Ana Sayfa Kritik ARENDT ve AGAMBEN’DE BİR İNSAN HAKLARI SORUNSALI OLARAK MÜLTECİLİK

ARENDT ve AGAMBEN’DE BİR İNSAN HAKLARI SORUNSALI OLARAK MÜLTECİLİK

ARENDT ve AGAMBEN’DE BİR İNSAN HAKLARI SORUNSALI OLARAK MÜLTECİLİK

 

          Giriş

          İnsan haklarının öznesi olarak anlaşılan “yurttaş” kimliğini bir şekilde kaybetmiş olan insanları tanımlamak için kullanılan “mülteci” kavramı İnsan Haklarına ilişkin birtakım sorunları da beraberinde getirmiştir. İnsan Hakları ile yurttaşlığı birbirine bağlayarak bunları zorunlu bir ilişki içinde tutmak aynı zamanda ulus-devletin devamlılığına da hizmet etmiş ve bu durum sistemin dışında kalması muhtemel herkesin İnsan Haklarından da mahrum kalacak olmasına yol açmıştır. Bu bağlamda İnsan Hakları ile ulus-devletin kaderlerinin birbirlerine bağlı gibi gözükmesini bir problem olarak ele alan Hannah Arendt, özünde mülteci kavramını engelliyor olması gereken İnsan Haklarının bunun tam aksine bir mülteci krizine yol açtığını öne sürmüştür. Arendt’in Totalitarizmin Kaynakları 2 / Emperyalizm adlı eserindeki son bölüm olan “Ulus-Devletin Yıkılışı ve İnsan Haklarının Sonu” başlıklı bölümde yer alan bu görüşe daha sonradan Giorgio Agamben tarafından da dikkat çekilmiş ve her iki filozof da “mülteci” kavramı üzerinden bir İnsan Hakları tartışması yürütmüştür. Bu çalışmada da Arendt ile Agamben’in görüşleri çerçevesinde ve “mülteci” kavramının odağında bir İnsan Hakları problemi ele alınacak, iki filozofun bu konuya ilişkin düşüncelerindeki ortaklıklara ve farklılıklara dikkat çekilecektir.

 

Fransız Devriminin ardından ulus-devletlere dönüşün hız kazanmasıyla birlikte monarşilerin içinde yurttaşlık hakkı bulunmayan tebaaların da ulus-devletlerdeki yurttaşlara dönüşmesinin önü açılmıştır. Özgürlük, kardeşlik ve eşitlik sloganları eşliğinde gerçekleşen Fransız Devrimi, bu sloganları pozitif hukuk düzenine dahil etmeyi başarmış, bunun sonucu olarak da “Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi” ortaya çıkmıştır. İçerisinde “devredilmez”, “dokunulmaz”, ve “doğuştan gelen” niteliğe sahip hakların yer aldığı bildirgenin başlığında ise iki farklı özneden bahsedilmektedir: “insan” ve “yurttaş”. Burada birbirinden farklı gözüken iki ayrı öznenin varlığının söz konusu olması hem Arendt tarafından hem de Agamben tarafından sorgulanmıştır. “Yurttaş” sözcüğünün dışlayıcılığı ve esasında yurttaşlığa bağlı olduğu gözüken İnsan Haklarının kapsamı, kimilerinde bu hakları görmeyen anlayışıyla İnsan Haklarının kendi varoluş amacına ters düşüyor gibi gözükmüştür. Bunun da ötesinde ulus-devletlerde vaat edilen yurttaş hakları bu ülkelerdeki insanların yurttaşlıktan çıkarıldıklarında, yani herhangi bir ulus-devlet ile yurttaşlık bağı bulunmayan bir insan olarak kaldıklarında, söz konusu haklarını da yitirecek olmaları anlamına gelmekteydi. Bir diğer yandan yurttaşın “doğuştan” sahip olduğu hakların “yurttaş olmayan insan” söz konusu olduğunda “doğuştan” olma niteliğini kaybettiği görülmektedir. Arendt için yurttaş olmayan bu insan profili, modern ulus-devletlerin doğuşu ile birlikte ortaya çıkmış olan İnsan Haklarının içinde bulunduğu krizin bir göstergesi haline gelmiştir. Sözgelimi bu iki öznenin İnsan Hakları karşısında nasıl konumlandırıldıkları konusu tartışmanın çıkış noktasını oluşturmaktadır.

  1. yüzyılda yaşanan iki dünya savaşının akabinde artış gösteren kitlesel mülteci hareketlerinin İnsan Haklarının kendi içinde taşımış olduğu bir dilemmayı ortaya çıkartmış olduğunu söylememiz yanlış olmayacaktır. Ulus-devletlerde vaat edilen haklar esasında yurttaşların hakları olarak anlaşılmaktaydı ve insanlar yurttaşlıktan çıkarılıp çıplak haliyle ortada kaldıklarında, yani bu kişilerin “insan” olmaları sahip oldukları tek kimlik olarak kaldığında, söz konusu haklarının da ortadan kaybolduğu görülmekteydi. Bu bağlamda “mülteci” kimliği de modern-ulus devletlerin ve ulus-devletlere paralel olarak ortaya çıkmış İnsan Haklarının krizini ortaya koymuştur. Her şeyden önce bütün politik yönetimlerden bağımsız olduğu kabul edildiği için “devredilemez” olarak tanımlanan İnsan Haklarının, yurttaşların bir politik yönetimden yoksun kaldıkları takdirde onları koruyacak hiçbir otoritenin geride kalmamasıyla sahip oldukları bu haklardan mahrum kaldığı görülmüştü. Böylelikle tıpkı azınlıklar gibi devletsiz kalanlar da ulusal haklarını yitirmeleriyle birlikte insan haklarını da yitiriyordu.[1] Arendt’in “haksızlar” olarak tanımladığı bu gruplar ilk olarak yurtlarını, daha sonra da politik bir yönetimin korumasını kaybetmişlerdir. Ona göre bu kişilerin içinde bulundukları durumu bu kadar tehlikeli hale getiren şey kanaat oluşturma haklarından yoksun bırakılmalarıydı.

Arendt, mültecilik konusunu daha çok 2. Dünya Savaşı dönemindeki Yahudi mültecilerin durumu üzerinden ele almıştır. Arendt’e göre, mültecilik durumu, bireyin yerinden edilmesi ve yabancılaşmasıyla birlikte insani haklarının ihlal edildiği bir durumdur. Ona göre, mültecilik, ulus-devletlerin egemenlik anlayışı nedeniyle ortaya çıkar. Egemenlik, insanların haklarını koruma sorumluluğunu üstlenen devletlerin, mültecileri insanlık dışı koşullara maruz bırakmasına yol açabilir. Arendt, mültecilik durumunun temel nedenlerinden birinin, ulus-devletlerin sınırlarının içinde olmayan insanlara insani hakları tanımamaları olduğunu savunur. Ona göre, mültecilik durumu, ulus-devletlerin sınırlarının dışında kalan insanların yasal bir statüsünün olmamasıyla ilişkilidir. Agamben’e göre ise mültecilik modern devletin egemenlik ve güvenlik politikalarının bir sonucudur. Agamben’de karşılaştığımız en önemli kavramlardan biri şüphesiz “çıplak hayat” kavramıdır. Agamben’e göre, modern devletin siyasi mekanizmaları, “çıplak hayat” adını verdiği soyut bir durumu yaratır. Çıplak hayat, yasaların dışında kalan ve yaşama hakkı tanınmayan bir durumu ifade etmektedir. Agamben, mültecilerin de bu çıplak hayat durumunda olduklarını iddia eder ve onların siyasi haklardan mahrum bırakıldığını söyler. Ona göre, mültecilik durumu, modern devletin egemenlik arayışıyla ilişkilendirilebilen bir “istisna hali” olarak değerlendirilmelidir. Agamben, mültecilik durumunda olan insanların, devletin dışında, yasaların dışında ve koruma altında olmayan bir statüye sahip olduklarına dikkat çeker. Hem Arendt’in hem de Agamben’in mültecilik durumunu, İnsan Haklarının ihlaliyle ilişkili olarak ele aldığını söyleyebiliriz. Her ikisi de modern devletin egemenlik politikalarının mülteci sorununu derinleştirebileceğine odaklanır. Ancak Arendt, mültecilik durumunu daha çok yerinden edilmişlik ve yabancılaşma perspektifinden ele alırken, Agamben, mültecilerin siyasi haklardan mahrum bırakıldığı ve çıplak hayat durumunda oldukları fikrine odaklanır.

 

  1. Arendt’in Dikkat Çektiği Kriz: Mültecilik

Birinci Dünya Savaşının ardından devletsiz halklarla birlikte azınlıklıklar ve mültecilerle ilgili sorunlar ortaya çıkmaya başlamıştır. Büyük mülteci kitlelerinin ortaya çıkışı sonucunda Avrupalı ulus-devletler, ilk olarak mültecilerin ülkelerine iade edilmeleri veya sığınmış oldukları ülkenin uyruğuna geçmeleri gibi bazı yöntemlerle çözüm üretmeye çalışmışlardır. Ancak bunu gerçekleştirmenin mümkün olmadığı anlaşıldığında mültecilerle ilgili sorun daha da vahim bir hal almaya başlamıştır.[2] Nitekim bu tarz istisnai ve geçici çözümler mülteciliğin kitlesel bir hal almaya başlamasıyla birlikte işlevsiz duruma gelmiştir.[3] Mültecilerin ülkelerine iadeleriyle ilgili önlemler, bu insanların gönderilebilecekleri hiçbir ülke kalmadığında iflas etmiştir. Arendt’e göre yüzbinlerce devletsiz insanın ortaya çıkmasının ulus-devletlere verdiği bir diğer büyük zarar, uluslararası ilişkiler alanında İnsan Haklarının her zaman simgesi sayılmış yegane hak olan barınma hakkının ortadan kaldırılması olmuştur.[4]

Mültecilerin kamusal alandan dışlanıp özel alana hapsedilmeleri üzerinde duran Arendt’e göre, özel alan ve kamusal alan ayrımı ve kişinin kamusal alanda yer alabilmesi son derece önemlidir; çünkü insanlar doğuştan eşit olarak doğmazlar. Siyasi yaşam insanların örgütlenme yoluyla eşitliği gerçekleştirebileceği bir varsayıma dayanır ve önemini de buradan almaktadır. İnsanlar eşit şartlar altında doğmadıklarından ötürü onları eşit hale getiren birtakım hakların var olmasının zorunlu olduğuna inanan Arendt’e göre, bu eşitliğin sağlanabilmesinin en önemli yolu, yurttaşlar arasında siyasi olarak eşitliğin sağlanmasıdır. Buna karşın bir insanın yurttaş olarak adlandırılabilmesi için bir devlet örgütlenmesine bağlı olması gerekliliği Arendt için sorunun başlangıç noktasını oluşturur.[5] Onun için bir insanın, insan ırkının bir üyesi olmasından ötürü insani haklara sahip olması gerekmektedir. Yani İnsan Haklarının, devletlerin insana sunduğu bir hak olmaması gerekmektedir. Bireyi ulusal haklardan mahrum bırakmak Arendt’e göre totaliter politikaların en güçlü silahıdır. İçinde “istenmeyen” belirli azınlıkları ve masum insanları içeren bir politik düzende ise İnsan Hakları, gerçekte olmayan ancak demokrasilerin olduğunu iddia ettiği anlamsız bir idealizme dönüşmektedir.[6]

Arendt’e göre İnsan Haklarının çöküşüne giden bu süreçte azınlık sorunu önemli bir rol oynamıştır. Avrupa tarafından uygulanmayan iltica hakkı da aslında yurttaşlık hakkının ne olduğunu ortaya çıkarmıştır. Yurttaşlık hakkı yalnızca bireyin köken olarak bağlı olduğu ulus dahilinde verilmektedir. Yurttaşlığını kaybeden insanlara sağlanan iltica hakkı ise, başka bir ülkede yaşamak zorunda kalabilecek olan insanlar için düşünülmüştür. Arendt’e göre azınlık sorunu ile birlikte kitlesel olarak verilmesi gereken iltica hakkının sağlanmaması aslında yurttaşlık hakkı diye bir şeyin de olmadığını göstermiştir. İnsanlar arasında ayrım yapmak suretiyle haklar tamamen yok sayılmıştır. Bununla birlikte devletsiz bırakılan insanları hiçbir ülke beslemek mecburiyetinde değildir. Diğer devletleri yurttaşlık hakkını kaybeden bu insanlara yardım etmelerini zorunlu kılacak bir yasa da mevcut değildir. Bu insanları yaşatan şeyin haklar olması gerekirken, onları yaşatan iktidar mekanizmasının merhameti olmuştur. Bu durum da mevzubahis insanları İnsan Haklarından yoksun bırakmaktadır. Haklardan yoksun bırakılmış olmak da Arendt için dünya üzerinden yoksun edilmek anlamına gelmektedir. Zira Arendt için anlamlı bir dünya, görüşler, fikirler ve eylemlerle mümkün olabilen, insanların üzerinde etkin olabildiği bir dünyadır.[7]

Arendt’e göre İnsan Hakları ve ulus-devlet arasında bir paradoks söz konusudur. İnsan Haklarının aslında gerçek olmaması ve insanların özel yaşamlarının politikaya dahil olması mülteci kavramı ile birlikte anlaşılmaya başlanmıştır. Ancak buna rağmen İnsan Haklarının somutlaştırılarak sorunların çözülmesi yerine, mültecilerin kendisi radikal bir kriz olarak görülmüştür. Ulus-devletin toprakları dışına itilen ve kabul edilmeyen mülteciler de ara bir bölgede sıkışıp kalmışlardır. Arendt’e göre mülteciler, ulusa hem dahildirler hem de dahil değildirler. Haksızlıktan dolayı hak talep etmelerine rağmen şiddet görmeye devam etmekte ve dışlanmaktadırlar.[8] Arendt için “Mükemmel bir insanın farazi varoluşu üzerine bina edilen İnsan Hakları anlayışı” insanların, haklarını yitirmesiyle birlikte yıkılmıştır. İnsanların elinden alınamıyor olması gereken kutsal haklar, ulus-devlet gerçekliği ile birlikte etkisiz hale gelebilmektedir. Etkisini kaybeden İnsan Haklarının neticesinde de insanlar korumasız bir biçimde ortada kalmaktadırlar. Arendt’e göre, mülteci kavramının ve mülteci yaşamının, İnsan Haklarından kesin bir biçimde ayrılması gerekmektedir. Nitekim İnsan Hakları ve ulus-devletin kaderinin birbirlerine bağlı olmasıyla birlikte, birinin çöküşü her ikisinin de çöküşüne yol açacaktır.

 

  1. Agamben’in Biyopolitik Perspektifi: Mültecilik ve Çıplak Hayat

Agamben, insan haklarının, egemenliği, egemen şiddete karşı savunmasız hale getiren “çıplak hayatlar” üreterek güçlendirdiğini belirten bir insan hakları eleştirisi sunmaktadır. Agamben’e göre İnsan Hakları etrafında örgütlenen herhangi bir politik yönetim, egemen şiddeti yeniden üretmekten kaçınamaz. Ona göre, demokratik bir hukuk devletinin ayrılmaz parçası olan, egemenliğin hukuka ait oluşu ilkesi, hiçbir şekilde egemenliğe ilişkin paradoksu ortadan kaldırmamaktadır. Aksine, paradoksun en uç sınırlarına ulaşmasına sebep olmaktadır. Agamben’e göre hukuksal güç, kendisine özgü bir güç barındırmaktadır. Bu güç, adaletin şiddetle olan bağlantısıdır. Hukuk, salt hayatla (zoe) bir araya geldiği ve zoe’yi kendisine dahil ettiği sürece kendi düzenini sürdürebilmektedir. Bu düzeni de yalnızca “istisna hali” korumaktadır. Agamben için egemene gücünü veren istisna hali, aynı zamanda onun devamlılığını da sağlamaktadır. İstisna halinin ve hukuk düzeninin asıl gücü çıplak yaşamı üretmesidir. Dolayısıyla egemen biyopolitik gücünü korumak adına çıplak hayat üretimine devam etmektedir ve bu sürecin aracı da şiddettir. Agamben, biyopolitik ulusun gelişiminin ise “doğum” kavramı ile başladığını kabul eder. Devlet içindeki tebaanın yurttaşlığa geçiş süreci, yurttaşlık hakkı olarak öne sürülse de Agamben’e göre bu aslında doğum ilkesidir. Kişi doğduğu anda, doğduğu yerin yurttaşı kabul edilmektedir. Bu bağlamda insan da insan olduğu için değil, doğduğu için bir takım haklarla donatılmaktadır.[9]

Agamben “mülteci” kavramını da bir sınır kavram olarak ele alır ve sınır kavramını işleyerek biyopolitikayı bu şekilde analiz eder. Agamben, egemeni, belirsizliği oluşturan ve bu belirsizlik üzerinden iktidarı icra eden olarak kabul etmekte, mülteci kavramını ise istisna hali ile ilişkili olarak ele almakta ve mültecileri yerleştirmek için kurulmuş olan kampları da istisna mekanları olarak ifade etmektedir. Agamben, mültecilik durumunu modern devletin egemenlik ve güvenlik politikalarının bir sonucu olarak değerlendirir. Ona göre, mülteci kimliği, devletin olağan yasal çerçevesinin dışında kalan bir istisna halinin sonucudur. Mülteciler, devletin yasalarının dışında, koruma altında olmayan ve siyasi haklardan mahrum bırakılan bir statüde bulunurlar. Biyopolitika, devletin insanların yaşamını ve bedenini kontrol etme biçimidir. Agamben’e göre, mülteciler de modern devletin biyopolitik mekanizmaları tarafından sınıflandırılan ve kontrol edilen bir grup olarak anlaşılır. Agamben, mültecilerin yasal bir statüden yoksun olduklarına dikkat çeker. Mülteciler, sık sık sınır bölgelerinde veya geçici kamplarda yaşarlar ve belirsiz bir gelecekle karşı karşıya kalırlar. Agamben’e göre, mültecilerin yasal bir statüye sahip olmaması, onları devletin korumasından mahrum bırakan ve İnsan Haklarının ihlal edildiği bir duruma sokar. Agamben için homo sacer’in ve hukukun soyut bir şey olmasının 20. ve 21. yüzyıllardaki en açık örneği mültecilerdir. Mülteci; egemenin, kendi yurttaşını diğer insanların hayatlarından ayırması sonucu ortaya çıkmaktadır. Mülteci, doğma yolu ile kazanılan ulusun bir parçası olmak ve insan olmak arasındaki bağlantıyı koparan kişidir. Doğum ve ulus arasındaki bağlantıyı gözler önüne seren mülteci, biyopolitikanın varlığını da ortaya çıkarmıştır. Agamben’e göre, yurttaşlığın bir kurgu olduğunu açığa çıkarmakta ve mülteci çıplak hayatı yaşamaktadır.[10] Yurttaşlık statüleri ellerinden alındığı takdirde insanların geriye yalnızca bedenleri ve çıplak hayatları kalmaktadır. Yurttaş olmadıkları için de İnsan Haklarına sahip değillerdir. Mülteci, böylelikle İnsan Hakları kavramının bir paradoksunu ortaya koyar. Mülteci statüsünde olan kimse, herhangi bir ulusa bağlı olmayan ancak buna rağmen yasalara tabii olmaya devam eden kişidir. Bir anlamda ne insandır ne de yurttaştır. Agamben’e göre İnsan Haklarının bir niteliği olduğu kabul edilen kutsal ve devredilemeyen haklar gerçekten var olsa idi, İnsan Hakları ulus-devletin eline bırakılmazdı. Mülteci kavramı, İnsan Haklarının ulus-devletlerin elindeki kriterlere göre belirlendiğini göstermektir.[11]

 

          Sonuç

Bu çalışmada Hannah Arendt ve Giorgio Agamben’in İnsan Haklarına ilişkin mülteci kavramı üzerinden ele aldıkları paradoksu ortaya koymaya çalıştık. Arendt, mültecilik konusunu II. Dünya Savaşı dönemindeki Yahudi mültecilerin durumu üzerinden ele almıştır. Arendt’e göre, mültecilik durumu, bireyin yerinden edilmesi ve yabancılaşmasıyla birlikte insani haklarının ihlal edildiği bir durumdur. Ona göre, mültecilik, ulus-devletlerin egemenlik anlayışı nedeniyle ortaya çıkar. Egemenlik, insanların haklarını koruma sorumluluğunu üstlenen devletlerin, mültecileri insanlık dışı koşullara maruz bırakmasına yol açabilmektedir. Arendt, mültecilik durumunun temel nedenlerinden birinin, ulus-devletlerin sınırlarının içinde olmayan insanlara insani hakları tanımamaları olduğunu savunur. Ona göre, mültecilik durumu, ulus-devletlerin sınırlarının dışında kalan insanların yasal bir statüsünün olmamasıyla ilişkilidir. Arendt için mülteci figürü, İnsan Haklarının aslında var olmadığını ortaya koymaktadır. Ona göre İnsan Haklarının, insan olmamızdan kaynaklı olarak var olması gerekmektedir. Arendt’e göre bir insan, kendi ulus-devletinin sınırlarının dışına çıktığı zamanda hoş karşılanmalıdır. Bu karşılanmanın sebebi kişinin insan ırkına dahil olması sebebiyle sahip olduğu insanlık hakkından gelmelidir. Arendt’in bu bağlamda bahsettiği “haklara sahip olma hakkının” amacı, insanların farklılıklarını ortaya çıkararak onları birbirinden ayıran özellikleri topluma gösterebilmektir. Arendt’e göre İnsan Haklarının ortaya çıkmasının amacı, yurttaşların arasındaki politik eşitliğin sağlanmasıdır. Ancak Arendt’e göre bir insanın yurttaşlık sıfatına sahip olabilmesi için de siyasi bir örgütlenmeye bağlı olması gerekli gözükmektedir. Bu nedenle Arendt’e göre İnsan Hakları, ulus-devletler aracılığıyla insanlara sunulmuş bir hak olmamalıdır. İnsan Hakları, insanın insan olmasından kaynaklı olarak sahip olduğu bir hak olmalıdır. Arendt’e göre İnsan Haklarını garanti eden şeyin ulus-devlet olması, bu haklardan mahrum kalındığı takdirde insanı hukukun koruması dışında bırakmaktadır. Bu doğrultuda Arendt, İnsan Hakları ve ulus-devlet arasında bir paradoks olduğunu fark etmiştir. İnsan Haklarının esasen var olmadığı da mülteci kavramıyla birlikte açığa çıkmıştır. Dolayısıyla gerçek sorunun İnsan Haklarının mevcut durumu olduğunun farkına varılması yerine mülteciler radikal bir kriz olarak görülmüştür. Ulus-devletin sınırları dışına itilen mülteciler ara bir bölgede mahsur kalmışlardır. Arendt’e göre mülteci, ulusun bir üyesidir ancak ulusa dahil değildir. Bununla birlikte haksızlıktan dolayı hak talep etmelerine rağmen şiddet görmekte ve dışlanmaktadırlar.

Agamben’e göre ise, mültecilik durumu modern devletin egemenlik ve güvenlik politikalarının bir sonucudur. Agamben, modern devletin siyasi mekanizmalarının, “çıplak hayat” adını verdiği soyut bir durumu yarattığını ileri sürer. Çıplak hayat, yasaların dışında kalan ve yaşama hakkı tanınmayan bir durumu ifade eder. Agamben, mültecilerin bu çıplak hayat durumunda olduklarını iddia eder ve onların siyasi haklardan mahrum bırakıldığını söyler. Ona göre, mültecilik durumu, modern devletin egemenlik arayışıyla ilişkilendirilebilen bir “istisna hali” olarak değerlendirilmelidir. Agamben, mültecilik durumunda olan insanların, devletin dışında, yasaların dışında ve koruma altında olmayan bir statüye sahip olduklarını vurgular. Agamben için de mülteci kavramı İnsan Hakları ve ulus-devlet arasında bir paradoks olduğunun kanıtıdır. Agamben’in kutsal insanı, mülteci kavramına eştir. İnsan Hakları, hayatın kutsallığını merkezine almaktadır. Ancak Agamben’e göre bu durum, zoe ve bios hayatlarının iç içe geçirilmesidir. Çünkü Agamben’e göre mülteci kavramı, egemenin istisna halinin yarattığı paradoks sebebiyle ortaya çıkmıştır. Egemen, kendisini hukukun dışında tutarak hukuk sisteminin aynı anda hem dışında hem de içinde kalmaktadır. Egemenlik, paradoksal olarak kendi kendisini sürdürmeye devam ederken, paradoks olarak bir belirsizlik eşiği yaratmıştır. Kutsal insan da sürekli olarak bu belirsizlik eşiğinin içinde bekleyen ve bu kısır döngünün içinde hapsolan kişidir. Agamben’e göre bu nedenle İnsan Hakları biyopolitik bir temelde inşa edilmiştir. Gerçek politik hayatı, pasif politik hayattan ayıran çizgi silikleşmiştir. Mülteciler de bu bozulan sınırda yaşayan ölülerdir. Agamben’e göre devredilemeyen kutsal insan hakları tanımlaması gerçekten olsaydı, bu durumda İnsan Haklarının ulus-devletin eline bırakılmaması gerekirdi. Nitekim ulus-devletler, yurttaş olmanın kriterlerini kendileri belirmektedir. Bu şekilde devlet, insanı terk edebilme yetkisine sahip olmuştur.

Hem Arendt hem de Agamben, İnsan Haklarının, insan olma durumu ile kazanılmış olması gerektiğini düşünmektedir. Ancak İnsan Haklarının sunulmakta olan bir hak gibi gözükmesi, insanın gerçekten bu haklara sahip olup olmadığının sorgulanmasına yol açmıştır. Bu nedenle her iki filozof da insan ırkı ve İnsan Hakları arasında bir bağlantı kurmuştur. Arendt, İnsan Haklarından muaf edilebilme durumuna bir eleştiri getirmektedir. Çünkü Arendt’e göre kişinin eylem durumunda olabilmesi için insanın, ulus-devletin bağlayıcılığından uzaklaştırılması gerekmektedir. Zira Arendt’e göre dünyanın yüzeyi, kamusal alandır. Dolayısıyla insan da eylemi başlatma potansiyeline sahip olması nedeniyle kutsal bir varlıktır. Bu nedenle onun bios hayatına geçişini sınırlayan ve bu doğrultuda onu yurttaş kimliğinden uzaklaştırarak, mülteci statüsüne indirgeyen ulus-devletlerdir. Böylelikle mülteciler; çıplak hayat ile siyaset arasındaki ilişkiyi, yurttaşlığın dışlayıcılığını ve yurttaşlık temeli üzerinden inşa edilmiş olan İnsan Haklarının paradoksunu gözler önüne sermektedir. Bu nedenle Arendt ve Agamben, mülteci kavramının oluşmasına neden olan sınır siyasetinin ortadan kaldırılmasını istemektedirler. Çünkü her iki filozofa göre de sınırlar var olduğu sürece yurttaşın bir mülteciye dönüşme ihtimali bulunmaktadır. Bu nedenle yurttaşlığın, sınır siyasetinin ötesinde bir kavram olması gerektiğini ileri sürerler.

 

KAYNAKÇA

Arendt, Hannah. Totalitarizmin Kaynakları 2 / Emperyalizm, çev. Bahadır Sina Şener, İstanbul: İletişim Yayınları, 2014.

Agamben, Giorgio. Kutsal İnsan, çev. İsmail Türkmen, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2013.

Agamben, Giorgio. İstisna Hali, çev. Kemal Atakay, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2020.

Agamben, Giorgio, “Biz Mülteciler” (Çev.: Emre Koyuncu), Tesmeralsekdiz, 4:46-52, 2009.

Aytaç, Ahmet M. Kitlelerin Ruhu Siyasal ve Sosyal Kuramda Kalabalık Tahayyülleri, Ankara: Dipnot Yayınları, 2011.

 

Yılmaz, Sibel. “Modern Yurttaşlığın İstisnaları: Hannah Arendt ve Giorgio Agamben’in Görüşleri Çerçevesinde İnsan Haklarının Eleştirisinde Mülteciler ve Kamplar”. Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 73(3): 763-786, 2018.

[1] Hannah Arendt, Totalitarizmin Kaynakları 2 / Emperyalizm, çev. Bahadır Sina Şener, İstanbul: İletişim Yayınları, 2014, s.48

[2] Arendt, A.g.e., s. 278

[3] Arendt, A.g.e., S. 284

[4] Arendt, A.g.e., s. 276

[5] Sibel Yılmaz, “ Modern Yurttaşlığın İstisnaları: Hannah Arendt ve Giorgio Agamben’in Görüşleri Çerçevesinde İnsan Haklarının Eleştirisinde Mülteciler ve Kamplar”. Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 73(3): 763-786, s.767

[6] Arendt, A.g.e., s. 258-259

[7] Arendt, A.g.e., s. 303

[8] Arendt, A.g.e., s. 283

[9] Giorgio Agamben, Kutsal İnsan, çev. İsmail Türkmen, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2013. s. 155

[10] Agamben, A.g.e., s. 158

[11] Agamben, A.g.e., s. 161

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl