Ana Sayfa Litera YÜZYILLARIN İZİNDE YAZARIN TANIKLIĞINI OKUMAK

YÜZYILLARIN İZİNDE YAZARIN TANIKLIĞINI OKUMAK

YÜZYILLARIN İZİNDE YAZARIN TANIKLIĞINI OKUMAK

Yüzyıllardır sanatın öyküsü üzerine yazılan çizilenler metni” kutsal bir anlatıya dönüştüren iletiler” toplamı olarak algılanmasını da beraberinde getirmiştir. Sanatın bir insan eylemi olarak ortaya çıkışı (Aslında bir hayatta kalma savaşının doğal ve zorunlu sonucu olarak da görülebilir bu), metin çerçevesinde bir dizgeye dönüşümünde sanatçının ideolojisi, toplumsal süreçlerin birer ürünü olan tüm  birikimler  ya okurdan kopuk ya da okuru yeni bir yazara dönüştüren paradoksa sahip olmuştur. Okumak ve yazmanın bir eylemlilik olarak yazarın ve okurun bireysel ve toplumsal süreçlerinin izleriyle doğmuş olduğu gerçeği metindeki tip ve karakter çözümlemelerinde yazar biyografilerinin de gözden geçirilmesine yol açmıştır. Kuşkusuz bu durum çok da yanlışlanır bir çözümlemeye karşılık gelmemektedir. Ancak yazmanın ruh haritası ne derece karmaşıksa metnin de kendine özgü bir karmaşık bağlamı olması kaçınılmazdır. Roman ve öykü yüzyılların içinden değişim, dönüşüm ve doğal olarak insanın evriminin bir uzantısıyla okurun karşısına çıkar. Bu evrimsel süreç kitabı, dil, biçem, anlatıcı ve metnin  kültürel coğrafyasıyla bir bütün olarak başkalaşıma uğratabilmiştir. Don Kişot, Sanco Panza, Rosinante bir şövalyelik anlatısının nasıl uzağında ve yeni bir anlatı tipinin habercisiyse, Kafka’nın Joseph K’sı, Dostoyesvki’nin Raskalnikov’u, Orhan Kemal’in Murtaza’sı da benzer birer dönüşümün tip ve karaktere yansıyan yüzleridir.

Evrenselleşmek anlatının bir zaman sonra okura yansıması adına yazınsal bir yazgı olarak karşımıza çıkmaktaysa, okurun metni bir on yıl sonrasına bile taşıyamacak derecede değersiz bulması, metni edebiyat çöplüğüne fırlatması da mümkündür. Bu durumun belirleyeni yazardaki tanıklığı ne derece kendinleştirdiğiyle de ilgilidir kuşkusuz. Don Kişot’un düşleri kimi noktada hasta bir beynin dışavurumu gibi görülürse de bugünün okuru için evrensel düşlerin yüzyıllar öncesinden muştucusu olması da yazarın tanıklık ve yaratıcılık uzlaşmasındaki ustalığıyla ilgili olabilmiştir. İnsanlık tarihinde sözlü anlatının doğuşuyla başlayan metin” kavramının ilk aşamada sözlü verimlerin transkripsiyonu olarak yazı”ya dönüşümü aslında okurun da, dinleyenin de etkileşim içinde olduğu yaratma sürecinden bugüne ulaşıldığını göstermektedir. Evrenselleşmeyi yaratan belki de sözlü anlatıdan bugüne miras kalanlardır. Don Kişot’u Cervantesin romanı olduğu kadar sözlü şövalye öykülerinin birer alegorisi olarak okumak da bu  açıdan mümkündür. Aisopos Masalları Sokrates tarafından şiirleştirildiğin de hem Sokrates’in yaşadığı çağın tanığı bir alegori metne sinebilmiş, hem de sözlü geleneğin izleriyle fabl, insanlık yergisine dönüşebilmiştir. Okurun bu noktadan kollektif bilinçaltını metin çerçevesinde keşfetmesi mümkün olabilmiştir. Ardı sıra Anadolu’da hayvan masallarının sözlü anlatı geleneğinin bir parçası olarak yayılması, La Fontaine masallarının bu anlatıcılık geleneğinin Batı Ortaçağı’na taşınması sonucu ortaya çıkışı tam da sözünü ettiğimiz metin-yazar ve okur ilişkisini  toplumsallaştırabilmiştir.

Yazarın okurdan beklentisi yaşam algısının” ve anlam” arayışının bir uzantısı olarak geçmişine, ve kolektif bilince yaslanır tüm bu aktarımlar doğrultusunda. Kimi noktada okurun beklentileri, kimi nokta da yazarın okurundan beklentisi metnin doğuş sancılarıyla birlikte karşımıza çıkar. 14. yüzyılda kaleme alınmış olan Canterbury Öyküleri” de benzer bir sürecin sonucunda sözlü gelenekten aldığı mirası işleyen Chauser’in sözlü anlatıya edebi bir şekil katarken okuruna yaslanma sonucu yazılı metin aşamasına dönüşmüştür. Okuru metnin içine katmak, eğlenceli bir okuma uğraşını yaratmak adına yazar, kurmacayı indirger, varolmayan bir hacılar topluluğunun anlatıcısı görevini üstlenir. Ortaya çıkan çerçeve öykü, geleneksel ve sözlü anlatının yazıya dönüşümünde tam da başta sözünü ettiğimiz transkripsyon”  aşamasına karşılık gelir. Tüm anlatıların birbirinden beslenen, bir öncekine gönderme yapan evrimsel bir sürece sahip  olduğunu söylemek mümkündür. Yazarın katkısı anlam arayışında değişeni, dönüşeni ve evrimselleşen döngüyü yeni metne” yansıtmak ve kurguladığı “tip” veya karakter”de evrensel insanlık durumunu bir şekilde  vurgulamak olmuştur.

Yaşamın evrensel ilişkileri, insanlık halleri yazarın sözlü anlatıdan modern anlatıya gelen yazınsal süreçte yine toplumsal gelişmeler doğrultusunda metnin bağlam”ını belirlemiştir. Bugünün yazarı ve okuru için metni tek bir sorunun yanıtı olarak mümkün değil elbette. En azından kalıcı bir anlam buharlaşmasından öte belirsizliklere de yer veren yeni bir metnin doğuşu yazarını ve okurunu da değiştirebilmiştir. Don Kişot’un düşleri Godot’un geleceğine dair karamsar bekleyişini sürdüren Beckett’in anti kahramanları için ne derece mümkündür. Hayatın göstergeleri başka göstergelerle birlikte anlam kazanırken metinde anti kahramanın kötümserliğinde bile kurtuluşa gizli bir niyetin var olduğu söylenebilir. Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam”ında Bay C’nin saf olan sevgiyi arayışında, babasına öfkesinin ardında onun kadınlarla hoyratça kurduğu cinselliğin yatmasında yine benzer bir anlam arayışı okura yansıtılmıştır.

Yazmak ve okumayı bir anlam arayışına dönüştüren süreç kimi noktada yazarın “çıkmaz” sokaklarında nihilist” bir yorumla karşımıza da çıkabilir. İlk okumada bir anlamsızlığın keşfi sayılabilecek yeni bir metin oluşumundan söz ediyoruz kuşkusuz. Beckett’in Godot’u Beklerken” dünyaya dair bir umutsuzluğun resmi gibidir. Ancak okur adına  tüm umutların kapandığı bir kapıdan da söz etmek  mümkün değildir aslında. Klasik veya geleneksel anlatıda ideolojik” iyimserlik veya okurun beklentisini karşılama yerini bekleyen iki serserinin, yozlaşan, çürüyenin karşısındaki Godot” umudu vardır. Ne derece geleceği belli olmasa da metin okuruna yokluk” veya kenişlik”  duygusu yüklemez. Tüm belirsizliğin içinde de okurun keşfedebileceği veya tünelin ışığı olarak varsayabileceğimiz bir umut” söz konusudur. Modern anlatıyı besleyen tam da bu noktada insanın farkındalık alanın genişlemesi ve metnin insanın kuşatan tüm iktidar ilişkilerini sorgular hale gelmesidir. Nikos Kazancakis’in Zorba”sında postmodernist sayılabilecek bir anlatımla iki erkeğin sıradışı dostluğu söz konusu iktidar” sorgulamasıyla verilirken okurun da farkındalık yolculuğunda zorlu taşlar döşer yazar. Ege’nin güney sahillerinde iki farklı felsefenin çatışması arayış halindeki genç aydınla, yaşlı bilgenin ilişkileri çerçevesinde verilir. Dünyaya bir seyirci olarak bakmayı bırakmak ve yaşamı doyasıya yaşamak felsefi bir önerme olarak ortaya konulur metinde. Bu sefer anlam arayışı yaşamı keşifle birlikte okuru da yeni yolculuklara sokar. Yazmak yazarca bir ayrışmayı farkındalıkla birlikte gündeme getirir. Dolayısıyla okur da bu ayrışmanın parçası olacaktır. Tam da Kazancakis’in mezar taşına yazdırdığı yaşam öğretisidir bu:

Hiçbir şey beklemiyorum, hiçbir şeyden korkmuyorum, özgürüm.”

19. yüzyıl Rus romancısı Gonçarov için de benzer durum geçerlidir. Yazarın yarattığı “Oblomov” karakteri bir anti-kahraman olarak sanayileşmenin, endüstrileşmenin sonucu yaşanan Oblomovluğun” eleştirisidir. Eylemsizliğin bir karaktere dönüşümü, edilgenliğin tercihi Oblomov’la karşılığını bulurken Stoltz Avrupa’nın yeni burjuvazisinin etken”liğini simgeler. Derin düşüncelere dalan eylemsiz kahramanla, artı değer ve kazanç güdüsüne sahip Stoltz, kapitalizmin yaratttığı yeni insanın da habercidir. Godot’u Beklerken’deki karamsar edilgenlikten öte köleleşmeyen” tembelliğin bir ütopyası söz konusudur adeta. Modern anlatının okura yeni bir kahraman”ı muştuladığını Oblomov’la birlikte görebiliriz, kuşkusuz  Gonçarov  bu metinle düşe yenilmiş, kaybeden bir doğulunun resmini çizer okura. Kafka’nın karamsar anti-kahramanlarına benzer bir yenilgi hali değilse de bir zaman sonra modern anlatı “Oblomovluğu” karakter ve tip yaratımında başucu kaynak sayacaktır. Hep hazırlanan, hayata başlamaya, yataktan kalkma eylemine başlamaya, yüzünü yıkama eylemine, giyinme eylemine başlamaya hazırlanan” Oblomovluk eylemsizlik haliyken Kafka’da bu durum bir edilgenlik olarak karşımıza çıkar. Baba simgesinin getirdiği acizlik ve çaresizlik Kafka karakterlerindeki korkunun kaynağıdır. Okur yazarın  yarattığı kahramanda toplumsal bir kokuyu keşfederken, Oblomov’da bireysel rahatlığın bozulmaması isteği söz konusudur. Metin-yazar-okur üçgeninde toplumsal süreçlerin yazara yüklediği atmosfer yazarın bireysel yaratma süreciyle pekişerek bir yandan tembelliğin alegorisini yapar, diğer yandan baba figürüyle yaşanan kıstırılmışlığın karakterlere yansıyan yönleri çıkar karşımıza (Kafka örneğinde olduğu gibi).

Metin okumaları doğrultusunda benzer sorular ışığında okurun yazara dair beklentisi kadar çağın yazara biçtiği roller de ele alınmalıdır. Bu anlamda  Orhan Kemal’in Murtaza’sı üzerinde durulması gereken bir roman kahramanıdır. Dürüstlüğün alegorisi Murtaza” tipiyle aktarılmıştır Orhan Kemal tarafından. Ancak bu dürüstlük sistemin kurallarıyla, iktidar  olgusuyla uzlaşan bir kanun, devlet” yanlısı dürüstlüktür.Bekçilik vazifesiyle başlayan ve sınıfsal karakteriyle çelişen bir sistem” kollukçusu olmanın ötesine gitmeyen bu durum Murtaza’yı hem mahalle hem de fabrikadaki işçilerin “öteki”leştirmesine yol açar. Disipline sokmak istediği işçilere karşı fabrika müdürünün rollerini üstlenmesi tipin bir trajikomik öğeye dönüşmesini de beraberinde getirir.  Fabrika bir eğretileme olarak düzenin mekanik doğasını yansıtırken, düzenin aksaksız işlemesini isteyen Murtaza kızının ölümüne yol açacak kadar kendi sınıf gerçekliğine dair bir yabancılaşma içindedir. Modern anlatıdaki alegori bu sefer düzenin işleyişine katkıda bulunan yabancılaşmış” bireyle yansıtılır okura. Ait olunmayan sınıfın çıkarlarının bekçisi milyonların eğretilemesi olarak da algılanmalıdır bu metin. Yazıdaki anlam arayışı bu yabancılaşmanın katı gerçeğiyle karşımıza çıkar bu sefer. Neyle suçlandığının bilgisine sahip olmayan  Josef K’nın dava sürecinde sistemi düzeltme uğraşına benzer bir kendince sisteme katkıdır Murtaza’nın fabrika yaratmaya çalıştığı disiplin. İki metin adına söylenebilecek ortak izleği paylaşırsak, özellikle sistemin kurumlarıyla insanı nasıl köleleştirdiği farklı tablolarla yansıyabilmektedir.  Elbette K’nın sistemin boşluklarından yararlanarak aklanmaya çalışma çabasından farklı olarak Murtaza fabrikanın ve sistemin başlıbaşına kollukçusu, savunucu konumundadır, ta ki aynı sistemin kızını ağır çalışma saatleri sonucunda kurban edişine kadar.

Sonuç olarak yazarın, yaşam tanıklığı dolaylı veya doğrudan okurla metin aracılığıyla kurduğu bir anlam arayışının sonucunda ortaya çıkmaktadır. Anlamın göstergeler dünyasında insanlık öyküleriyle metne girişi yazarın kaçamadığı veya belki de zorunlu olduğu bir durum olagelmiştir. Söz konusu gerçekliğin sözlü anlatıdan yazılı anlatıya kadar insanın tarihsel evrimiyle şekil değiştirmesi de kaçınılmazdır. Goriot Baba’nın, Josef K’nın, Raskalnikov’un, Zorba’nın yerelden evrensele bir insanlık gerçeğinin dillendiricisi olması bir yandan yazarca bir özgünlük taşısa da yazar-okur etkileşiminin de bir sonucudur. Prometheus’un ateşi çalması yeterli olmamış, insanın mitik dünyasında ölümlü Herakles tarafından kurtarılan Prometheus’un şu sözü yazarın yaşadığı çağa tanıklığı adına ipucu olabilmiştir:

Zeus tahtından düşmedikçe benim işkencelerimin sonu yoktur

Kaynakça:

Terry Eagleton, Hayatın Anlamı, Ayrıntı Yayınları, 2012, İstanbul

Roman Kahramanları, Sayı 10, Nisan /Haziran 2012, ATT Basım, 2012

Roman Kahramanları, Sayı 11, Temmuz/ Eylül 2012, ATT Basım, 2102

Roman Kahramanları, Sayı 7, Temmuz/Eylül 2011, ATT Basım, 2011

Feridun Andaç, Edebiyatımızın Yol Haritası, Can Yayınları, 2000, İstanbul

Kült Dergisi, Sayı 2-3, 2011, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yay. 2011

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl