Ana Sayfa Kritik ZOR AMA AŞILMASI GEREKEN BİR BARİYER: ‘80 KUŞAĞI’ ŞİİRİ

ZOR AMA AŞILMASI GEREKEN BİR BARİYER: ‘80 KUŞAĞI’ ŞİİRİ

ZOR AMA AŞILMASI GEREKEN BİR BARİYER: ‘80 KUŞAĞI’ ŞİİRİ

80 kuşağının’ zorluğu

Güven Turan 80 sonrası şiiri değerlendirirken; “80 kuşağı hâlâ etken…90 kuşağı, bir önceki kuşaktan nerelerde ayrıştığını ve özgünleşip farklılığını kazandığını inandırıcı bir şekilde ortaya koyabilmiş değil benim gözümde.”(1) der. Bu değerlendirme ile Turan önemli bir noktaya değinir. Bu nokta, aradan 30 yıl geçmiş olmasına ve toplumda olduğu gibi şiirde de pek çok şeyin değişmiş olmasına, değişmesine karşın G. Turan’ın, bu değişimleri es geçen, 80 kuşağının şiirde hâlâ etken olduğu tespitidir. Bu konu irdelenmeye değer.

80 Kuşağı hakkında bir kitabı olan ve bu kuşak hakkındaki tartışmalarıyla öne çıkan Baki Asiltürk nam-ı diğer B. Asiltürk* ise seksen kuşağı hakkındaki değerlendirmeleri sanki kendisini içine koyacağı bir kuşak arayışı içinde yapar gözükmektedir. Şöyle ki B. Asiltürk kendini 2000’li kuşağın içinde sayar ve 80’li kuşakla hiçbir alakası olmadığını iddia eder. Onun bakışı G. Turan’ın değerlendirmesinden oldukça farklıdır ve günümüze egemen olanın 2000 kuşağı olduğu inancındadır: “2000 Kuşağı bir kopuş kuşağıdır. 1980’lerden 2002’lere gelindiğinde şiirde ciddi bir kırılmanın yaşandığı, son 15 yılda ortaya koyulan verime bakıldığında kolaylıkla anlaşılabilir. Şiir alanında ciddi bir hareketlilik yaşanmıştır, yaşanmaktadır. 2001’de başlayan süreç bütün hızıyla devam etmektedir. 2000’lerin kabaran ayrışıkları nelerdir? 2000’ler her şeyden önce “bireysel” çıkışların dikkat çektiği yıllar olması bakımdan önemlidir.”(2) B. Asiltürk ‘ciddi’ bir kırılmadan söz ediyor ama ne yazık ki bu kırılmanın pek de edebiyat dünyasına yansıdığı söylenemez. Kaldı ki sözü edilen ayrışmanın veya kırılmanın özelliğini, “2000’li yıllar şiirinin karakteristiğini belirleyen gençlerin önceki kuşaklarla doğrudan poetik bağları yoktu.” (3) şeklindeki açıklaması gerçekleri yansıtmıyor.  Bu açıklamalar çok öznel yargılar olarak kalmaktadır.

B. Asiltürk aslında kırılmadan söz ederken kendi manifestosunu kast ediyor. Çünkü diğer bireysel manifestoların sahipleri bu iddialarından bir süre sonra vazgeçmiş veya manifestoları ışığında poetik bir şiir dili kuramamışlardır.  Ancak B. Asiltürk manifestosunu savunmuş ve manifestosunda savunduğu, önerdiği şekilde şiir yazdığıysa şüphelidir.  Manifesto bir poetikadır, şiirde köklü bir dönüşü gerektirir.  Hele bireysel manifestolarda şairin önceki ve kendi kuşağından farklı bir dil, biçem ve üslupla kendini diğerlerinden ayrıştırması beklenir. Bu ne yazık ki manifesto yayınlayan şairlerde rastlanmamaktadır. İddialarının çok gerisinde kalmışlardır.

B. Asiltürk’ün “2000’ler şiiri sadece 80’lerden değil, İkinci Yeni’den de kopuş dönemi olmuştur.”(4) söyleminin ise hem çok iddialı ve hem de klişe bir belirleme olduğunu söylemek isterim. Öncelikle 2000’ler kuşağı diye iddia edilen kuşağın oldukça genç ve içinde yer aldıkları toplumsal dönem itibarıyla iddia edilen ‘kopuş’ için gerekli poetika sorgulamayı yapabilecek kapasitede olmadıklarını belirtmek gerek. Çünkü ortada ne eleştirel bir yapıt ne de estetik bir yapıt var.

Görünen o ki, B. Asiltürk kendi kişisel edebiyat ve şiir serüveni temelinde, kendi gerilimleri ve gelişimiyle bütün bir şiir tarihi oluşturma çabasında. Bu saptamaların, takıntıların içinden çıkamayınca da kestirme bir yol izliyor B. Asiltürk ve el çabukluğuyla kendini 2000 kuşağının üyesi yapıyor, “… İkinci Yeni bizim kuşağımız için temel argümanlar değildir. Esasen, 2000’li yıllar şairleri klasik anlamıyla bir kuşak değildir. 2000’ler, bireyler çağıdır, bireysel çıkışlar ve manifestolar dönemidir.”(5) Bu cümlenin neresinden tutsanız elinizde kalıyor ve neye karar vereceğini bilemez durumdaki birinin telaşını yansıtıyor. Edebiyat eleştirisi objektif kriterlerle yapılır, oysa sübjektif yargılarla hareket eden B. Asiltürk’ün ise savunusu temelsiz manzumelerle oyalanmaktan ileri adım atamıyor. B. Asiltürk de G. Turan gibi toplumsal, sosyal, politik, kültürel, felsefi, entelektüel dönüşüm ve etkilere kapalı okumalar, değerlendirmelerde bulunmaktadır. Yalnız edebiyatın içinde kalarak sağlıklı bir eleştiri yapılamadığı gibi eleştiri dünyasını da inşa etmek olanaksızdır.

Öncelikle 80 sonrasının ortak bir poetik hareket olmadığı genel bir kabuldür ve bu dönem şairleri anlayışlarını poetik bir bildiriyle de ortaya koymuş değillerdi. İçinde ciddi poetik ayrılıkları barındıran bir dönem olduğu bilinmektedir. Farklı şiir anlayışları ve söyleyişler söz konusudur. Ama onları önemli kılan, modern Türk şiirini gelenek olarak kucaklamaları ve önlerindeki uzun yılları ve kuşakları etkileyecek, toparlayıcı ve yol gösterici bir unsur olmalarıydı. Ayrıca postmodernizmle entelektüel çapta temasları, şiirlerini evrensel nitelikte yeniden üretmelerinin de önünü açmıştır. Bu modern Türk şiiri için yeni olanaklar anlamına gelir.

80 kuşağı I. ve 2. Yeninin yapamadığını yapmıştır. Evet, bu iki kuşağın yapamadığını yaparak bunu gerçekleştirmiştir. 80 kuşağı Türk şiirini toparlamış, çerçevesini çizmiş, rotasını belirlemiştir. Dolaysıyla 80 kuşağından kopuş yeni kuşakların yalnız şiir dünyasında şiirleriyle boy göstermeleri olmayacaktır. Ayrıca bu kuşağın içinden söz alan bireysel poetik çıkışlar (manifestolarla) da belirleyici olmayacaktır, olamıyorlar da. Çünkü 80 kuşağı gibi güçlü kuşaklardan bireysel çıkışlarla değil, ancak poetikası belirginleşmiş, çok ama çok güçlü söyleyişlerle bir kopuş yaşanabilir. Modern şiirde ‘gelenek’ kopuşla gerçekleşir. Bu kopuş üslup ve poetikayla birlikte gelişir, hayat bulur. Dolaysıyla 80 kuşağından henüz köklü bir kopuş ne gurup ne kuşak ne üslup ne de poetik düzeyde gerçekleşmiştir. 80 kuşağı Türk şiirinde üzerine düşen tarihsel misyonu yerine getirmiştir, ama yeni kuşaklar henüz bunun bilincinde değiller veya böyle köklü bir kopuş için hazırlık içindeler. Süreç henüz 80 kuşağından köklü bir kopuşu önümüze henüz koymuş gözükmemektedir.

Bugün övülen 2000 kuşağı ve sonrası T. Eliot’un kuşak tanımına uymaz; “Çağımızda ‘şiir kuşakları’ yirmi yıllık sürelerden oluşmaktadır. Bununla herhangi bir şairin en iyi eserini yirmi yıl içinde yarattığını söylemek istemiyorum. Şiirde yeni bir okulun veya üslubun ortaya çıkması için yirmi yıllık bir sürenin geçmesi gerektiğini söylüyorum. Yani bir inansın elli yaşına geldiği zaman, ardında yetmiş, önünde otuz yaşındaki şairlerin yarattığı birbirlerinden farklı iki çeşit şiire sahiptir.”(6) Burada Eliot ‘yeni bir üsluptan’ söz eder. Dikkat edilirse bu metin 1940 yılında kaleme alınmıştır. 1940 yıllar toplumsal hareketlerin hızla yaşandığı bir dönemdir, iki dünya savaşı yaşanmıştır ve faşizmin Avrupa’da hâkim olduğu dönemdir.

T. Eliot kuşak farkının anlaşılması için bir yandan şiirin temel özelliği olan üsluptan söz ederken diğer yandan kronolojik bir istif olduğunu belirtir. Her ne kadar Eliot ile ‘gelenek’ konusunda anlaşamazsak da ‘kuşak’ tarifinde önemli edebiyat içi dinamikleri göz önünde bulundurduğunu söyleyebilirim. Bu tanıma göre ‘kuşak’ tanımı kronolojiden çok daha başka bir şey olduğu görülmektedir.

80 kuşağı da trajik olaylar ve dönüşümlerle ortaya çıkan bir kuşaktır. 80 askeri darbesi, yine bu yılların ortasında baş gösteren Sovyetlerin dağılma süreci ve bütün dünyada hızla toplumsal hayata yedirilen liberalizmin yarattığı ortam, 80 kuşağının ortaya çıkmasında önemli sacayakları olarak görülmelidir. Kuşak algısında her ne kadar edebiyat ve şiirin içsel dinamikleri etkili olsa da bir o kadar da toplumsal, siyasal, sosyal ve kültürel dinamikler de etkilidir ve göz ardı edilmemelidir.

80 kuşağının kuşak olarak etkisi, G. Turan’ın dikkat çekmeye çalıştığı gibi hâlâ sürmektedir. Zaten bu etkinin sürmediğini söylemek abesle iştigaldir. Çünkü edebiyat ve şiir ortamının hemen hemen bütün dergilerinin sahibi veya editörleri 80 kuşağı şairlerinden oluşmaktadır. 80 kuşağının önemli şairlerinden W. B. Bayrıl kendi kuşağından söz ederken “Kaldı ki, 80’li yıllar şiiri tamamlanmış bir süreç değildir. Yeni bin yıla erdiğimiz şu günlerde de işleyişini, varoluşunu, etkinliğini olanca ağırlığıyla sürdürmektedir”(7) tespiti durumu çok açık şekilde ortaya koyar.

Bu etki doğal olarak şiir ortamımızı hala belirlemektedir. Nitekim 90’lı yılardaki iktisadi dönüşüm, neoliberal politikalar, bilimsel ve teknolojik yeniliklerin iktisadi ve sosyal sisteme entegrasyonu önemli bir ‘özgürleşme’ alanı yaratmış, 80 sonrası şairleri de bu özgürlüklerden alabildiğine yararlanmışlardır. Özellikle teleminikasyon ortamının gelişimi; internetin ve kişisel blogların yaygınlığı şiir ortamına önemli katkılar sağlamıştır.

2000’lerde ise… Bir yandan bu ‘özgürleşme’ alanı genişlerken köylülüğün hızla kentlere ucuz iş gücü olarak akması bu temel dinamik üzerinde politik ortamın köklü değişikliği toplumsal gerilimlere yol açmıştır. Muhafazakâr iktidarların peşi sıra kurulması ve her genel seçimde iktidarlarını perçinleyip radikal değişimleri hayata geçirmeleri toplumsal alanda belli kaygıları da gündeme taşımıştır. Dolayısıyla böyle gergin bir ortamdan edebiyat ve kültür alanının da etkilenmesi doğal karşılanmalıdır. 2000 kuşağı böyle bir süreçle karşı karşıya kalmıştır. Dolaysıyla bir yandan 80 kuşağının ‘kimlik’ arayışı diğer yandan politik ve iktisadi kaygılar şiirde küçük ölçekli olsa da bir kıpırdanmaya neden olmuştur. Burada şiirin veya estetik kaygılardan ziyade yaşamsal sorunların şiirde hâkim hale geldiği gözlemlenir. 80 kuşağı etkisinin kırılamaması ve hâlâ sürmesinin nedenlerinin sosyal kökenlerini burada aramak gerekir. Çünkü 80’li yıllardan sonra gelen diğer dönemler henüz poetik ve söyleyiş düzeyinde bir çizgiyi belirlemiş değiller. Dolaysıyla 80 kuşağının yeni kuşaklar tarafından aşılması zorunlu ancak hayli zor çaba gerektirecektir.

80 kuşağı’ şiiri mutlaka aşılmalı veya reddedilmelidir

Biri çıkıp insanın bedenen değiştiğini ama hiç büyümediğini derse siz ne derdiniz? Doğal olarak saçma bulurdunuz, ama insan olmak çocukluk evresi olarak bildiğimiz evreden başka bir şey değil ki… Doğarız, emekleriz, öğreniriz, oynarız, büyürüz, yaşlanırız. Bu ölünceye süren bir evredir. William Shakespeare ‘Bütün dünya bir sahnedir’, dediğinde hayat ve insan, insan ve hayat ilişkisi üzerine bize pek çok ipucu sunar. ‘Ne felsefede ne de sanatta ilerleme vardır. İkisinde de başka bir şey söz konusudur, o da katılım sağlamaktır.’, der M. Heidegger’in en parlak öğrencisi ve hermeneutiğin sürdürücüsü H.G. Gadamer. Türk şiiri için de aynı şeyler söyleyebilir miyiz? Bence H.G. Gadamer haklı. Sanatta olduğu gibi şiirde de ilerleme yoktur, ‘katılım’ vardır. ‘Katılım’ dediğimiz şey aslında ‘bilinçtir’, ‘bilinci’ ifade eder. Söz konusu şiirse bunun adı tastamam ‘şiir bilincidir’, ‘çocukluk bilincidir’. Dünyaya bu bilinçle bakmak belki de tüm sorunları çözümünü de sağlayacak. Sanatta ‘ilerleme’ sözcüğünün pek bir şey ifade ettiği söylenemez. Teknolojik alanda bu mefhum sıcak karşılansa da sanat alanı buna mesafeli kalmadır. Eğer ‘ilerleme’ mantığı temelinde şiire bakacak olursak bugün şiirin geldiği noktayı ‘gerileme’ olarak tanımlanmasına şaşırmamak gerekir. Çünkü en azından ortaçağ şiiri gerek ölçü, gerek, ritim, gerek dil açısından zengin bir şiirdir. Belki de tarihte en ‘ileri’ lingustik zenginlikleri içinde toplar. Oysa modern şiir ile bir analoji yapsak, modern şiir ortaçağ şiiri karşısında ‘yoksul’ bir şiir olduğunu hemen fark ederiz. Öyle ki modern şiir bazen, düz bir anlatım olarak bile karşımıza çıkabilir. Ancak bugün için modern şiir şiirsel ihtiyaçlarımıza yanıt veren bir şiirdir. Belirleyici olan ‘şiir-dil’ ilişkisinden ziyade ‘şiir-hayat’ ilişkisine bakmak gerekir. Şiiri güncelleştiren, ona yeni bir yapı ve söyleyiş kazandıran hayattır. Hayat diğer anlamda ‘katılımdır’.

80 kuşağı, bazıları tarafından 80 sonrası şiir olarak tanımlanan şiirimiz az önce söylemeye çalıştığım gibi bir hayat deneyimine yaslanır, tutunur. Zaten bu deniyim sonucunda böyle bir şiir ve kuşak kendini var etmiştir. M. Heidegger’e (8) referansla varlığın içinde varlık anlayışı olarak da yorumlanabilir. Koşullar içinde yeni bir ‘Dasein’, varlık veya varolma kavrayışı. Bir şair okuduğumda hemen felsefeyle ilişkisini düşünürüm, çünkü şiir ve felsefeyi bana göre en yakın temasta olan eylemseller olarak görürüm. Bu anlamda 80 sonrası şiir hem eski kuşak şairler, hem o günün sosyal ve siyasal koşullarının kuşatması içinde doğduğu söylenebilir. M. Heideggervari varlığın içine doğmak veya bırakılmış olmak, Derrida’vari dilin içine doğmak ve Necatigil’vari evin içine doğmak gibi bir şey. ‘Özne-nesne’ ilişkisinin dışında bir varoluş söz konu. 80 sonrası şiir ne yazık ki tam anlamıyla modern Türk şiirinde yerinin tanımlanamaması ‘özne-nesne’ şablonu içinde kalmamızda, sıkışmamızda aranmalıdır.

Türk şiirinde teorik tartışmalar ve çözümlemeler sürekli ‘özne-nesne’ ayrımı üzerinde yürütülür. Bu yalnız bugünün sorunu değil bizim modernleşme geleneğimizle edebiyat dünyasına taşınan bir modernleşme paradoksumuzdur. Bu konuya 80 şiirine sonradan eklemlenen genç kuşak şairlerden Enis Akın değinmeye çalışmıştır. Şiir üzerine oluşturulan teorileri ‘bireysel özerkliği savunan şiirler’ ile ‘toplumsal sorumlulukları savunan şiirler’ üzerinden kavramaya çalışmıştı. E. Akın benim de önemsediğim önemli bir konuyu bu şekilde işaret etmiş oldu. Bu sorun bizim modernleşme ile birlikte değerlendirilmelidir. Geç modernleşme beraberinde belli bir aceleciliğe yol açar. Dolaysıyla farklı seslere tahammülü kısıtlı olur. Burada ‘modernleşme’ toplumsal bir onaydan ziyade bir mesafenin kapatılma kaygısıyla algılanır. Her farklılık gecikmenin nedeni olarak görülür. Bunun yanında geç kalmış modernin felsefesi ya zayıftır ya da yoktur. Felsefe arka plan olmayınca ‘modernleşme’ daha çok yüzeysel olarak algılanır. ‘Modern’ bilinenler daha çok şekil düzeyinde kabul görür. Bu da, doğal olarak bir dayatmayı beraberinde getirir. Bizim ‘modernleşme’ tarihimiz tastamam da buna tanıklık eder. Eğer felsefe arka planınız yoksa sanatta ‘özne-nesne’ ilişkisini tek düzeyde algılamaya başlarsınız. Geç kalmış modernleşme, modernleşmenin erken dönemini hep kendine düstur olarak alır, dolaysıyla ‘özne-nesne’ ilişkisinin ötesine geçmeyi düşünmek zorlaşır veya dışlanır. Oysa Batı medeniyeti kendi modernleşme sürecini eleştirerek yoluna devam etmiştir. E. Kant, A. Schopenhauer, F. Nietzsche, M. Heidegger ve yapısalcı gelenek, Frankfurt Okulu bütün bu sürece baktığımızda ‘özne-nesne’ ilişkisi bir felsefi sorunsal olarak görülmüş ve sanatsal teoriler bu sorunsalın üzerinden tartışılmıştır.

80 kuşağı, 80 şiiri nasıl tanımlanırsa tanımlansın böyle bir kategori var mı, gerekli mi ve doğru mu? Öncelikle, eğer Ulusal Şiirciler, Cumhuriyetçiler, 40 kuşağı toplumcuları, Birinci Yeniciler, İkinci Yeniciler, Maviciler, 60-70 kuşağı toplumcuları diyorsak 80 kuşağını da ayrı bir kategori olarak değerlendirmeliyiz. Bu saydığımız gurupların bir kısmı akım olarak tanımlanırken bir kısmı da yalnız kuşak olarak tanımlarız. Ahmet Oktay 80 kuşağını tanımlarken bir akım olduğunu söylemez. Çünkü ortak poetikaları yoktur. Yine bu kuşağın önemli figürlerinden Haydar Ergülen’de ‘kuşak’ tanımını zımnen kabul etse de mesafeli bir tutum sergiler. Kuşağın önemli temsilcilerinde de bu hava hâkimdir. “Çağımızda ‘şiir kuşakları’ yirmi yıllık sürelerden oluşmaktadır. Bununla herhangi bir şairin en iyi eserini yirmi yıl içinde yarattığını söylemek istemiyorum. Şiirde yeni bir okulun veya üslubun ortaya çıkması için yirmi yıllık bir sürenin geçmesi gerektiğini söylüyorum. Yani bir inansın elli yaşına geldiği zaman, ardında yetmiş, önünde otuz yaşındaki şairlerin yarattığı birbirlerinden farklı iki çeşit şiire sahiptir.”(9) diye çizilen çerçeve 80 kuşağı için de geçerli görülmelidir. 80 kuşağı bir akım olmasa da şiirde bir üslup, ortak kaygı, duyarlılık ve estetik arayışı olarak karşımıza çıkar. T. Eliot’ı anımsarsak yeniden 80 kuşağını bir okul olarak da tanımlayabiliriz. 80 kuşağı için şiir daha önce söz edilemeyecek kadar yenilikleri gündeme getirir. Bireysel oldukları ölçüde de ortak bir estetik arayışını paylaşırlar. Postmodern estetik 80 kuşağına hiç de uzak değildir.

80 kuşağı Birinci ve İkinci Yeninin yapamadığını yapmıştır. Evet, bu iki kuşağın yapamadığını yaparak bunu gerçekleştirmiştir. 80 kuşağı Türk şiirini toparlamış, çerçevesini çizmiş, rotasını belirlemiştir. Yeni bir üslup çıkışıdır. İçeriği biçimin önüne geçmez. Rus Biçimcileri gibi biçimin ötesine geçmezler. Biçimi öze, özü de biçime bağlamaya çalışırlar. Bu anlamda modern Türk şiirine küçümsenmeyecek bir yenilik getirmiştir. 80 kuşağı şiirde ‘imgenin’ yerini ve önemini, şiirin temel yapı birimi olduğunu ortaya koymuştur. Aslında bu bir teyittir. Çünkü modern Türk şiirinde imge Divan şiirinden Ahmet Haşim’e ve günümüze kadar taşınan estet bir duyarlılıktır. 80 kuşağı bu duyarlılığı şiirsel bir yapı olarak düşünmese de temel yapı olarak gördü. Bu arada şunu söylemem gerekir; Behçet Necatigil modern Türk şiirinde şiiri ilk defa bir yapı olarak düşünmüş şairdir ve de imge bu yapının içinde önemli bir yerde durur. (Bu konuda Hilmi Yavuz’un yazdıklarına bakılabilir. 80 kuşağını ve sonrasını etkileyen önemli şairlerin başında geldiğini söylemek isterim.)

Tuğrul Tanyol 80 kuşağının çıkış noktası olarak “Bu dönemde şiir yazanlar yalnızca üslup farklılıkları gösterdiler, ama herkes geleneğin farkındaydı; kimsenin bir önceki kuşakla sorunu yoktu; şairlerin hepsi kendilerinden önce gelen soğukkanlılıkla değerlendirildiler; bu dönem şairlerin hepsi slogancı şiire, şiirde folklorik öğelere karşıydılar…”(10) Bu bir gerekçe olabilir ancak daha geniş çerçeve Ramazan Korkmaz’dan gelir; “1980’e kadar şiir ideolojik manada algılayan şair, ihtilalle birlikte bir iç hesaplaşmaya girer. Bu hesaplaşmanın sonunda ideolojik anlamdaki şiir anlayışından bir çözülme görülür. Bu, şartların zorladığı bir geri çekilme değildir. Şairin ve şiirin olması gereken yerdir.”(11) 80 kuşağı üzerine en kapsamlı ve en doğru değerlendirme W. B. Bayrıl yapar: “Paradoksal görünse de Türk şiirinde birey, modernizm’de değil, modernizm paradigmasında küresel anlamda bir sarsıntının yaşandığı ve post modern durum olarak anılan bir dönemin barizleştiği bir zamanda ortay çıkmaktadır.”(12) W.B. Bayrıl haklı olarak lokal düzeyden genel bir bağlantı kurmaya çalışır ve şiirin gelişiminde rol oynayan sosyal, siyasa, entelektüel ve konjonktürel ortama işaret eder. Her ne kadar 90’lı yıllarda genel anlamdan siyasal çalkantılara somut olarak tanık olunsa da bunun emareleri ülke dışından ve ülke içinde tartışılan, can yakan konulardır. Doğal olarak bu süreci şairlerin, özellikle genç şairlerin yaşaması, sezinlemesi normaldi. Zaten W.B. Bayrıl sezinlediklerini önce şiirinde sonra da düzyazılarında çözümlemeye çalışmıştır. Şair-siyaset, şair- toplum, şair- kamu ilişkisini: “80’li yıllar şairleri…’açık hava’ya çıkmazlar. Şehrin birey’i yok ettiği, ezdiği kamusal alanı terk ederler. Ev’e, İç’e çekilirler. Kendilerini şehirden, şehrin tahakkümünden kurtarmak için, tutunabildikleri tek mekâna, kendi iç mek’anlarına, ben’e kadar da sürdürüler bu geri çekilmeyi. 80’ler şiirinin içinde hayaletsi, kırılgan bir ben zamirinin sıklıkla dolaşır görünmesi bundandır.”(13) bu denli berrak ortaya koyması kaçınılmaz bir durum olarak görülmelidir.

W.B. Bayrıl’ın yine yaptığı bir diğer önemli saptama: “Eğer bir gün, Türk Şiirinde Birey’in Tarihi yazılacaksa, bu tarih öncüleri her ne kadar yüzyıl başında bulsa da, kristalleşmiş örnekleriyle 80’li yıllar şiirinde karşılaşılacaktır.”(14) Bu daha çok gelecek kuşakları için önem kapsamaktadır. Bir yandan şiirin gelenekle ilişkisini vurgularken diğer yandan gelecek kuşaklara önemli uyarılar içermektedir. Şiirde gelenek önemli bir alan. H. Bloom “Etkilenme Endişesi” ve “Batı Kanonu” kitapları bu konu üzerinde oldukça besleyici olduğunu söyleyebilirim. (15) W.B Bayrıl ‘bireyin’, ‘bireyin tarihi’ derken aslında kast etmek istediği yeni bir durumdur. Modern birey atık postmodern zamanların bireyidir. Toplumsal beklentilerin ötesinde ‘bireysel özerkliğinin’ farkında olan bir bireyden söz etmek daha doğru sanırım. Kapalı ve çok anlamlı şiir oluşu bu özerklik anlayışın bir sonucuydu. 80 şiiri işte bu zeminden gelişmiştir. Ancak bu daha sonra 2000 sonrası şair kuşakları tarafından yozlaştırılmıştır. ‘Bireysel özerkliği’ savunan şiirler bireyin kendi içine gömülen, hayattan kopan ve hezeyana dönüşen şiirler olarak yazılmaya başlandı. Kimi genç şairler de dış dünyanın ötekileştiren yönünün farkına vararak, ama toplum ve hayat ilişkisini benmerkezci bir algıyla şiirlerini kurmaya çalıştılar. Bu tür şiirler; zor, anlaşılması güç, tepkiselliği içeren dayatmacı olarak da nitelenebilecek şiirler oldu. 80 kuşağı sonrası şairler ne yazık ki bir geleneğin taşıyıcısı olamadıkları gibi şiirsel bir üslup da geliştiremediler. Çok kötü şiirlerin yazıldığını söylersek abartmış olmayız. Geleneği de karşılarına alamamaları 80 kuşağı şiirinin etkisini günümüze kadar taşınmasına neden olmuştur.

Bu durumun birkaç nedeni var. Önemli nedenlerden biri, değişen iktisadi ve siyasi yapı. Toplumsal hayatın hızlı bir değişimine tanık olduk bu dönem. Sosyal hareketlilikler, siyasal belirsizlik ve karmaşa, göç, çarpık kentleşme, savaşlar, ütopyalara olan güvensizlikler, teknolojinin her alanı kuşatması gibi pek çok baş döndürücü değişim genç kuşak şairlerin savrulmasına neden olmuştur. Genç kuşak şairlerinin bu değişim karşısında silahsız olmaları yeni ve güçlü bir şiiri yaratmalarında yetersiz kalmalarına neden oldu. Aslında 80 kuşağı şiiri kendinden sonra gelen şiire önemli zenginlikler kattı. Bunların başında imgenin şiirdeki yeriydi. Bu üslup genç şairler tarafından da benimsendi, ama felsefi ve şiirsel kaygılar eksik olduğundan ne yazık ki bunun önemi yeterince kavranamadı. İmgeye boğulan, yalnızca derdi imgeyle sınırlı şiirler düşünüldü. Tuhaf olan 80 kuşağının imge anlayışı benimsenirken ‘gelenek’ genç kuşaklar tarafından temellendirilmeden reddedildi veya reddedilmeye çalışıldı. Oysa 80 kuşağı geleneğe yaslanan, ama onu ideolojik olarak benimsemeden önemini kavrayan ve şiirinin bir kaldıracı olarak gördü. “80’li yıllar şiirinin, Yeni Türk Şiiri’nin en önemli özelliklerinden biri geleneği reddetmemek, aksine onu sahiplenmektir.”(16) gibi çok açık ifadeler 80 kuşağının gelenekle ilişkisini ortaya koyar. Yenibütün Şiir Manifesto’sunda imzası olan Metin Cengiz de “…gelenek, bir dilde yazılmış şiirin, o şiirin gelişimi, değişimi içindeki bütün bir birikim olarak değerlendirildiğinde devindirici bir özellik de kazanmaktadır. Dahası, bir ülke bir ulus, bir dil, bir uygarlığın her şairin yazdığı şiirin mevcut gelenekle bir hesaplaşma, bir karşılıklı ilişki, içinde olduğu da diyalektik bir gerçeklik.”(17) diyerek geleneğe oluşmuş olan görüşe kendini bağlar. Bütün bunlara rağmen Türk şiirinin beklentilerine yeni kuşaklar yanıt oluşturamazlar. W. B. Bayrıl 80 kuşağı şiiri üzerine kendine ve kuşağına güveni tam olan bir şair gibi söz alır; “80’li yıllar şiiri tamamlanmış, bir süreç değildir. Yeni bin yıla erdiğimiz şu günlerde de işleyişini, varoluşunu, etkinliğini olanca ağırlığıyla sürdürmektedir.”(18) 80 kuşağı şiirinin önemini anımsatmaya çalışır. 80 kuşağının etkinliği kuşkusuz var, ama iyi şiirler yazılamıyor ya da kendini sürekli tekrarlıyor. Bunun sorumluluğu 80 kuşağına ait değil kuşkusuz, genç kuşak şairlerin şiire, ‘şiir ve hayat’ ilişkisine bakışında ve bu genç kuşağı çevreleyen toplumsal, siyasal koşullarda aranmalı. Bir de 80 kuşağı şirini ‘anlamsızlıkla’ yargılayanların bu sürece dolaylı da olsa katkı sunduklarını söylemek isterim.

Anımsanırsa bir dönem haksız nitelenebilecek şekilde 80 kuşağı eleştirildi. 80 kuşağıyla ‘Toplumcu Gerçekçi’ kuşak ‘şiirde anlam’ konusunda 90’lı yılların başında karşı karşıya geldiklerine tanık olmuştuk. 80 kuşağı en ciddi ve sarsıcı eleştiriyi bu dönemde alır. Önce Ahmet Oktay ardından Şükran Yurdakul’dan geldiğini söyleyen Metin Celâl daha sonrası için; “O günlerde bir şiirde olması gereken ilk şeyin anlam olduğunu söyleyenler ‘toplumcu gerçekçilerdi’, bugün Roni Margulies ve Şavkar Altınel. Ama söylenenler pek de değişik değil, hatta tıpa tıp birbirinin kopyası. Jargon, sözü alma biçimi bile aynı…(Onlar “biz toplumcuyuz” diye söz alıyorlardı, Roni Margulies’de “hem devrimciyim, hem de komitacıyım” diyor.)”(19) Oysa 80 kuşağı ‘anlamsızlığa’ dayanmıyordu, Yenibütün Şiir Manifesto’su imzacılarından Metin Cengiz; “Oysa şiir, ideolojilerin bir yayma, bir makyaj aracı değildir. Her şairin bir ideolojisi olduğundan bu ideolojiden kaynaklanan her türlü politik, etik, felsefi anlam yapıtın içsel dokusunda vardır ve politika asla şiirden önce gelmez.”… “Örnekse, klasik müzik yapıtları neyi anlatmaya çalışırsa çalışsın müzik olarak ortaya çıkmışlardı, tıpkı Mimar Sinan’ın camilerinin Allah için değil mimarlık için dikilmesi gibi. Şiir de politik bir araç olsun diye değil amacı olan estettik değerlere varmak için şarkılaşır. Ve bu şarkı insanın varlığı için gereklidir. Bunun için de diyoruz ki, şiir bağımsızdır ve bu bağımsızlık onun estetik varlığı için mümkün ve zorunludur.”(20) vurgusu 80 kuşağının taşıdığı estetik kaygıyı dillendirir. Şiirde istenilen bağımsızlık aslında İngiliz Rönesans şairi Philip Sydney’den E. Kant’ta uzanan sanatın bağımsızlığından başka bir şey değildi. Metin Cengiz’in bu kaygısını Yenibütün imzacılarından Veysel Çolak, Seyyit Nezir, Hüseyin Haydar, Tuğrul Keskin paylaşırlar. Dönemin yine önemli solcu şairlerinden Hüseyin Ferhad “Teoriden, rekabetten maksat şiire ulaşmaktır, yeni bir şiire. Yoksa ne ret ya da kabulün bir anlamı vardır, ne bireycilik yahut toplumculuğun. Şair bir dertle, o derdin şiirsel düzleme aktarmak amacıyla masaya oturur. Yazdığı şiir tasavvur ettiğiyle örtüşmeyebilir o başka bir mevzu.”(21) vurgusuyla şiirin bağımsızlığını destekler.

80 kuşağı şairleri imge kullanımına verdikleri önemle, geleneğe bakış açılarıyla ve dünyayı sorgulama kaygıları temelinde ortaklaşıyorlardı. Bu ortaklaşma kendi bireysel yaratıcılık alanlarıyla da dağılıyordu. Hemen her şair kendi biçemini, sesini yaratmıştı. Bazıları başladıkları şiiri sürdürmekte ısrarlı gözükürken pek çoğu şiirde yeni yönelimlere, arayışlara girmişti. Yine de değişmeyen şey şiirin bağımsızlığı, imgenin kullanımı veya önemi ve şiirde estetik duyarlılığın anlam kadar önemli olduğuydu. Bu kaygılar 80 kuşağına ‘anlamsızlıkla’ suçlayan kesimin şiirde estetik bir duyarlılığın gelişmesine de neden olmuştu. Yani 80 kuşağı yalnız kendilerini değil periferide gezinen şairleri de etkilemişlerdi. “Yalnızca 80’ler şiiri deyip geçemezsiniz. Bu dönem şiiri denince bazı şairler akla geliyor, adı konmamış bir anlayış olduğu için dönem içinde yazmış bütün şairleri aynı sepete koymak yanlışlığından artık kurtulalım…Evet, 80’ler şiiri çoksesli bir şiirdi, çok farklı yönelsemeler vardı ve bunun böyle olacağı bir öngörü olarak daha 1983 yılında yazılmıştı. Merak edenler Üç Çüçek ve Poetika dergilerinin sayfalarında ve bu çizginin uzantısın olarak gelişen Fanatik, Şiir Atı, Sombahar ve Düşler dergilerinde; ayrıca Gösteri, Varlık ve Broy’da bu şair topluluğunun yazdıkları yazılarda, yaptıkları konuşmalarda ‘Yeni İmgeci Şiir’in özellikleri açıkça ortaya çıkar.”(22) Tuğrul Tanyol 80 şiirinin etki alanını bu şekilde tanımladıktan sonra pek çok şairi de haklı olarak dışarda bırakmaya çalışır. “Müslüman şairler ve Hapishane şairleri olarak geçiyor hep değerlendirmelerde 70 şiir anlayışını sürdüren arkadaşlar da vardı. Şimdi bütün bunları, Üç Çiçek, Poetika çizgisinin şiir anlayışının, 80’ler şirine yayarak bir araya getiremezsiniz. İşte yapılan hata budur diyorum. Bu toparlanmadan bizim hoşlanmadığımız kadar onların da hoşlanacaklarını sanmıyorum.”(23) Tanyol 80 kuşağının etki alanını sınırlandırmasının dayanakları pek güçlü olduğu söylenemez. Hapishane şairleri ve Müslüman şairlerin şiirlerine baktığımız da 80 kuşağı şiirinin izlerini bulmak söz konusudur. Her ne kadar kendi öznel durumlarının önde tutulduğu şiirler olsa da imgeye olan düşkünlük ve imgenin kullanımına dikkat ettiğimizde 80 kuşağının etkisinde oldukları görülür, ama 80 kuşağına dâhil değillerdir. 80 kuşağından etkilenmişlerdir denilebilir.

Tuğrul Tanyol, Haydar Ergülen, Adnan Özer, Taner Ay ve Özcan Özbilge’nin yayıma hazırladıkları Üç Çiçek birinci sayısı (1983), ikinci sayı Tuğrul Tanyol, Haydar Ergülen, Adnan Özer, Taner Ay ve Orhan Tekelioğlu yayına hazırlar ve üçüncü sayı Tuğrul Tanyol, Ali Günvar, Haydar Ergülen ve Adnan Özer tarafından hazırlanır. 1984 yılında Poetika dergisiyle Tuğrul Tanyol, Mehmet Müfit ve Metin Celâl ile sürdürülür. 1986 yılında Orhan Alkaya, W. B. Bayrıl, Seyhan Erözçelik, Osman Hakan A. yayıma hazırladıkları Şiir Atı’yla birlikte yolunu devam eder. Daha sonra Geniş Zamanlar, Düşler, Sombahar gibi dergilerle de 80 kuşağı çıkış mantığını koruyarak varlığını günümüze kadar sürdürür. ‘Yenibütün’ şairleri 80 kuşağı şiiri içinde kendi özerkliklerini ilan etseler de 80 kuşağı şairlerinden saymak gerekir. Bu şairler de 80 kuşağı şairlerin yaşadığı ortak kaygıları yaşadılar. Manifestoları yalnızca ideolojik bağlaşıklarının yarattığı bir durumla açıklamak yeterli olmasa gerek. 1987 yılında yayımlanmış bir manifesto ve içerik vurgusu 80 kuşağının çekirdek kadrosunun kaygılarını taşıdığı söylenebilir.

Bugün Türk şiirinin ana gövdesi yaşayan birkaç yaşlı kuşak şairin dışında 80 kuşağı şairleri tarafından taşındığını söylersek yanılmış olmayız. Genç kuşaklar iyi şiirler yazmak istiyorlarsa, yeni üsluplar ve yenilikler geliştirmek istiyorlarsa dönüp 80 kuşağına bakmaları gerekir. 80 kuşağı kendilerinden önce ‘gelenekle’ kurdukları ilişkiyi onlarında 80 kuşağıyla kurmaları gerekir. Bu ilişki ‘geleneğin’ devamlılığı anlamında değil onu aşmak temelinde veya daha ileri taşıyarak ‘reddi miras’ temelinde olmalıdır. Bunun yapılabilmesi için de 80 kuşağının şiirini iyi tanımak gerekir. Yeni kuşaklar başka türlü kendilerini bağımsızlaştıramazlar, kendilerinden söz ettiremezler. Şiirler yayımlanır, kitaplar çıkar ama gerçek anlamda köklü bir kopuşu, yeni bir şair kuşağı oluşturamazlar. Günümüzde nitelikli ve iyi şiir yazan 2000 sonrası şairler kuşkusuz az da olsa varlar, ancak bu yeterli değildir. Yeni şiir ancak geçmiş şiirin özümsenmesi, eleştirilmesiyle kendini var edebilir. Bir şeyi aşmanız veya reddetmeniz için o şeyi bilmeniz gerekir. Bunun başka da yolu yoktur. Modern şiirimiz yeni bir şiir ve şair kuşağına gebedir. Aşılması veya reddini yine yeni kuşak belirleyecektir. Son söz eskilerde değil yenilerde olacaktır ve önümüzde büyük bir doğumun eşiğinde olduğumuzu söyleyebilirim.

*: “Mandolinli Kız” başlıklı şiiriyle 1985 yılında Milliyet Sanat Dergisi Genç Şairler Antolojisi’nde görüldü ve yine aynı yıl Adana’da şiir kitabını yayımladı. Yani B. Asiltürk aslında 80 kuşağı şairleri içinde doğmuş ve o kuşağa eklenmiş bir şairdir. Şiirlerinde zaten bunun etkisi oldukça yoğun gözlenmektedir. 2003 yılında “Soylu Yenilikçi Şiir” manifestosunu yayımlayarak 80 kuşağıyla bireysel olarak kopuşunu gerçekleştirdiğini sanır. Bu tip manifestoların şiir geleneğinde pek önemsenmediğini, şairin şiirsel serüveninden daha çok şiirsel idrakine katkı sağladığını söylemekle şimdilik yetinelim. Ancak şu var ki; 80 kuşağı sonrası grupsal manifesto döneminin kapanıp bireysel çıkışların belirleyici olduğu ortak bir kanaat oluşmuş gibi. Bu kanata biraz temkinli yaklaştığımı belirtmek isterim. Toplumsal iklim grupsal manifestolara her zaman gebe olduğu unutulmamalıdır. Çünkü edebiyat ve şiir tarihi bize bunu söyler.

1-) 2000’ler şiir antolojisi, Kırmızı Kedi yayınevi, ‘21. Yüzyılda mıyız, Neredeyiz?’, Güven Turan, s, 387

2-) 2000’ler şiir antolojisi, Kırmızı Kedi yayınevi, ‘2000 kuşağı’, Baki Asiltürk, s, 356

3- ) Age, s, 357

4-) Age, s, 357

5-) Age, s, 358

6-) Edebiyat Üzerine Düşünceler, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, T.S. Eliot, ‘Yeats (1940)’, s, 117

7) HER ZAMAN ŞAİR, W. B. BAYRIL, S, 46

8)Heidegger Nazi Almanya’sındaki tutumundan dolayı gerek akademi gerek siyasi dünyada felsefesi üzerinde bir gölge oluşturduğu söylenebilir. İnsanlar bu büyük düşünüre Nazizm ilişkisinden dolayı sürekli mesafe koymuşlar veya koymaya çalışmışlardır. Heidegger’in Nazim ile ilişkisini ortaya koyan üç gazete yazısı ve parti üyeliğidir. Hiçbir zaman Nazizm propagandası veya ideolojik bir destek söz konusu olmadı. Adam Sharr’ın Türkçe’de yayımlanmış biyografik çalışma olarak da değerlendirilebilecek ‘Heidegger’in Kulübesi’ kitabında demek istediğim daha açık ifade edilmiştir. Benim şahsi görüşüm, Heidegger kendini, kendi önemini kavrayan bir filozoftu. Faşist Almanya’da kalmayı tercih etti. Çünkü felsefe yapmak onun için her şeyden daha önemliydi. Hitlerin iktidara gelmesiyle üniversiteden istifa etmesi ve daha sonra Berlin’ndeki felsefe kürsüsü teklifini reddetmesinin gerekçesi yalnız Kara Ormanlarına ve kulübesine olan düşkünlüğü değildi kendi deyimiyle ‘ölüm’ korkusuydu. Kendinin ve ailesinin öldürülebileceğini sezinliyordu ve bunu daha sonra yazdığı mektuplarında da itiraf eder. Heidegger ne pahasına olursa olsun Almanya’da kalmayı ve felsefe yapmayı tercih etti. Bir felsefeciyi önemli kılan şey yaşamı kendi hayatı sınırlarının ötesinde görme başarısıydı, O da bunu düşündü ve doğduğu yerde kaldı. P. Bourdıeu iki Heidegger’den söz eder ve ikisinin ayırmanın gerçekçi bir bakış olarak öne sürer. Biri felsefeci Heidegger diğeri de Hitlerden, gündelik siyasetten etkilenmiş bir Heidegger. Ben bu bakış açısını belli ölçülerde kabul etsem de Heidegger’in felsefe uğruna büyük bir bedel ödediğinin farkında olmak gerektiğini düşünüyorum. Heidegger’de gördüğüm şey şuydu: Sartre, Adorno, Deleuze, Guatari Heidegger egzantalizmi üzerine kendi felsefelerini inşa etmiş olduklarıydı. Varoluşçuluk unvanını ben Heidegger’den görürüm. ‘Varlık ve Zaman’ son iki yüz yılın en büyük felsefi başyapıttı. Sartre bu kitap yayımlandığında henüz yirmisindedir ve henüz varoluşçuluk sistematize edilememiştir. Oysa Heidegger, Hursel’den devraldığı fenemolojiyi ‘Dasein’ kavramı üzerinden yeniden ontolojik temelde yeniden kurar.

9)Edebiyat Üzerine Düşünceler, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, T.S. Eliot, ‘Yeats (1940)’, s, 117

10)İYİ ŞİİR KOALİSYONU, Tuğrul Tanyol, Mühür Kitaplığı, syf 36

11)Yeni Türk Edebiyatı, Grafik Yayınları, Ramazan Korkmaz, aktaran Baki Asiltürk, Türk Şiirinde 1980 kuşağı, YKY, syf 46

12)HER ZAMAN ŞAİR, Mühür Kitaplığı, W. B. Bayrıl, syf 49

13)A.g.ç syf 72-73

14)A.g.ç syf 50

15)Eleştiri şiirden şiire giden yoldur. Etkilenme endişesini inceler. Bloom için estetik önceliklidir. Batı Kanonu kitabında çağdaş şairler için yaratıcılığın kaynağı olarak geleneğin önemini vurgular. Hem Bloom hem de T. Eliot yaratıcılığın karşıtı olarak algılanan gelenek anlayışını yıkan yazarlardı. Bloom Shakespeare ile hesaplaşmayan Batı’da şiir yazamaz der.

16)Yeni Türk Şiiri, Çizgi Yayınevi, Metin Celâl, syf 70

17)Modernleşme ve Modern Türk Şiiri, Şiirden yayıncılık, Metin Cengiz, syf 164

18)HER ZAMAN ŞAİR, Mühür Kitaplığı, W. B. Bayrıl, syf 46

19)Yeni Türk Şiiri, Çizgi Yayınevi, Metin Celâl, syf 80

20)Şiirin Gücü, Yön Yayıncılık, Metin cengiz, syf 24-25

21)Şark Belleği, YKY, Hüseyin Ferhad, syf118

22)İYİ ŞİİR KOALİSYONU, Mühür Kitaplığı, Tuğrul Tanyol, syf 38

23)A.g.ç, syf 38-39

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl