Gecenin ikisiydi, üç tane ses beni rahatsız ediyordu. Birincisi arada bir duyduğum köpek sesleriydi, ikincisi kendime hazırladığım atıştırmalıkların dişlerimin arasında ezilip dağılırken çıkardıkları seslerdi, üçüncüsü de sessiz sedasız olan ve bizzat benden kaynaklanan iç seslerim! İçten seslerimdi…

Yazmaya çalışırken yazdıklarımı sesli olarak tekrarlıyordum. Bitirdiğim her cümleyi sesli olarak tekrar ediyordum, yani beynim kendi sesimi dinliyordu ya da sesim beynimin haberi yokmuş gibi beynime konuşuyordu! Bu şekilde çoğu topal paragraflarımı, intihar emek istercesine üzerime üzerime gelen bazı anarşist kelimelerimi, erken doğuma hazırlanan zayıf cümlelerimi yakalayabiliyordum. Emir bekleyen bir idam sehpasının görevlisi gibi ağzı açık bekleyen çöp sepetim sağ elimin hemen dibindeydi. Beni anlıyor/çözüyor gibiydi; elime, içime sinmeyen karalamalarımı her elime aldığımda çöp sepetim kapağını/ağzını açıyor ve kâğıdımı, kapağıyla; giyotin hızında ezip/kesip ağzını kapatarak bir daha ki hareketime/nabzıma/tepkiselliğime hazırlanıyordu. Sağ ayağımın ritmik hareketleri zalim çöp sepetinin dostu görünümündeydi… Sepetin tek amiri sağ ayağımın insafıydı, çocuklar telef oluyordu…

İç sesler tuhaftır. Bazen çağırıyorsun gelmiyor, davet ediyorsun ret ediyor. Bazen de bir çağırırsın bin gelir, binlerce gelir ve beyin jimnastiği istilasına uğrarsın. Tıpkı J.Joyce’nin bir su değirmeni gibi doğal/dokunulmadan yayımlanmış Ulysses’i gibi, Wirgina Woolf’un temkinli dalgaları gibi, Dostoyevski’nin sürgit budalası gibi, Calvino gibi, Saramago gibi, Beckett gibi…

İç sesler, içerden gelen uğultular tuhaftır; düşünceler, fikirler, duygular, geçmişte yaşanılanlar, çok istenip te daha doğmadan veya doğar doğmaz ölen fiiller, failler, hayaller ağır bir bombardımana tutar kalemi. Kalem lal olur, şaş olur ama yılmaz! Böylesi bir duruma düştüğümde her nedense yine de Joyce’nin Ulyses’ i gelir aklıma. Tabi çoğu zaman beynim, “Yalnızlıktan sıkıldım! Yalnızlık anlamlı olabilir ama mutluluk getirmez.” dercesine burnumu uyarır ve burnumdan aldırdığı nefes alışverişlerle beni taciz eder, çünkü burnumdan alıp verdiğim havanın sesini ciğerim patlarcasına, burun deliklerim çatlarcasına koşmaya çalışan bir atın dörtnala seslerini yaşayacak kadar duyarım. Tam da, “Kalem su azizliğinde kaynağından akıyor.” diye düşünürken sanki birileri, bir sesler beni dürtükleyip, “Coğrafyan, duyguların ve hikâyelerin ayrı, apayrı! Otur önce kendini çöz.” uyarısında bulunuyor ve sonrasında sanırım, “Sevgilim! Sevgili içten/içerden seslerim!” uyanıp/başkaldırıp “Vatanın/yarının tam da bu andır.” diyerek ortadan kayboluyor. Sonrasında kekeme bir halk ozanının yazgısına maruz kalıyorum. Bilinci, bilimi, teknolojiyi, yapay zekâyı kendi dünyalarıyla baş başa bırakıp doğduğum toprakların rahmine ve havasına geri çekiliyorum, yani tam da doğurduğum değil, doğduğum an’/anlara… Oralar masumiyet karinesidir.

Günümüzde plastikten tuşlar o kadar geçerlidir ki cennetvari kokular yaydığı halde kâğıt denen cefakâr düş kilimim; ölüm döşeğinde son demlerini yaşarken, sırdaşı olan kalemiyle beni işaret ederek durmadan beni çağırıyordu sanki. Kapının girişindeydim, fakat kararsızdım, kelimeler canımı/zihnimi/vatanımı/vatansızlığımı acıtıyordu ve yoktum! O da yoktu… Yalnızlıktan üşüdüğünü bilsem, kurtlar sofrasında mezeye dönüştüğünü bilsem; bırakır mıydım ceylan gözlü nazlımı! Çocuklar tek tek giyotine gidiyordu, faili/katili bendim…

Davetsiz bir misafir gibi kâğıttan olan not defterimin ve ağaçtan olan kalemimin kapısını tekrardan çaldım, ikisini alıp masamı şarabi bir güzellikte üç varlıkla donattım. O da ne, mutfaktan yanık kokusu geliyor! Dışarısı dolu tanelerinden bir izdiham… Kuşlar kaçacak delik arıyor. Ben Google amcadan canhıraş bir heyecanla ebabil kuşlarının hikâyesini soruyorum; sistem kilitlenmiş, çalışmıyor. Yazmaya başlayacağım, ama bir savaş uçağının saldırgan homurtusu! Yılmıyorum… Ne yangın zamanlar/zamansızlıklar yaşamıştım da yine de yılmamıştım. Kalkıp buzdolabına yöneldim ve hemen geri dönüp kalktığım yere geri dönüp tekrar oturdum; peyniri bitirmişim, karpuz almayı da unutmuşum! Mutfağın her tarafını saran karıncalar beynimi kemiriyor! Dirhem dirhem yok oluyorum… Başka bir dünya burası!

Herkes kendi duygu ve düşüncelerini pazarlıyordu ve üç aşağı beş yukarı herkesin bir alıcısı oluyordu. Alıcıların tamamı yapay zekâ amcaya algı yönetimi anlamında ya para ile fikir ya da bedava duygu ve düşünce hibe etmek zorundaydı ve her iki ödeme şekli de sonunda para/tüketim şeklinde bir yok oluşa doğru gidiyordu. Ben dâhil herkes sahadaydı… Hani biri bana, “Bu sahada ne işin var?” derse haklı ve mantıklı hiçbir cevabım olamayacaktı sanırım; sadece, “Benim de elim kalem tutuyor ve herkes burada olduğu için!” derdim herhalde; gittikçe küçülüyordum, karıncalar şişiyordu… Sanki birileri bindiğim bir uçaktan beni itmiş ve dipsiz olduğunu bildiğim denize doğru binlerce kilometrelik bir hızla düşüyordum.

Gaipten sesler duyuyorum, “Korkma, çakılmazsın, en fazla dalış pozisyonuna geçip derinlere varırsın. Çakılma korkusu değil, yüzeye aynı hızda çıkabilme hesabını yap şimdiden.” diyordu birileri. Bu varsayımlar ile boğuşurken sonunda, “Bana kimse bela bulaştırmasın!” düşüncesi ve korkaklığıyla hayal dünyamdaki zamanın kadim kuytuluklarına çekildim, yani asıl vatanıma, beynime… O kuytuluklarda herkes birbirini sınıyordu, eleştiriyordu, paylaşıyordu, sahipleniyordu ve bazen tatlı bir şekilde kavgalara tutuşuyordu. Bazen de acımasızca, düşmanca… Ve aslında herkes birbirini tanıyordu! Sadece dolu dolu; dolu tanelerini ve ebabil kuşlarını tanımıyordu/bilmiyordu/bilmek istemiyordu! Kafam vatanımdı/vatanım kafamdı… Geceydi, vatanım, gökyüzünde görebildiğim yıldızların tamamıydı. Yıldızlar yoldaşım, sırdaşımdı. Bir yıldız düştü, tutamadım, paramparça oldu. Sis bulutları çok hain! Düşen uçağı izleyemedim, pencerem de dar! Vatanım düştü; yanıyor! Mutfakta taşan kahvemin fokurtularını duyuyorum; vatanım taşarak/yağarak gittikçe küçülüyordu. Hesaplarım bir türlü tutmuyordu. Hesabımda aslında sadece mürekkep ve kâğıt vardı. Biri ana biri babaydı; biri yolcu, biri hancıydı. Analar ne çocuklar doğurmuştu… Zamansız dergâhlara hancılar ne yolcular uğurlamıştı… Kimler yoktu ki?

Yel Değirmenleri

Savaş ve barış

Budala

Bunaltı

Bülbülü Öldürmek

Hasretinden Prangalar Eskittim

Ölü Ozanlar Derneği

İnce Memed…

Sonra uykum geldi ve kendimi bilincimin alt komşuluğuna bıraktım. Ne güzel bir dünya öyle! Ne istiyorsan, ne düşünüyorsan yaşıyorsun… Ama kötü görevli bir askeriye var kapıda; elinde tokmağıyla, “İstediğim gibi rüya görmezsen, istediğim gibi yaşamayı kabullenmezsen seni aç bırakır, kurda kuşa yem ederim.” diyor. İrkiliyorum sonrasında ve Kavafis imdadıma yetişiyor, “Şiir yaz” diyor. Kavafis bana yetmiyor, gözlerimi kapıyorum! Bindokuzyüzseksendört yetişiyor imdadıma! Yine tatmin olmuyorum ve o zeki insan bana, “Coğrafya Kaderdir.” diyor! Ona, “Dünyadaki bütün insanların birbirinden haberdar olduğu kocaman dünya köyünde coğrafya kader değil artık; daha çok bir adrestir kederin yolculuğunda.” diyesim geliyor ama haddimde kalıp susuyorum fakat yine de, “Kader olan zamandır, zaman gerçek bir kaderdir.” diye içimden geçirmekten de edemiyorum. Kavafis de yetişmişti ya,

Bir başka ülkeye, bir başka denize giderim’ dedin.

Bundan daha iyi bir başka şehir bulunur elbet.

Her çabam kaderin olumsuz yargısıyla karşı karşıya

-bir ceset gibi- gömülü kalbim…

Aklım daha ne kadar kalacak bu çorak ülkede?

Yüzümü nereye çevirsem, nereye baksam,

kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün

boşuna bunca yılı tükettiğim ülkede…

Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın,

bu şehir arkandan gelecektir.

Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın.

Aynı mahallede koşacaksın, aynı evlerde kır düşecek saçlarına.

Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda, başka bir şey umma.

Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,

öyle tükettin demektir, bütün yeryüzünde.

Her çabam kaderin olumsuz bir yazgısıyla karşı karşıya…”

Sonra bir irkildim ki elimdeki kalemden utandım, çünkü George Orwell haklı olarak bağırıp çağırıyordu:

-Sahtekârlığın evrensel düzeyde egemen olduğu dönemlerde, gerçeği söylemek devrimci bir eylemdir. İnsanın tekrar tekrar okuduğu, aklının demirbaşları arasında yerini alan ve hayata bakışını değiştiren kitaplar vardır; göz atıp asla baştan sona okumadığı, bir oturuşta okuyup bir hafta sonra unuttuğu kitaplar da…

Çaycı Hamit’in, “Sabahın köründe uyan, hazırlan, işe git, çayı demlemeye bırak, çay dağıt, akşamüzeri! Esnaf kapanıyor, haydi; temizliğini yap, geldiğin yere gitmeye hazırlan, yani uyan; işe git, iş bitti eve git! Hayatımızın hepsi bu!” dediği günlük sayıklamalarını hatırladım…

Sela okunuyor, kim güldü acaba?

Gözlerim kendini kapatmış; beynimin derinliklerine sığınmıştı, geldi o ses! Geldi o komut:

-İyi ki önüne çıkan her gemiye binmemişsin ve ne mutlu sana ki bindiğin hiçbir geminin faresi olmamışsın. O sesi Mecnun’un susuzluğundan daha beter bir susamışlıkla kana kana içtim; Kavafis ve Orwel sırıtarak gülümsüyordu, Yaşar Kemal ise, “Bildiğin ve istediğin gibi yaz, ama yaz!” der gibi bakışlarla uzaktan el işaretleri yapıyordu.

Beynim, körlüğü tercih eden bir ruh halindeydi sanki! Saramago, “Körlük öyle değil, böyledir.” dercesine elindeki bastonuyla kafama vurup duruyordu. Bir uyandım ki her tarafım şiş değilmiş, kör de değilmişim; aslında korkak da değil! Anladım ki HERKESİN ÇOĞU DİĞERLERİ GİBİ GÖRÜNMEK İÇİN KÖR OLMAK İSTİYORMUŞ. Uykumda/uykulu halimde gözlerimi her açtığımda herkes gözlerini kapatıyor hissindeydim; karıncalar, sivrisinekler, duvarlar, bütün insanlar! Çocukların karnı açlıktan ağlıyordu; giyotin düzenindeki ölüm sıralarını bekliyorlardı; kelebekler günahsızdı, günahın sahipleri başka birileriydi…

Uyanıktım, fakat gözlerim kapalıydı, gözkapaklarımın iç tarafındaki karanlık dünyayı izliyordum. Beyaz zemin üzerinde bir film şeridi beynimden gözlerimin merceklerine aktı. Rüya, bu kaotik dünyanın geçerli, en ihtişamlı ilk şifresiydi; Gılgamış’ın Enkidu’ suydu… O karanlık dünyada; şöyle yazıyordu alt yazının birinde:

-Resim ve kelam her daim insanoğlunun derdi ve ihtiyacı olmuştur, ihtiyaç olmaya da yakıcı bir şekilde devam edecektir fakat oyunun kuralları yüzde yüze yakın değişmiştir. O yüzden değişim ve dönüşüme kapalı bir yazan değil; kalbi, yüreği değişim ve dönüşüme aç cesur bir yazar olmalısın. Hancı tarafından kovulmamak uğruna susmamalısın, hanı kutsal bir dergâh değilmişçesine didik didik çözümlemelisin. Bir bilsen bu dergâhtan kimlerin gelip geçtiğini ve bir bilsen daha kimler gelip geçecek bu zamansız dergâhtan… Boş ver sen yapay mapay zekâyı, biz atalarımızdan aldığımız nefesin aynısını verdiğimiz sürece robot zekâ ancak robotlaşmış olana hikâye yazar, MEKÂN PİÇLEŞMİŞ İSE ZAMAN BİR ÇEŞİT VATANDIR, VATANIN YARIN OLSUN…

O savaş uçağı neydi öyle? Hangi insan hayvanlaşmaya başlamıştı?

Başım ağrıyor! Başım dolu dolu ağrıyor! Zamana uçup zamana dağılıyorum; dalga dalga, tane tane… Dağılarak uçuyorum, hücre hücre ölüp yok olarak! Belki de daha yeni dirilerek… Ey vah! Gecenin bir yarısı! Kapıyı çalıyorlar/vuruyorlar zil sesleri eşliğinde. Hemen bir A4 kâğıdına büyük harflerle, “Bildiklerimi yedim, evde değilim artık, yokum!” yazıp kapının altından dışarıya atıyorum. Tenimin çıplak olan her zerresine dostane bir şekilde dadanmış olan karıncalar, “Çekilin! Biz emektarlar/çalışkanlar/düşünenler geldik! Biz korkmayanlardanız…” diyor. Kapıyı açıyorum.