Ana Sayfa Litera Kum Saatleri (Öykü)

Kum Saatleri (Öykü)

Kum Saatleri (Öykü)

“Sigara içerken yine uyumuşsun Hilda, böyle olmayacak. Ne desem kalbin kırılacak şimdi.

İzmarit bu sefer telefon rehberini ucundan tutuşturmuş. Yanan telefon rehberinin başına çöküp beni arayacağını biliyorum. Çünkü ben söylemiştim, hep bir telefon araması kadar uzağında olacağımı.”

Hilda uzun uzun çaldırdı numarayı. Kimsenin cevap vermediğini dehşetle fark etti.

Hilda sessiz bir kızdı. Babaannesi Hilda’ya konuşmayı, dünya ise susmayı öğretmişti.

“Evinize ilk geldiğim geceyi hatırlıyorum. Titremeli, terli nöbetler geçiriyordun. Babaannen telaşla çağırmıştı beni.

Dışarı akıtmadığı için kabaran duygu sellerinin içini aşındırdığı kaşık kadar suratının ortasındaki kocaman iki gözünden okunan, on dokuzunda genç bir kız görmüştüm karşımda.

Boynuna doladığın kırmızı atkınla karanlık bir bozkırın kestirilebilir sınırları içinde bir şakayık gibiydin.

İkimizin arasında bucaksız o bozkır gibi, işte böyle biraz. Seni seçme şansım yoktu Hilda, biliyorsun bunu. İşlerin buraya varacağını ikimiz de öngöremezdik.

Bir şansım daha olsaydı, altı ay boyunca azıcık azıcık acı çekmeni görmektense, o gün çok acı çekmeni tercih ederdim.”

Kasabadaki tek doktordu Yusuf. Teşhis konduktan sonra babaannesi onu diğer odaya çağırıp konuşmuştu.

Yusuf, hayatın ne kadar reddetsek bile bizden daha güçlü olduğunu dilinin döndüğünce Hilda’nın babaannesine anlatmaya çalışmıştı.

Babaannesi fark etmişti, dağların arasına gizlenmiş bu bozkırın soğuğunda ağzının buhar ve yalan saçtığını. İnsanın damarlarına aşka ve kalmaya dair sahte bir umut zerk eden vıcık vıcık şarkıların diliyle konuşuyordu Yusuf.

Onulmaz bir hastalığı vardı Hilda’nın.

Babaannesi Hilda’nın ömrünce hiç âşık olmadığını ve tek dileğinin o duyguyu tatmak olduğunu Yusuf’a anlatmıştı.

Sanki babaannesiyle zımni bir antlaşma imzalamışlardı. Oysa Yusuf duyguların, kullandıkça yıpranan kalem uçlarına benzediğini düşünürdü hep.

Ertesi gün kontrol için geldiğinde Hilda’ya, “Aramızdaki yaş farkını bir an için unut Hilda, ben senin tenine değil ruhuna talibim” demişti.

İnanılır gibi değil ama bir mucize gerçekleşiyordu. Çünkü o da doktoru görür görmez ondan çok etkilendiğini babaannesine söylemişti.

Hilda “ama” deyip sıra sıra dizili dişlerini göstere göstere kahkaha atmıştı.

Çünkü “bu dünyaya eğlenmek ve gelincik toplamak için geldiğimizi sanıyorsan yanılıyorsun kızım” diyerek başını her defasında bulutlardan alıp yere çalmışlığı vardı babaannesinin. Ama demesi bu yüzdendi biraz da. İnsan bir kere ama bataklığına düşmeyegörsün…

Çok mutluydu. Hayatında ilk kez doğru zamanda, doğru yerdeydi.

“Uçurtma gibi hissediyorum; eğer birisi makarayı tutmazsa, puff diye uçup gidecek olan bir uçurtma. Ve sen, beni tutacak kadar güçlü, uçmama izin verecek kadar akıllısın Yusuf.”

Yusuf kirli bir sakalla kaplı yüzünü Hilda’nın yüzüne sürterek, “Haydi tatlım, merak etme, oraya birlikte varacağız. Diğerlerinden daha iyi olmayacağız belki ama daha kötüsünü de yapmayacağız. Oraya varacağız, sana söz veriyorum. Üstelik hiçbir şeyimiz olmadığı için kaybedecek hiçbir şeyimiz de yok. Hadi doğrul bebeğim, oraya birlikte varacağız” dedi.

Bent kapaklarını açmıştı, burnunu gömleğine sümkürüp, hıçkırıklarla ağlıyordu Hilda.

19 yıllık yalnızlığına, hiç sarmalanmadığı kucaklamalara, annesinin delirerek intihar etmesine, ev yanarken halıya diz çökmüş itfaiyecilerin yasına, babasının hep dumanlı kafasına, boşuna mücadelelerine, hayatın tuzak çukurlarına, dur duraksız ve soluksuz geçen yıllara, asla’lara, soğuğa, açlığın paslı metalden tadına, kendini maruz bıraktığı ihanetlere ve kuşkulara ve her zaman bedeninin üzerinden kayıp giden eterin ve morfinin tadına ve asla yetmeme korkusuna ve en çok bu baş dönmesine; uçurumun ve darboğazların kenarındaki bu baş dönmesine ağlıyordu.

Ağlamak yakışmıyordu çocuksu yüzüne; tatlılığı tam sekiz saniyede toz duman olup ufalanmıştı.

O gün Hilda kendini süper romantik bir sahnenin ortasında hissetti; tıpkı bir filmdeki gibi, beyaz dumandan bir bulutun içinde bulup kaybedeceği aşk için ağlıyordu biraz da.

“Artık bizi eski birer anı olarak görmene mi kederleneyim Hilda, yoksa kendimi ve seni kandırışıma mı?

Söylediklerime hiç inanmadığını, hiç inanmadığımı nasıl anlayabilirdim? Senin aşka benim insana ihtiyacım vardı işte, bizi buldun ve sarıldın Hilda. Bana sahiden ihtiyacın var mı yok mu bilmiyorum, ama işte yanındayım. Bir gün tekrar gidecek olmanı kaldıramam, kaldıramam.”

“Bir rüya gördüm Yusuf. Boynunda ‘Aşk istiyorum’ yazılı bir pankartla bankta oturan iki gözü iki çeşme bir kız. Kendimi orada gördüm.

‘Mutsuz olmak mutlu olmaktan daha kolaydır, kolay yolu seçenleri sevmiyorum, sızlananları sevmiyorum’ diye bağırıyorum yoldan geçenlere.

Hatırla Yusuf, senden bir sigara istedim. Bu çok aptalcaydı, yıllardır sigara içmemiştim. Evet ama hayat da öyle değil mi sanki. Muazzam bir irade gösteriyorsunuz ve sonra bir kış sabahı bir paket sigara almak için soğukta dört kilometre yürümeye karar veriyorsunuz ya da sizden neredeyse yirmi beş yıl daha yaşlı bir adamı seviyorsunuz ve yine bir kış sabahı aslında onun sizi acımaklardan sevdiğini öğreniyorsunuz.

Ve aynı kasım gününde tedavisi olmayan bir hastalığınız olduğunu öğreniyorsunuz. Kafanız karışıyor tabii, yanıldığınızı, hayatın hakkınızda yanlış bir hüküm verdiğini öğreniyorsunuz.

Telefondaki yanlış numara gibi:

  • Affedersiniz, yanlış numara.
  • Önemi yok, rica ederim.

Burada yorulduğumu hissediyorum Yusuf; bir yıldıza âşık olan solucana sadece bir süreliğine iyi gelen küçük anların içinde hep eksik kalacağımı.

Kafamın içinde birçok şey var Yusuf. Yollar var mesela, eller ve sığınaklarımız. Seninle ortak bir evin faturalarına kopyalanmış kayan yıldız parçaları, yırtık sayfaları bir anı defterinin, mutlu ve berbat anılar var. Dilimin ucunda şarkılar var Yusuf; arşivlenmiş mesajlar, felsefe kitapları, marshmallowlu ayılar ve eski plakların hışırtısı, çocukluğum var, yalnızlıklarımız, sana ilk duygularım, geleceğe dair planlarımız, bu saatlerce süren teyakkuz ve tutulan kapılar ve taşralı fantezilerim, akşam otobüsten birlikte indiğimizde atların heybelerinden yayılan toz ve kuru ekmek kokusu, bütün bu saçmalık ve bütün bu pişmanlıklar ve babamın cenazesinde mahallenin kızlarıyla sabun köpüklerinden oyunlarımız ve büyük imtihandan bir gün önceki gecem var.

Yırtık mektuplarımız var Yusuf ve yanık telefon rehberinin irtibat listesine kayıtlı ismin. Bu unutulmaz terli geceler Yusuf, her şeyi sürekli hareket ettirme alışkanlığım ve yarın bizi beklemeyecek bir otobüsün peşinden koşarken ansızın karşılaşacağımız gece…

Beni biriktirdiğin insanlardan biri say Yusuf. Yollar birleşip bölünür, başka bir evrende yeniden birleşir belki.”

Yusuf’u en çok etkileyen, nehrin karanlığı olmuştu; Hilda’nın kendini sularına attığı nehrin karanlığı.

O gün gökyüzü bulutlarla kaplıydı ve nehrin suları, zamanla parlaklığını kaybetmiş boyalar gibi, sanki birazdan cereyan edecek olan yasa dair bir renge bürünmüştü.

Hilda o gün çok erken uyanmış olmalıydı. Aslında hiç uyumamış, babaannesine uyur numarası yapmıştı.

Nehrin yatağına ulaştığında ayaklarının çıplak derisi dipteki kuma temas etti muhtemelen. Saniyeler sonra kulaklarının ve kapalı gözlerinin üzerindeki su basıncını hissetti. Ama belki de gözleri kapalı değil, tamamen açıktı. Ve belki de önünden geçen alabalıkları, nehir yılanlarını, yüzen yosunları ya da rutubet yüzünden gövdelerinden kopan ağaç dallarını görmekteydi.

Soğuk su yüzünden sertleşen göğüs uçlarının üzerine binen ağırlığı hissetti sonra. Su yutmaktan bıkmış derisindeki bütün gözenekleri şişip belirgin hale gelmişti. Göğsünün üzerindeki ağırlık katlandı birden. Sonra yanakları içeri göçüp akciğerleri havasızlıktan patladı.

Boğularak ölmenin nasıl bir şey olduğunu, insanın önce hangi duyularını kaybedeceğini, böyle bir ölümün acı verip vermeyeceğini ancak boğulmanın kalbinden geçen biri bilebilirdi; bir avuç nefese feci halde ihtiyaç duyan biri bilebilirdi.

“Cehennem, sevdiğin insanları artık göremediğin zamandır Hilda, geri kalan hiçbir şeyin önemi yok.

İnsan sevgisiz büyümüyor Hilda; belki boy atıyor ama büyümüyor. Bir kurbağa olarak kalacağım ben; siğillerle kaplı çirkin bir kurbağa.

Biz hep kalanların acısını konuşuruz, ama gidenlerin acısını hiç düşündün mü, hiç düşündün mü sana bir hastalığa yakalanmış gibi âşık olduğumu. İstemeden, inanmadan, iradem dışında ve kendimi savunamadan âşık olduğumu, bir hastalığa yakalanır gibi seni kaybettiğimi hiç düşündün mü?

Seni seven kişinin kokusunu unutman ne kadar sürer Hilda, peki sevmeyi ne zaman bırakır insan?

Nehrin oradaki hayıt ağaçlarının arasından “Bana bir kum saati ver” diyen birinin sesi duyuldu.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl