir şey girmez, yani doğadaki gelişme, bilinç ve irade etkinliğine dayanmaz.

Oysa tarih ve toplum açısından bakıldığında, bu durum daha farklıdır. Tarihsel-toplumsal gelişme, doğadaki gibi döngüsel bir yineleme değildir. Çünkü toplumsal yaşamda sürekli bir değişim ve ilerleme vardır. Ayrıca değişim ve ilerleme, bilinç ve irade aracılığıyla gerçekleşir. Hegel’in deyişiyle Tin, kendi karşıtı olan nesnel bir şeye dönüşür, bu yeni nesnellik üzerinden tekrar kendine dönmek, daha üst düzeyde yeni bir Tine geçmeyi hedefler. Ancak toplumda ortaya çıkan yeni bilinç, kendisinin karşıtı ve düşmanı olan nesnelliğin üstesinden gelmek zorundadır. Bu nedenle doğada sakin ve dingin bir biçimde seyreden gelişme, toplumsal yaşamda, hem gerçekliğe hem de aşınmış eski bilinç biçimlerine karşı sert, sonsuz bir kavga ve mücadele olarak ortaya çıkar.

Toplumdaki çelişkileri aşmak, yüksek bir bilinci ve bilinçli bir müdahaleyi gerektirir, yüksek bilinç ise, bireysel özgürlük temelinde oluşur.”

Toplumsal olana ağırlık veren Hegel, benim gözümde, özne-nesne, bir başka deyişle madde-bilinç düalizmini aşan ilk düşünürdür. Onun görüşü şöyle yorumlanabilir: İnsan, madde ile bilinç arasında bir köprü olan varlıktır.

Uzun araştırmalar sonucunda ulaştığım görüşü kısaca şöyle özetlemek isterim: İnsan, hem maddi-fiziki hem de tinsel bir varlıktır. İnsanı, yalnızca maddi varlığa indirgeyen materyalizm ile insanı yalnızca tinsel varlığa indirgeyen idealizm, tek-yanlıdır. Tek-yanlı olan bu iki akım, insanı, maddi ve tinsel bütünlüğü içinde kavramaktan yoksundur. 200 yıldır kafalarda egemenlik kurmuş olan, materyalizm-idealizm gibi yanlış kutuplaşmaktan kurtulmanın zamanı gelmiştir. Hatta çok geç bile kalındı.

Hegel’de gördüğüm ve değer verdiğim üçüncü perspektif ise,  özgürlük ve akılcılık ilkelerine verdiği önemdir. Hegel’in vurguladığı gibi, Kant’ın felsefesi, Fransız Devriminin Alman teorisidir. Fransız devriminin özgürlük ve akılcılık ilkelerini felsefi olarak temellendiren Alman İdealizmi, Hegel felsefesinde zirveye ulaşmıştır. Almanya’da Hegel’in 250. Doğum yılı vesilesiyle yayımlanan bir Hegel biyografisi, Özgürlük Filozofu başlığı altında yayımlandı.

Hegel’i içinde yaşadığı devirle irdelersek kapitalist gelişmenin Avrupa’da yarattığı toplumsal ve siyasi tablo ile Almanya’nın bu tablo içindeki yeri nedir?

Almanya, 18-ve 19. Yüzyılda hem ekonomik açıdan hem de politik açıdan çok geri bir ülkedir. Ekonomik açıdan İngiltere’den politik açıdan Fransa’dan geri kalmışlığının nedenlerinden biri, Almanya’da 200’e yakın küçük devletlerin (devletçiklerin) olması ve Almanya’nın ulusal birliğini gerçekleştirememiş olmasıydı. Hegel, bu küçük devletlere gönderme yaparak, “Almanya artık bir devlet değildir” diyordu.  Küçük devletlere bölünmüş durum, Alman Halkının, özellikle orta sınıfın karakter yapısı üzerinde öylesine olumsuz bir etkisi vardı ki, ‘dar kafalı’ Alman deyimi bir dönem Alman filozoflarının, özellikle Fichte ve Hegel’in kullandığı bir deyim olmuştu.

Küçük devletlere bölünmüş olmanın getirdiği diğer olumsuz bir durum ise, feodal gericiliği aşacak ve burjuva devrimini yapacak bir burjuvazinin oluşamamasıydı. Bu durumu Avusturya Marksist’i Otto Bauer şöyle ifade etmişti: “Alman Entelektüelleri, Hıristiyanlık öğretilerinden tamamen kopamadıkları için, hümanist gelenekleri yaratamadılar.”

Önemli Alman filozofları, Almanya’nın geri kalmışlığını aşmak için, Fransız devriminin ilkeleri olan akılcılık ve özgürlük ilkelerine dayanarak, görüşler ileri sürdüler. Ne var ki, Napolyon, Fransız devriminin ideallerini, silah zoruyla, yani ordularıyla, başka ülkelere yaymaya başlayıp, 1806 yılında Prusya Ordusunu iki gün içinde mağlup ederek Almanya’yı işgal ettiğinde, Almanya’da Orta sınıf entelektüellerinin büyük çoğunluğu yalnız Napolyon işgaline karşı değil, Fransız Devriminin ideallerine de karşı durdular. Fransız rasyonalizmine karşı cephe alarak, ‘Alman Yolu’ olarak milliyetçiliğe, ırkçılığa ve giderek militarizme çark  ettiler. Almanya’da güçlü liberal bir eğilim olmadı. Schiller, Goethe ve Hegel gibi Fransız Devriminin ideallerin sadık kalanların düşüncesi, ne yazık ki, egemen düşünce haline gelemedi. Almanya’da yaygın olan Fransız ve Yahudi düşmanlığına karşı Hegel şöyle der:

“İnsan, insan olduğu için değerlidir, Yahudi, Alman, Katolik, Protestan, İtalyan, vb. olduğu için değil. Bu fikri savunan bilinç, muazzam bir öneme sahiptir.”

Kısacası; birçok faktörün birleşmesinin sonucu olarak Alman ekonomik ve siyasal yaşamında Hegel sonrası dönemde şöyle bir durum ortaya çıktı: Almanya’da ekonomik alanda burjuvazi egemen olurken, siyasal alanda, devlette, Aristokratik gericilik ve militarizm egemen oldu.

Alman felsefesi ve Hegel, kapitalist gelişmenin “Alman tarzı”nı nasıl alımladılar?

Almanya’da bir dönem iki temel düşünce akımı gündeme gelmiştir. Aydınlanma düşüncesi ve ona tepki olarak doğan Romantizm. Fransız devriminden sonra, bu devrime tepki olarak ortaya çıkan Romantizm, esas olarak geçmişe özlem duyan, Hıristiyan ve aristokratik gelenekleri savunan gerici bir eğilimdi. Ayakları öne, ama kafası sürekli geriye yönelik olan bir akım. İngiliz ve Fransız romantizmi, kendini kültür ve sanat alanıyla sınırlarken, Alman romantizmi devlet ve toplumu yönetme gibi sorunlara da el attılar.

Şunu baştan söylemekte yarar var: Almanya’daki iki akım içerisinde başat olan ve giderek Alman entelektüellerini etki altına alan akım, Romantizm akımıydı. Bu akıma eğilim gösterenlerin büyük çoğunluğu, giderek milliyetçiliğe ırkçılığa doğru evrildiler. Aydınlanmanın ilkelerini savunan çok küçük bir azınlık (Schiller, Goethe, Hegel vb.), toplum üzerinde belirleyici bir etkiden yoksun kaldı.

Dolayısıyla Alman felsefesi içinde farklı tutumları görüyoruz. Örneğin, Alman felsefesinin önemli bir filozofu olan ve ilk dönem  Fransız Devriminin ilkelerini savunan Fichte,  son döneminde Napolyon’un Almanya’yı işgal etmesi nedeniyle, milliyetçiliğe ve ırkçılığa eğilim gösterir. Sadece Napolyon’dan değil  Fransızlardan nefret ettiğini açıkça dile getirir. Oysa Hegel, Napolyon’un Almanya’da yaptığı ileri reformları destekleyen biri olarak, milliyetçilerin eleştirisine uğramıştır.

Gericiliğe eğilim gösteren Alman Romantizmi, bireysel özgürlüğe, hümanizmaya, evrenselliğe karşı, milleti ve milliyetçiliği çıkarmıştı. Alman milliyetçiliği ise, devlete ve savaşa övgüler dizen milliyetçilik biçimini aldı. Örneğin, Bismarck döneminin ünlü ve etkili tarihçisi Treitschke (1834-1896), savaşı överek savaşı isteyen  yeni bir nesil yetiştirilmesi için çaba göstermişti. Şöyle diyordu Treitscke:

“Savaş, Tanrı tarafından saptanmış düzenin bir parçası olarak görülmek zorundadır. Savaş, ahlâki açıdan meşrudur. Ebedi barış düşüncesi sadece olanaksız değil, aynı zamanda ahlâksızdır.”

Kısacası; Almanya’nın ekonomik ve siyasal açıdan geri kalmışlığı, Almanya’da kapitalist gelişmenin Alman tarzını önemli ölçüde etkiledi.  19. Yüzyıl ve 20. Yüzyılın ilk yarısında ‘Alman tarzı’ kapitalist gelişme demek, milliyetçi-ırkçı-militarist olan devlet tarzını geliştirmek demekti. Hegel de devlete büyük önem verir, ama onun savunduğu devlet, bireyin haklarını ve özgürlüklerini savunan ve garanti altına yasalara dayanan akılcı bir devlet anlayışı idi.

Son olarak şunu söylemek mümkün: Alman tarihi üzerine araştırma yapan tarihçilerin büyük çoğunluğu,  gerçek bir burjuva devrimi yapmayı başaramayan Almanya’da liberalizmin çok cılız olduğunu, liberallerin milliyetçiliğe çark ettiği konusunda hem fikir. Liberalizm, Hitlerin yenilgisinden sonra, Almanya’ya ‘ithal mal’ olarak girdiği görüşü ileri sürülüyor ki,  yabana atılacak bir görüş değil.

Buradan başka bir soruya geçmek istiyorum. Üçüncü soruya verdiğiniz yanıtta materyalizm ve idealizmin sentezinden bahsettiniz, bu görüşünüz Felsefi materyalizme bir reddiye oluşturur mu?

Hem evet, hem de hayır. Düşüncenin ilk kaynağının madde olduğunu söylemesi yönünden, felsefi materyalizm yanlış değildir; ancak eksiktir. Materyalizmin başlıca eksiği, Marx’ın da vurguladığı gibi, şeyleri, gerçekliği, toplumsal durumu, yalnızca NESNE olarak algılaması, öznenin aktif rolünü yeterince dikkate almamasıdır.

Materyalizmin eksik yanına, Marx, Feuerbach Üzerine Tezler’in I. maddesinde dikkat çekmiş, etkin yönün, materyalizme karşıt bir biçimde, idealizm tarafından geliştirildiğini vurgulamıştı. Marx’a göre, hem materyalizm, hem de idealizm tek-yanlıdır. Hegel felsefesiyle ilgilendiği dönemde, Marx, özünde materyalizm ile idealizmin tek-yanlı olduğuna işaret ederek, ikisinin birliğine vurgu yapmıştı: Bakın ne demiş Marx, 1844 Elyazmaları’nda:

Doğalcılığın ve insancılığın, hem idealizmden ve hem de materyalizmden nasıl ayrıldığını, aynı zamanda her ikisini birleştirdiğini görüyoruz. Aynı zamanda, yalnızca doğalcılık, dünya tarihi olaylarını kavrama yeteneğindedir.”

Nedense, onun bu görüşü, hiç dikkate alınmamıştır.

Ne var ki, Alman İdeolojisi başlıklı eserlerinde Marx ve Engels,“gerçeğin kendisini göstermesiyle, bağımsız felsefenin varlık ortamını yitirdiğini” ilan ederler. Kendi öğretilerini pozitif bilim olarak değerlendirirler.

Kapital adlı çalışması nedeniyle son dönemlerinde felsefe ile ilgilenmeyen Marx, felsefi sorunlarla, ilgilenmeyi, Engels’e bırakır. Ancak Engels açısından “felsefe”, pratik hayattan koparılmış spekülatif düşünceden başka bir şey değil. Doğa bilimlerinde yaşanan muazzam gelişmeler nedeniyle, felsefenin ölümünü ilan eden Engels’e göre, felsefeden geriye kalan sadece diyalektiğin yasalarıydı. Ne var ki,  Engels, doğadaki gelişme ile toplumdaki gelişme arasında bir ayrım yapmaz. Oysa toplumsal yaşamda, insanın bilinci, amacı ve iradesi gibi öznel faktörler önemli rol oynar. Doğa ve toplum diyalektiği arasında ayrım yapmamak, bilincin, amacın ve iradenin önemini yeterince dikkate almayan bir görüşe zemin hazırlamıştır.

Toplumsal gerçeklik, tesadüfen ortaya çıkan bir şey değildir. İnsan eyleminin ürünüdür. Eğer toplumsal gerçeklik, insanların etkinliklerinin ürünüyse, o zaman verili toplumsal gerçekliği dönüştürmek, insan etkinliklerinin ürünüdür. Ancak toplumsal gerekliğin dönüşmesi, bir ideayı, bir amacı gerektirir. Marx, bu durumu Kapital adlı eserinde şöyle dile getirir: En kötü bir mimarı, arılardan ayıran şey, mimarın yapacağı şeyi, önceden kafasında tasarlamasıdır.

Yakından bakıldığında, bir şeyi kafada tasarlamak, idealist bir yaklaşımdır. Bir tasarının gerçekleştirilmesi, benim açımdan idealizmin özelliğidir. İdealist felsefe, düşüncenin rolüne dikkat çekmesi açısından önemlidir; ama idealist felsefenin eksikliği, düşüncenin kaynağının maddi temelini tümüyle görmezden gelmesidir. Toplumsal gerçeklik ve gerçekliğin dönüşümü, ancak tek-yanlılıktan kurtulan materyalizm ile tek-yanlılıktan arındırılmış idealizmin bir senteziyle açıklanabilir.

Bu nedenle, materyalizm-idealizmi karşı karşıya getiren,  asırlardır süregelen düşünme geleneğini sorgulamak gerekir. Tabii, bu yanlış ayrımın aşılması gerektiği, düşünce tembellerinin ezberlerini bozduğu için, karşı çıkışların olması doğaldır.

“Materyalizmin başlıca eksiği, şeyleri, gerçekliği, toplumsal durumu, yalnızca NESNE olarak algılaması” ve “öznenin aktif rolünü yeterince dikkate almamasıdır. “ dediniz, şöyle bir soruyla yorumunuzu açalım. Bahsettiğiniz materyalizm Marx, Engels ve Lenin’in materyalizmi mi, yoksa pozitivist, evrimci ve diyalektik olmayan materyalizm mi?

Öncelikle, ‘diyalektik denilince ne anlaşılıyor’ sorusunu açıklığa kavuşturmak gerekir. Diyalektiğin birçok tanımı yapmak mümkün. Örneğin, ‘diyalektik, gelişim ve değişimin mantığıdır’; veya ‘diyalektik, karşıtların birliğinin ve mücadelesinin öğretisidir’ vb.

Ancak konumuz öznenin rolü olduğu için, öznenin rolünü dikkate alacak şekilde tanım yapmak ta mümkündür.  Bu anlamda diyalektik, aynı zamanda, madde ile düşüncenin ayrılmaz birliğini ifade eden, maddi değişikliklerin, yani nesnel gerçekliğin değişiminin öznesinin, düşünce olduğunu kabul eden bir mantıktır. Kısacası, düşünce, bütün değişikliklerin öznesidir. Düşüncenin maddeden belli bir ölçüde bağımsız olduğunu kabul etmeyen görüş, bir toplumda var olan maddi koşulların ötesine nasıl geçildiğini, maddi koşulların değişimini açıklamaktan yoksundur.

Madde’nin ne olduğu, az çok açık ve kolay anlaşılabilen bir şeydir. Ancak, ‘düşünce nedir’ sorusu, o kadar kolay cevaplanabilen bir soru değil. İşte tam bu noktada, kaba materyalistler ile diyalektik materyalistler arasındaki fark gündeme gelmektedir. Düşünce konusunda, kendini diyalektik-materyalist olarak gören birçok sosyalistin kafası oldukça karışık. Çünkü düşüncenin de maddi bir şey olduğunu sanıyorlar. Tabii o zaman şöyle bir durum çıkıyor ortaya: Eğer düşünce de maddi bir şeyse, o zaman ‘madde-düşünce’ ilişkisi ‘madde-madde’ ilişkisi olarak anlaşılır ki, bu da anlamsız olur.

Madde ve düşünce, hem birbiriyle özdeş hem de birbirinden farklıdır. Bir örnekle açıklamak yararlı olur sanırım: Örneğin, dışarıda ormanda veya bir bahçede gördüğümüz ağaç,  gözle görülen, dokunulan, yani maddi olan bir şeydir. Maddi olan ağaç, insan beyninde ‘ağaç’ kavramı olarak ifade edilir.  Bu anlamda, maddi ağaç ile ağaç kavramı birbirine özdeştir; fakat aynı zamanda bu ikisi birbirinden farklıdır. Çünkü dışarıda gördüğüm ‘ağaç’ gözle görülen, dokunulan maddi bir nesneyken, bilincimdeki ‘ağaç’ kavramı, gözle görülemeyen ve dokunulamayan ideal bir şeydir. Bu anlamda maddi olan ağaç ile ideel olan ağaç birbirinden farklıdır. Dolayısıyla Hegel’in dediği gibi, ‘Özdeşliğin ve Farklılığın Birliği’ (Einheit der Identität und des Unterschiedes) söz konusudur.

Bu nedenle, düşünce, maddi olan bir şey değil, beynin bir işlevi, bir fonksiyonudur. Düşüncenin, ilk kaynağı maddedir; ama düşüncenin kendisi maddi bir şey olmadığı gibi, maddeden belirli ölçüde bağımsızdır. İşte bu maddeden bağımsızlığı nedeniyle, maddeyi değiştirebilmekte ve yeni nesnel gerçekliği yaratabilmektedir.

Diyalektik olmayan materyalizm, öznenin aktif rolünü dikkate almadığı için eksiktir ve tek-yanlıdır.   Ancak asıl sorun şurada: Diyalektik materyalizm konusunda bir netlik yoktur. Şöyle ki, birçok sosyalist, diyalektik materyalizmi savunduklarını sanıyor, fakat savundukları görüşler, çoğu zaman kaba materyalizmin ötesine geçemiyor; çünkü birçokları bir yanda öznenin aktif rolünü ya yeterince dikkate almıyor veya görmezden geliyorlar. Öte yandan, ‘düşünce de maddi bir şeydir’ görüşü, üzerine iyi düşünülürse, hem düşüncenin maddeden belli bir bağımsızlığını reddediyor hem de değişimin asıl öznesinin düşünce olduğunu inkâr ediyor.

Felsefi alanda madde-düşünce ilişkisinin toplumsal alandaki ifadesi altyapı-üstyapı ilişkisidir. Bu konuda Engels, hata yaptıklarını kabul eder. Örneğin Engels, Joseph Bloch’a, 21 Eylül 1890 yılında yazdığı o ünlü mektupta şunları ifade etmişti:

Gençlerin zaman zaman ekonomik yana gerektiğinden daha çok ağırlık vermelerinden Marx’la benim de kısmen sorumlu tutulmamız gerekir. Hasımlarımız karşısında (Vurgu Engels), onların yadsıdıkları ana ilkeyi vurgulamamız gerekiyordu ve etkileşime katılan öbür etkenleri onlara uygun ölçüde vurgulayacak ne zaman, ne yer ne de fırsat bulabildik. (…) Ama ne yazık ki, yeni bir teorinin ana ilkelerini, her zaman doğru bir biçimde olmasa bile, benimser benimsemez o teoriyi tümüyle anladıklarını sananlar, pek sık görülüyor. Şimdiler de, yeni ‘Marksist’ olmuşların birçoğunu bu kınamanın dışında tutamam; çünkü en şaşırtıcı saçmalıklar o çevrede üretiliyor.

Burada dikkat edilmesi gereken nokta şu: Engels, bu öz-eleştiriyi, Anti-Dühring (1876-1878) Doğanın Diyalektiği (1873-1883) başlıklı eserlerini yazdıktan sonra yapıyor. Bunun anlamı şu: 1890’a kadar, kaba materyalist felsefeyle yetişen yeni bir kuşak yetişiyor ve bu kuşak, her şeyi ekonomik temellere dayandırıyor. Dolayısıyla bu kuşak, mekanik materyalist bir düşüncenin pençesine takılarak, ekonomik gelişmenin otomatik olarak sosyalizme götüreceğini iddia eden doğadaki gibi determinist bir görüşü savunuyor. Düşüncenin gücünü küçümseyen bu yeni ‘Marksist kuşak’,  politikanın, kültürün, felsefenin, ideolojinin rolünü görmezden geliyor. Aslında bugün dünyada yaygın olan Marksist felsefede, aslında mekanik materyalizmden kurtulamamış felsefedir. I. Dünya savaşından önce güçlü olan Avrupa’daki Sosyal Demokrat Partilerin (siz Marksist partiler olarak okuyun) hiçbiri sosyalist devrimi başaramamaların en önemli nedenlerinden biri, ‘Marksist kuşağın’ kafasında egemenlik kuran mekanik materyalizmdi.

Hegel’i okuyuncaya kadar Lenin de büyük ölçüde mekanik materyalizmin etkisi altındadır. Bu etkiyi onun Materyalizm ve Ampiryokritisizm adlı eserde görmek mümkün. Bu eserinde, ‘bilinç, maddenin yansımasıdır’ der ve Hegel’i okuduktan sonra mekanik materyalizmim etkisinden kurtularak şunu yazar: “İnsan bilinci, yalnızca nesnel dünyayı yansıtmaz, aynı zamanda yaratır da.”(Lenin, Philosophische Hefte, Lenin Werke 38, s. 203. Ayrıca Bkz. Lenin, Felsefe Defterleri, s. 172)

Öznenin rolünü kavrayan Lenin’in, Ekim Devrimi’ni gerçekleştirmesinde rolü son derece önemlidir.

Burada yeri gelmişken, Walter Benyamin’ın Alman Sosyal Demokrat (Marksist) parti konusunda Tarih Kavramı Üzerine (Über den Begriff der Geschichte) başlıklı, birçok tez içeren tezlerinden ikisini anmak isterim. XI. Tezinde şöyle yazıyor Walter Benjamin:

Başından beri sosyal demokrasiye özgü olan konformizm, sadece siyasi taktiklerine değil, aynı zamanda ekonomik fikirlerine de yapışmıştır. Bu konformizm, sosyal demokrasinin daha sonraki çöküşünün bir nedenidir. Alman işçi sınıfını en çok yozlaştıran şey, tarihin akışının işçi sınıfından yana olduğu görüşüdür. Teknik gelişim onun tarafından, içinde yüzebileceğini düşündüğü akıntının eğimi olarak görülüyordu. Teknik gelişme, Sosyal Demokrasiye, tarihin akışının eğimi olarak görünüyordu ve bu teknikle, geleceğe doğru yüzüldüğü sanısı vardı. Buradan, teknik ilerleme sürecinde yer alan fabrika çalışmasının siyasi bir başarıyı temsil ettiği yanılsamasına sadece bir adım kalmıştı.

Benjamin, XII. Tezinde ise şunları yazıyor:

Önceki yüzyılı sarsan Blanqui’nin adını sosyal demokrasi otuz yıl içinde hafızalardan silmeyi neredeyse başardı. İşçi sınıfı için,  gelecek kuşakların kurtarıcısı rolünü yeterli sayarak, ona güç veren kaynaklardan birini kuruttu.

Blanqui devrimciliğinin, devrime adanmışlığı, fedakârlığı, sisteme karşı nefreti, Alman Sosyal demokrasisi tarafından görmezden gelindi. Sonuç biliniyor. Bu nedenle, dünyada yaygın olan sığ Marksizme, Fransız devrim aşısı gereklidir; yani adanmışlığın ve fedakarlığın simgesi olan Fransız devrimcilerinin eylemsel yeteneklerinin Marksizme taşınması önem arz ediyor.

Hegel de kendi felsefesinde, idealizmin ve materyalizmin bir sentezine eriştiğini savunur; fakat bu sentez idealizm düzleminde kurulan bir sentez olduğu için Marx tarafından eleştirildi. Lenin’in deyimiyle “Akıllı idealizm” bir sentezle içermek materyalizmle idealizm arasında eşit bir ilişki kurmayı gerektirir mi? İdealizm diyalektik materyalizme “içsel” aşılmış tarihsel bir unsur değil midir?

Önemli sorular bunlar. Tabii, idealizmden ne anlaşıldığına bağlı olan sorular. “Akıllı idealizm”  ile kastedilen nedir? Akıllı idealizm, nesnel gerçekliği reddetmez ve düşüncenin nesnel dünyayı yönettiğini ve nesnel gerçekliği yarattığını söyler. Ki Lenin’in de vurguladığı gibi (İnsan bilinci, yalnızca nesnel dünyayı yansıtmaz, aynı zamanda yaratır da), bilincin yaratıcı gücüne vurgu yanlış değil, şu anlamda idealizm eksiktir; çünkü bilincin ilk kaynağının madde olduğu gerçeğini dikkate almıyor.

Söylediklerimin iyi anlaşılması için, soruna başka bir perspektifle yaklaşmayı deneyelim. Materyalizm ve idealizmin bir sentezini oluşturan maddeci diyalektik bakış açısı, birbirini koşullayan ve birbirinden ayrılmayan iki aşamaya sahiptir. Birinci aşamada, düşünce ve bilinç madde tarafından koşullandırılır, düşüncenin de bilincin de kaynağı maddedir. Bu anlamda madde, birincildir, temeldir, nedendir. Dolayısıyla düşünce, bilinç ve kavramlar sonuçturlar, bir başka deyişle ikincildirler. Ancak ikinci aşamada, sonuç olarak ortaya çıkan düşünce, bilinç, kavramlar, vb. zihnin girdisini oluştururlar. Düşünce kendini gerçekleştirmeye, cisimleştirmeye yönelir. Maddi kaynaktan koşullanan düşünce, bilinç vb. bu ikinci aşamada birincildir, temeldir, nedendir. Düşüncenin gerçeklemesinin sonucu olarak ortaya çıkan maddi gerçeklik ise ikincildir; çünkü düşüncenin gerçekleşmesinin sonucudur.

Örneğin sosyalist teori, kapitalizm koşullarındaki maddi-ekonomik ilişkilerin sonucu olarak ortaya çıkar, çıktıktan sonra ise teorinin maddi bir gerçekliğe dönüşmesi gerekir. Marx, “Teori, yığınları sarar sarmaz, somut bir güç durumuna geliyor” demiştir.

Lenin’in Felsefe Defterleri’nde düştüğü iki not üzerinde iyi düşünmek gerekir: Birinci not şu: “Hegel, diyalektik maddecilik dışında, her türlü maddeciliğe darbe vurmuştur.” İkinci not ise daha anlamlı: “Akıllı idealizm, yani diyalektik materyalizm, aptal materyalizmden daha yakındır.

Bu açıklamalardan sonra, şu sorunuza kısa cevap vermek isterim. Şu soruyu yöneltmişsiniz: İdealizm diyalektik materyalizme “içsel” aşılmış tarihsel bir unsur değil midir?

Cevabım şöyle: ‘Diyalektik Materyalizm’ sözcüğü, ‘İdealist Materyalizm’ olarak da okunabilir. Dolayısıyla idealizm, ‘içsel’ aşılmış olan bir şey değil, idealizm diyalektik materyalizmde içselleşmiştir. Çünkü ‘diyalektik’ sözcüğü, madde-düşünce ilişkisini ve düşüncenin öznenin aktif-yaratıcı rolünü dile getirmiyorsa, o zaman böyle anlaşılan ‘Diyalektik Materyalizm’in mekanik materyalizmden farkı yoktur.

 

Engels, doğadaki gelişme ile toplumdaki gelişme arasında bir ayrım yapmaz.” dediniz, insanın doğayla ilişkisini emek, üretim, etkinlik olarak dolayımlayan, insanın doğadaki tarihsel eylemine bağlı olarak doğanın da toplumsallaşarak tarihsel biçimlere bürünmesi, pozitivist olmayan diyalektik bir ayrıma işaret etmez mi?

Engels, diyalektiğin yasalarını doğadan üretti ve diyalektiğin üç yasası olduğunu ileri sürdü:

1) Niceliğin niteliğe dönüşmesi ve tersi yasası;

2)Karşıtların karşılıklı iç içe geçmesi yasası ve

3)Yadsımanın yadsınması yasası.

 

Yıllarca bunlar öğretildi. Fakat bir soru ortaya çıkıyor: Bu yasalar, doğadaki diyalektik ile toplumdaki diyalektik arasındaki farkı dikkate alıyor mu? Doğada bilinç, irade ve amaç gibi kavramlar yok. Oysa insan ve toplum yaşamı, bilinç, irade, amaç gibi kavramlar olmadan anlamsızdır. Doğadan üretilen diyalektiğin, toplumsal alana aktarılması, doğadaki determinizm ile toplumdaki determinizmi birbirine eşitleme yanlışına götürüyor.

Ayrıca, doğanın yasalarını üç yasaya indirgemek, doğadaki muhtemel yeni yasaların ortaya çıkabileceğini görmezden gelmiyor mu? Lenin’in diyalektik konusunda Engels’ten farklı düşündüğü biliniyor.

Geçerken bir not düşelim: Diyalektiğin yasalarını kodlayan Stalin, nedense kendi kitabında ‘Yadsımanın Yadsınması Yasası’na yer vermemiştir. Bu nokta birçok insanın dikkatini çekmemiştir. Peki, Stalin, kitabında neden bu yasaya yer vermemiştir? Bu sorunun cevabı, bu söyleşinin konusu değil.

 

Kısa bir değiniyle küçük bir pencere açabiliriz; çünkü okurlar muhakkak soracaktır. Stalin ve Mao’dan, Adorno’ya kadar farklı felsefi ve siyasi görüşler, farklı kaygılarla Engels’in Anti-Dühring’de belirttiği ilkelerin üçüncüsü olan Yadsımanın Yadsınması Yasasına felsefelerinde yer vermediler. Üstelik Stalin ve Mao’dan farklı olarak Adorno’nun siyasi bir iktidar konumu da yoktu. Bu soru nasıl yanıtlanmalı?

 

Yadsımanın Yadsınması Yasası, var olan her şeyin yadsınmasını dar anlamda ele alırsak şu yoruma götürür: İktidarda olanların da yadsınması gerekir. Stalin’in bu yasayı dikkate almaması bu anlamda, onu iktidarın en yüksek noktasında olmasıyla ilgili. Stalin, Yabancılaşma sorunu konusunu da mesafeli durmuştur.

Adorno’ya gelince, Adorno, Almanya’da çok güçlü ve örgütlü olan işçi sınıfı hareketinin ve neredeyse ikinci bir güç olan Alman Komünist Partisinin yenilgilerine tanık olan biri. ‘Zafer bizimdir’ diyen komünist partisi, bırak zafere ulaşmayı, varlığını bile sürdüremedi. Alman faşizmi tarafından ezildi. Hem bu gelişmeler, hem de ona göre II: Dünya savaşından sonra Avrupa işçisi sınıfı hareketinde görülen sisteme entegre olma eğilimi, Adorno’da karamsar görüşlere zemin hazırladı. Bunlar da onun felsefi görüşlerine yansıdı, diye düşünüyorum.

Hegel ve Marx arasında bağlantı kurarak eser veren yazarlar, iki düşünür arasında bağlantı kurayım derken Hegel ve Marx arasındaki farklılığı ve karşıtlığı siliyorlar. Dahası Hegel’e Marx’ın bakış açısından yaklaşmak yerine, Marx’a Hegel’in bakış açısından yaklaşıyorlar. Yeni çalışmanız Hegel’in Gölgesi bu salınımda durduğu yer neresi?

Her iki yaklaşımın tek-yanlı olduğunu düşünüyorum. Bence, Hegel diyalektiği olmasaydı, Marx’ın teorisi ortaya çıkmazdı. Dolayısıyla Marx ve Hegel ilişkisine de diyalektik açıdan yaklaşmak gerekir. Hegel’e Marx’ın açısından yaklaşmak gereklidir; ama yetersizdir. Aynı zamanda Marx’a da Hegel açısından yaklaşmak gerekir. Çünkü diyalektiği, en sistemli bir biçimde izah eden düşünür Hegel’dir. Nihayet Marx,   diyalektiğin en kapsamlı şekilde Hegel tarafından ifade edildiği kabul eder. Ve ayrıntılı ve bilinçli bir biçimde diyalektiğin genel işleyiş biçimini, ilk kez onun sunmuş olduğu gerçeğine dikkat çeker.

Hegel’de diyalektiğin baş aşağı durduğunu dile getiren Marx, diyalektiğin ayakları üzerine oturtulması gerektiğini savunur. Ama diyalektiği düzeltme, ayakları üzerine oturma- bana kalırsa- çok tek yanlı bir şekilde anlaşılıştır. Üstelik Marx, bu işi nasıl başardığını açıklamamıştır;  yani kendi diyalektiği üzerine, bize bir eser bırakmamıştır. İşte bu nedenle, diyalektik konusunda birçok yanlış görüşler gündeme gelmiştir. Lenin, Marx’ın diyalektiğinin Kapital’de uygulandığını ve bu eserden diyalektiğin türetilmesi gerektiğini vurgular.

Hegel diyalektiğinin iki önemli unsuru şöyle ifade edilebilir: 1) Doğa’daki gelişme ile toplumdaki gelişme birbirinden farklıdır. 2) İnsan ve toplum yaşamında, bilinç, irade, amaç gibi kategoriler var. Toplum diyalektiğinde özne-nesne ilişkisinin, özel bir yeri vardır.

Marx, doğa diyalektiği ile toplum diyalektiği arasında ayrım yapar. Örneğin Marx, Kapital adlı eserinde Vico’nun görüşüne gönderme yaparak şunları yazar: “İnsanlığın tarihini doğa tarihinden ayıran şey, ilkini bizim yapmamız ve ama ikincisini bizim yapmamamızdır.”

Fakat Engels’te doğa diyalektiği ve toplum diyalektiği arasındaki fark silinmiştir. Marx ve Engels arasında ayrım yaptığım biliniyor sanırım. Engels’in felsefe alanındaki üç yanılgısını şöyle ifade etmek mümkündür: 1. Doğa ve toplum diyalektiği arasındaki farka dikkat çekmemesi; 2. Felsefeyi küçümseyip pozitif bilimleri abartması. 3. Hegel’in sistemi ile yöntemi arasında ayrım yaparak, sistemi reddederek, yalnızca diyalektiğin önemli olduğunu ileri sürmesi. Hegel’in Gölgesi başlıklı kitabımda, birçok düşünürün, felsefi alanda Engels’e yönelik eleştirilerini dile getirdim.

Dünyadaki yaygın bilimi hala diyalektikten ziyade analitik yönteme dayanmaktadır. Hatta Lucien Godmann bir keresinde şöyle demişti “toplumsal bilimler diyalektik olmalı mı olmamalı mı sorusunu sormak, olsa olsa, bu bilimler gerçekliği anlamalı mı, yoksa çarpıtıp gizlemeli sorusunu sormaktır” diyor. Bu konuda siz ne dersiniz?

Analitik düşünce, elbette önemli ve gereklidir. Zira insan düşüncesi; ilkin, belirlenimler yapmadan ve sınır koymadan düşünemez. Ancak analitik düşünce, toplumsal değişimi açıklama gücünde değildir. Diyalektik, özünde var olanın aşılmasına ve olumsuzlanmasına yöneldiği için, değişime dikkate çeken bir düşünce biçimidir. Ne var ki, diyalektik düşünce, sadece olumsuzlayan ve yadsıyan bir yaklaşımdır; ancak aşılması gerekenin yerine, hangi olgunun gelmesi konusunda bize fazla bir şey söylemez. Dolayısıyla olumsuzlanmanın içinde yeni olumluluğu açığa çıkarıp sergilemek gerekir ki, bu da kurgusal mantıktır.

Dediklerimin daha iyi anlaşılması için,–şematize etmenin sakıncalarını göz önüne almak koşuluyla- konuyu biraz Hegel’e dayanarak şöyle şematize edeceğim. Hegel açısından –Formel Mantık-Diyalektik Mantık- KurgusalMantık üçlüsü, özünde gerçek diyalektik düşüncenin birbirinden ayrılmaz üç unsurudur. Ne var ki, yaygın sığ anlayış, diyalektik düşünceyi, tabanından (formel mantık) ve tavanından (kurgusal mantıktan) koparmıştır. Halbuki, diyalektik mantık, formel mantık üzerine dayanır, formel mantığı aşar ve kurgusal mantığa doğru yükselir. Marksist hareket içinde kurgusal mantığın değeri, şimdiye kadar hak ettiği değeri görememiştir.

Kurgusal Mantık, idealizmden devr alınmıştır. Ama benim ileri sürdüğüm, belli toplumsal maddi temel üzerinde yükselen, ancak maddeden belirli ölçüde bağımsızlaşarak, toplumsal yapıyı değiştirmeye yönelen, bilinç-amaç-irade üçlüsünü dayanan kurgusal düşüncedir. Toplumsal alanda değişimin en belirleyici unsurunun, düşünce olduğunu kabul etmeyen, tarihi açıklayamaz.

Bu açıklamalar temelinde, Diyalektik Materyalizm düşüncesinin, materyalizm ile idealizmin sentezi olduğu tezini ileri sürüyorum. Kanımca bu tezi, Türkiye’de ilk defa dile getiren benim. Bu tezime karşı olan muhalefeti biliyorum. Kimileri, söylediklerim üzerine kafa yoracaklarına, ‘Vay Orkunoğlu, Engels’i eleştiriyor’ diyerek, sitem ediyorlar. Bu davranışlarıyla, kendi düşüncelerini ve kendilerini küçülttüklerini göremedikleri gibi,  kendilerini özgür ve bağımsız düşünmenin önemini anlamaktan yoksun bırakıyorlar. Dogmatizmin çukuruna düştüklerini fark edemiyorlar. Marksizm’in başına ne geldiyse, hep bu dogmatiklerden geldi.

Türkiye gibi ülkelerde dogmatik düşüncelere karşı durmak ve bunları aşmak uzun bir süreci gerektiriyor.

 

Son olarak liberal düşünürler Hegel felsefesini totalitarizmle yüklü olduğunu, “totalite” düşüncesinin Nazizmin toplama kamplarında sona erdiğini ifade ederek Hegel’i “açık toplum”un karşısına koydular. Diğer yandan Prusya gericiliğini savunan muhafazakâr düşünürlerse Hegel’i ateist, gizli bir Spinozacı ve devlet düşmanı olmakla suçlayarak onun politik düşüncesini monarşi kılığına girmiş cumhuriyetçilik olarak yerdiler.

Evet, Hegel’i  ‘Açık Toplum Düşmanı’  olarak ilan eden bilimcilerden biri, pozitivizmin sevgili babalarından biri Karl Popper’dir.  Popper’in Hegel’i okumadığı veya onun hakkında ikinci elden bilgiler dayanarak, Hegel’i eleştirmesi kanıtlanmış durumdadır. Örneğin, Hegel diyalektiğini, Tez-Antitez-Sentez üçlüsüne dayandırarak açıklamıştır. Oysa Hegel, Mantık Bilimi’nde bu üçlüyü neden kullanmadığını açıkça ifade etmiştir. Bu olgu, Popper’in ayrıntılı biri biçimde Hegel’i okumadığının bir kanıtıdır.

Hegel’in “totalite” kavramı, çok yanlış anlaşılan ve çarpıtılan kavramlardan biridir. Bu kavram, esas olarak, bütünlük anlamına gelir. Hegel açısından, toplumsal ve tinsel gerçeklikler,  bir bütün oluşturur.  Ona göre hakikat bir bütündür. Örneğin Mantık biliminde, yaşam ve yaşamı bilme konusunu ele alır. Örneğin Mutlak İdea, pratik ve teorik öğenin birliğidir; bir başka deyişle,  Yaşam İdeası ve Bilme İdeasının birliği,  bir bütünlük oluşturur. Kısacası, bir nesne, tek başına bir bütünlük oluşturmaz. Bütünlük, ancak nesne ve nesnenin bilgisiyle beraber bir bütünlük oluşturur.

  1. yüzyılda Prusya gericiliğini savunan muhafazakâr düşünürlerin, ona yönelttiği suçlamalara gelince; gerici düşünürlere göre, aklı, en yüce merci olarak gören Hegel felsefesi, özünde Hıristiyanlığın reddedilmesi anlamına gelir. Çünkü akla verilen önem, Hıristiyan geleneklere olan inancı zayıflatmaktadır. Aklı merkeze koyan anlayış, dinsel gelenekleri zayıflatacağı için, Hegel felsefesinin yasaklanmasını savundular. Gerici düşünürler, Hegel’in, “Dinin kökeni, tanrısal mıdır, yoksa insana özgü müdür?” sorusunun, insanlarda şaşkınlığa yol açması nedeniyle de, Hegel’e karşı tavır aldılar.

Hegel’in devlet anlayışı da, eleştiri yağmurundan ve yasaklanma taleplerinden kurtulamadı. Akılsal kıstasları gündem getiren Hegelci anlayış, sonuç olarak monarşik devleti sorgulayan ve cumhuriyeti savunan bir düşünce olarak algılandı.

Örneğin Hegel’in Anayasa’dan bahsetmesi, devletin bir anayasaya sahip olması gerektiğini sürmesi, gerici filozofların korkulu rüyasıydı. Anayasa sözcüğünden nefreti öyle bir düzeye ulaşmıştı, Hegel’in karşıtlarından biri olan düşünür Haller, anayasa sözcüğü konusunda şöyle diyordu: “Bu kelime, Monarşiler için bir zehir, bozulmaya neden olan ve bir ceset kokusu yayan bir kelimedir.”

Hegel, 20. Yüzyılda da suçlamalardan kurtulmadı. Ama bugün tarihin tanıklığı, aklı ve özgürlüğü merkeze koyan Hegel felsefesini, geçmişin çamur atmalarından kurtardı. Şimdilik diyeceklerim bu kadar. Böyle bir söyleyişi gerçekleştirdiğin için teşekkür ederim.

 

TEILEN
Önceki İçerikFoucault’nun son kitabı: Tenin İtirafları
Sonraki İçerikLabirent Sanat’tan Yeni Sergi: Loop
1984 yılında Dersim’de doğdu Eskişehir Anadolu Üniversitesi’nde Felsefe , Radyo Televizyon okudu. Çeşitli internet-gazete ve dergilerde röportaj yayınlandı halen aktif olarak sinema filmlerinde yönetmen asistanı olarak çalışmakta.