Ana Sayfa Litera Sineklerin Tanrısı: Güç Mücadelesinin ve Medeniyetin Kırılganlığının Alegorisi

Sineklerin Tanrısı: Güç Mücadelesinin ve Medeniyetin Kırılganlığının Alegorisi

Sineklerin Tanrısı:  Güç Mücadelesinin ve Medeniyetin Kırılganlığının Alegorisi

Yüzyıllardır birbirimize anlattığımız kötücül büyük hikâyenin kahramanlarını ve anti-kahramanlarını William Golding 1954 yılında yazdığı romanla[1], küçük bir adada bir araya getirdi.

Golding adayı güç mücadelesinin vahşi arenasına çevirdi.

Issız bir adaya düşen gençlerin arasında oluşan klancı bölünme, atalardan kalan bir sosyal modeli yeniden üretiyor.

Bu gençler klanının bir kaşık suda boğmaya çalıştığı biri var ki, insanlığın uygarlık tarihinde eski bir arketipi geri çağırıyor.

Golding’in karakterler galerisi toplumsal bir alegori için eşsiz kanıtlar sunuyor.

Golding, davranışları ile kurtuluşa dair kadim kıvılcımı içinde taşıyan Ralph karakterini, tutkusu sadece avlanmak olan Jack karakterine karşı bir kontrpuan oluşturmak için inşa ederek, erdemli olandan vahşi insana götüren kadim insan sosyalliğinin ikilemini açığa vurmaya çalıştı.

Ralph medeniyeti simgelerken, Jack, öldürmenin ve kan akıtmanın ilkel hazlarını, avlanmanın vahşi itkilerini içinde taşıyan doğasıyla kaosa ve savaş imgesine karşılık gelen bir karakterdi. Jack, yüzünü boyayarak vicdanını maskesinin altında saklayan ‘acımasız avcı’ arketipine kontur kazandırdı.

Gençleri ıssız adadan cebinde taşıdığı tekne ile evlerine geri götüreceğine inanan Ralph, yanılsamalar satan, hayalperest, ihmalkâr ve aymaz olduğu kadar karizmatik politikacı tiplemesinin bir çeşit alegorisiydi.

Ralph, herkesin onunla alay ettiği Domuzcuk ile kimsenin onu dinlemediği utangaç Simon tarafından gruba başkan seçildi.

Bilgeliği ve zekasıyla gözlüklü entel prototipin vücut bulmuş hali olan Domuzcuk, diğer yandan obez görünümü, astım ve miyopluk gibi ‘kusurları’ nedeniyle alay edilen bir figürdü.

Kimsenin dinlemediği Simon hem modern bir Kassandra’ya hem ileri görüşlü naif yazar portresine kontur kazandırıyor.

Jack, pervasız bir avcı, silahları denetleyen otoriter bir savaş baronu tiplemesinin somut ifadesi bir karakterdi.

Sabırsız kökeninde aslında bir ‘iktidarsızlığın’ yattığı, batıl inançlı savaşçı ve eril avcı Jack, daha fazla iktidar elde etmek için, hayali bir canavar anlatısını avcılarına satıyordu.

Böylelikle, derinlerde bir yerde uyuklayan kötülük korkunun başladığı yerde, insanın en karanlık yanını ortaya çıkararak uyanıyordu.

Romanın sonlarına doğru iktidarı ele geçiren ve davranışlarını kontrol edemeyen Jack, adadaki mikro toplumu yıkıma uğrattığı ölçüde kendisi de yıkılan biriydi. Kısacası Makyavelyan terimlerle kendi kıyamet eşiğinde hareket ediyordu.

Jack’ın müttefiki Roger, bir darbeyle ele geçirilen tahtın ikinci adayı, keyfiliğin despotu bir figür olarak öne çıktı.

Ralph’ın sık sık öttürdüğü deniz kabuğu, demokrasinin bir imgesi olarak kullanıldı. Kabuk seslenişlere, Jack kendi kabilesini kurana dek yanıt verdi.

Usu ve sağduyusuyla Ralph Jack’ın otoritesi için bir tehdit oluşturuyordu. O, kabilenin kör inanışlarının önünde bir engel, Jack’ın iktidarının akışkanlığını kesen bir varlıktı.

Jack’ın liderliği ele geçirmeye dair habis amaçlarının sadece Simon farkındaydı:

“Simon, koskocaman bir ağzın içine bakar buldu kendini. Bu ağzın içinde bir karanlık vardı, yayılan koca bir karanlık (…)”

Avlanma ritüelleri sırasında yüzler boyandı; boyanın altında gizlenen yüzler bir kişiyi temsil etmek yerine, güç mücadelesinin anonim askerlerine karşılık geldiler.

Derken, av-avcı vahşi diyalektiğinde insani tüm duygular zamanla kayboldu. Çünkü adadaki çocuklar kabile şeflerine sorgusuz itaat eden bir avcı topluluğu haline gelmişti.

Jack’ın otoritesini tahkim etmede korkunun önemli bir işlev yüklendiği fark ediliyor. Bunun için, diğerlerinin ölümüne korktuğu bir canavara ihtiyaç vardı. Jack, şefliğinin temellerini işte bu korku üzerine inşa etti. Kabilenin tüm üyeleri, kafalarında soyut bir canavar oluşturup, sunu niyetine ona avlar takdim etmeye başladılar.

Roman bir insanlık ahvali şeraiti tablosunu nakşederken, adeta Bachelard’cı epistemoloji geleneğini etkileyen pozitivizm biçimlerinden hız alıyor.

Adadaki “conditio humana” giderek kötüleye dursun, canavara sunulacak son kurban olarak sadece biri kalmıştı; o da Ralph’ti. Başka bir deyişle, Jack ile Ralph arasındaki amansız güç savaşının asıl kurbanı demokrasiydi.

Sineklerin Tanrısının, halkın arasından yükselen ve onları soylulara karşı isyana sürükleyen bir “devrimci analojisi” olarak algılanması mümkündür.

Bu bağlamda roman, halkı “tanrı-krala” karşı kışkırttığı için ülkeden yandaşlarıyla birlikte sürgüne gönderilenin başkaldırı alegorisini merkezine alıyor. Romandaki ıssız ada, Fizan sürgün ülkesinin coğrafi bir idamesi olarak okunabiliyor.

Ben adadaki çocukların tamamının erkek olmasını toplumdaki “eril avcılara” bir gönderme olarak okudum. Bu durumda ‘av’, eril avcının şiddetine maruz kalan kadını temsil ediyor.

Kesişen kimliklerin ve kadın kimliğinin siyasi taarruz altında olduğu ülkemizde böylesi zorlama bir çıkarım gerçi bana bir avuntu sunmuyor.

Roman bu açıdan, Jack ve Ralph karakterlerinin boğuşması üzerinden, liderliği ele geçirmek için insanın ontolojik olarak, gruplaşma, dost edinme ve gerekirse öldürme içgüdülerini taşıdığı gerçeğine parmak basan bir iktidar çekişmeleri anlatısı olarak öne çıkıyor.

Genellikle insan beyni, kıtlık, yokluk, hayatta kalma becerileri ve güven kodlanması uyarınca çalışıyor. Adadaki çocukların hayatta kalma mücadelesi işte bu kodlanmaya uygun bir devinim çerçevesi sunuyor.

Doğal felaketlerin, salgınların ve toplumsal kırılmaların mühürlediği korku dönemlerinde, iyi yaşamanın hayatta kalmaya feda edildiği bir “sağ kalma toplumu” oluşuyor.

“Sağ kalma toplumları” iyi yaşama duygusunu tümüyle yitirir. Sağ kalma histerisi döneminde tüm sosyalliklerin bir zombi toplumuna doğru evrim geçirdiği gözlendi. Zombi adadaki hayali canavar için çarpıcı bir metafordu.

Korku, insanı en karanlık mitleriyle çok daha doğrudan iletişim kurmaya zorluyor. Büyük salgın kontekstinde Korku-Kopuş-Kapanış bu karanlık mitler için bir üçleme olarak görünürlük kazandı.

İktidar hırsıyla kıvranan Jack, modern çağın salgın anaforunda demokrasinin yıkımına yol açan bir virüs köpüğünden başka bir şey değildi.

Sağ kalma histerisi acımasız sosyal Darwin’ist toplumlar doğurdu. Halı hazırda kapitalizmin yarattığı eşitsizlikler ölüm korkusu ve sağ kalma histerisiyle birlikte ikiye üçe katlandı.

Kalabalıkların sadece fiziksel olarak yanyanalığı dayanışma toplumu ve milli birlik olarak pazarlana geldi. Oysa toplumda, Jack’ın kabilesine benzer, birbirlerinin sevinçlerine, acılarına, ihtiyaçlarına, şikayetlerine duyarsız insan kümelerinden empati yoksunu kapalı havzalar oluşmuştu.

Jack’ın hayali canavarının etrafa saçtığına benzer bir kitlesel histeri ve korku ortamında, salgın bir insaniyet yoksunluğunu da açığa çıkardı. Kısacası, bu yeni çağın şafağı, Jack karakterinde somutluk kazanan, “insaniyetten yoksunluk” ile damgalıydı.

Salgın nedeniyle bir “biyopolitik” gözetleme rejimine doğru gidildi.

Foucault’cu “biyopolitik” sav uyarınca, öznel kimlik çeşitlenmesi ne kadar çok arttıysa, iktidar özne üzerindeki hükmünü o kadar çok güvenle sürdürdü.

Çocuklar da adadan kurtulmak yerine avcılık oyunun zevkini çıkardılar. Başka bir deyişle avlanmak, kimlik ve aidiyet bağışlayan, dışardakilerden güçlü olmanın ve birlikte hayali canavara karşı durmanın yanılsamalı oyununa dönüştü.

Yukarıda sözünü ettiğim biyopolitik disiplin toplumunun mümkün tüm ‘krasileri’, kapitalist bataklıkta üreyen ‘sineklerdi’.

Roman, insanın dostluk ve iyilikseverliğinin karanlık bir tarafının olduğunu da hatırlatıyor.

İnsanın dostça davranması, çekirdek, varoluşsal bir korkudan, bir uyumluluk arzusundan, bir aidiyet, bir sığınak arayışından ya da bir dışlanma korkusundan kaynaklanıyorsa, o zaman yozlaşmış yöneticilere ya da korkunç eylemlere hayır demek zor olabiliyor. Kabile üyelerinin Jack karakterine koşulsuz itaatinin ve sözde dostluğunun işte bu bağlamda okunması gerekiyor.

Kapitalizm, Homo Sapiens ‘in serbest piyasa ideolojisine karşı davranışsal ve zihinsel savunma güçlerini kıran, insan aklı ve seçiminin can damarını emen sosyo-psikolojik aygıtlar geliştirdi.

Sosyal Darwin’ist toplumsallığın olağan akışını parçalara böldüğü görüntü boyunca gündelik yaşam, emekçi sınıflar için daha da dayanılmaz hale geldi.

Yıkıcı neoliberal süreçlere maruz kalan insan ruhu kendini muhtemel bir “körleşmeden” asla tamamen koruyamazdı, enerjisi giderek sadece amaçsızca yıkımı hedefleyen nihilist bir yıkıcılığa dönüştü.

İnsanlar için değil de sermaye için çalışıldığı bir yabancılaşma toplumunda araçlar amaçlara dönüştü, soylu amaçlardan tümden vazgeçildi. Çünkü sermaye insan sevmiyordu. Marx sermayenin insanı bir üreme organına indirgediğini söylemişti.

Kafka, öz-sömürünün paradoksal mantığına dikkat çekerken, sömürü döngüsünü, bir hayvanın, kırbacı efendisinin elinden alıp efendi olmak için kendini kırbaçlaması örneğiyle anlattı. Neoliberal dönel ahmaklık işte böyle bir şeydi.

Aynı dönel ahmaklığı, yarattıkları hayali canavara kurbanlar sunan kabilenin sürü psikolojisinde gözlemlemek mümkündü. Korku, adadaki kabile üyeleri arasında iktidar kısır döngülerini inşa eden bir dönelliğin dinamiği haline geldi.

İnsanlar sınırsızca tüketerek yeniden ürettikleri ve çarpıcı bir dönüşle bugün kendilerini kuşatan kapitalist iblislerin ellerine düşmüş bulunuyor. Adadaki “kapitalist iblis” Jack’ın yarattığı canavardı.

Zamlar, iflaslar; kısacası ekonomik zorbalıklara maruz kalanın korkuları aracılığıyla neoliberalizm, parçaladığı insan ruhuna sonsuz düaliteler ve ölümcül ikilemler üzerinden yeni distopyalar sunmaya devam ediyor.

Jack’ın diğer kabile üyelerine sunduğu distopya avlanmaktı; avlanırken o öfori içinde hayali düşmana sahte bir “Biz” duygusuyla karşı gelmekti.

Korku ve panik post modern otokrasilerin oluşmasını hızlandırdı. Çünkü kriz durumunda insanların güçlü liderlere olan talebi arttı. Romanda Jack karakteri bu talebin ete kemiğe bürünen protagonistiydi.

Siyasetin bıraktığı boşluğu darbeler, faşizmin protagonistleri, aşırı sağ, kimlikçi vahiy ve köktendincilik dolduradursun, adada korkunun yol açtığı otorite boşluğunu hurafeler, mitler, canavarlar ve avcılık doldurdu.

Avlanma,  “insansızlaşmayı” Neandertal çağa dek geri sürerken habis enerjileri serbest bırakıp sosyalliklerde bir Kabil-Habil denklemi yarattı.

“Sineklerin Tanrısı”, kötünün kökünün kazınabildiği bir toplumsallık yaratmak yerine yasaklar yoluyla onunla baş etmeye çalışmanın, yasak ve yaptırım üzerine inşa edilmiş bir uygarlık paradigmasının insanın içindeki iyiyi ortaya çıkarmasındaki mutlak başarısızlığının dramatik öyküsü olarak da okundu.

“Sineklerin Tanrısı” korkunun kötülüğün yuvalandığı yeri ifşa etmesine, iyi niyetler ile gerçeğin buluşma noktalarına, masumiyet yitimine, şiddetin sınıfsal arka planına, iyicil bir uygarlık yanılsamasına, pedagojinin başarısızlığına ve canavarın içimizde bir yerde uyukladığına dair bir katarsis sunuyor.

“Sineklerin Tanrısı”, ölümcül aidiyetlerin nasıl da özgür öznenin özerkliğini işgal ettiğini, felaketlerin nasıl bir iktidar vakumu yarattığını, görünmez canavarların nasıl bir iktidar topografyasına karşılık geldiğini, insanın çekirdek doğasında olan vahşi itkilerin hangi bağlam ve koşullarda açığa çıktığını ve korkunun ve şiddetin doğasını anlamak için bir fırsat sunarken, bu tür meydan okumalara karşı insanlık ailesinin yeni bir sosyal sözleşme imzalamak zorunda olduğunu hatırlatıyor.

Ve insanlık hayatın kırılganlığı konusundaki düşüncenin ufkundayken, ‘sağaltımın’ topyekûn değil, esasen vaka bazında olduğunu gösteriyor.

“Sineklerin Tanrısı”, kuralları, medeniyet kırılmalarını, insanın içindeki Apollon-Dionysos düalitesini ve güç savaşlarını çocuklar üzerinden anlatan bir kurtuluş hikayesi olarak da anlaşıldı.

Roman çocukluğun kayıp cenneti nostaljisine gönderme yapadursun, çocukluk dünyasında ortaya çıkan vahşiliğin ehlileştirilememesini kötülüğün giderek tabana yayılmasının temel sebebi olarak gören yaklaşım, spot ışıklarını medeniyetteki kriz anına tutmuş oluyor.

Ancak, çocukluktan devralınan kötücül itkilerin açığa çıkmasının ve onların bir miras olarak kuşaktan kuşağa aktarılmasının arkasında sistemsel bir rejim paradigması yattığı gerçeğini unutmamak gerekiyor.

Sonsöz

Golding teorik ve kavramsal izlekleri ıssız bir adadan taşıyıp kucağımıza bıraktı.

Kitap insan doğasının ölümcül ikilimler sırasında Neandertal kökenlerine geri savrulduğuna dair bir alt metinle ilerliyor.

Golding medenileşme süreçlerini ters yüz eden bu savrulmayı insanın dürtüsel ve itkisel iç dünyasını açarak anlamayı önerdi.

Golding insanın hümanist doğasını tahrip eden sosyal Darwin’ist kapitalist düşmanın yanına metafizik soyut bir insan mayası tezi yerleştirdi.

Onun çözüm olarak sunduğu yapıların arkasına gizlenmiş örüntüler Aristotelesçi ruh anlayışını çağrıştırıyor.

Kitap aslında bir siyasi manifesto içermiyor, ancak pozisyonunu Hobbesçu tehlikenin ayırdında bir noktadan kuruyor.

Hobbesçu sava ütopik bir tahayyül olarak bile bir itirazı Golding’in eserinde ne yazık ki göremiyoruz.

Kitap paternalist hiyerarşilerin yarattığı erillik krizine değinmezken, iktidar savaşlarını bir “gender” sorununa düğümledi.

Herkesin serpilebileceği yeni bir dünya nasıl kurulur’a dair sorulara yanıt verilmezken, adadaki sosyalliklerin bütün antitezlerinin böylesi bir dünya için geniş ufuklar sunduğunu fark ediyoruz.

Bu ufuklar yeni bir kültürel sözleşme öneriyor.

Bir katalizör olarak şiddetin bu olası dünyayla hem kesişim noktalarını hem ayrık kümelerini de hesaba katan bir kültürel sözleşmede sineklerin çoğaldığı bataklık da kurutulmuş olacaktır.

Aslında dünyanın ortasına dikilen “sinek” imgesi rastgele bir imge değildi. Kitapta geçen bu anlatının toplumda tarihi bir arketip olma olasılığı bulunuyor.

Mezopotamya kadim halklarında özellikle Sümer ve Babil’de ‘düz’ halk için kullanılan sözcüklerden biri de sinekti; soylu olmayan, aşağılanan halka sinekler deniyordu.

Kadim “sinek” imgesi giderek, toplumun vicdanında açılan derin kanlı yarığa üşüşen sinekler metaforuyla yer değiştirdi. Sinek, günümüz toplumunda barbarlıklarıyla kötülüğü tabana yayıp “Stockholm sendromu” yaşayan ‘sınıfsız’ lümpen bir kalabalığı simgeliyor.

“Sineklerin Tanrısı” toplamıyla, bir anti-ütopya ve Robinson Crusoe’ya sert bir yanıt olma özelliği taşıyor.

Golding, ‘iyiliğin aptal başrahibi’ ile bir ‘canavar’ arasında geçen, birbirine kenetlenmiş iki güreşçi imgesinin sonsuz boğuşmasını bir ıssız ada dekoruna taşımakla, medeniyetin kırılgan bir şey olduğunu ve barbarlığa geçişin çok kolay olduğunu göstermek istedi.

Golding bu savı, masumiyetin tözünü içlerinde barındırması gereken çocuklara uygulamakla, eğitimin sözde uygarlaştırıcı etkisinin kesin başarısızlığını da vurgu yapıyordu.

Golding, “İnsanlığın kurtuluşu ne bir öğretide ne de bir sistemde, derinlerde bir yerde içinizde saklı” iletisini romanına yedirerek ahlaki bir doktrin inşa etmeye çalıştı.

Okur, bu tüyler ürpertici fablda parçalanmayı keşfededursun, Rousseau’cu soylu vahşi mitini darmadağın eden bir anlatıyla da karşılaşıyor.

Her ideoloji insana dair bir savla, bir tasavvurla başlıyor. Hobbes’un, insanın insanın kurdu olduğu şeklindeki görüşü muhafazakârlar için hep merkezi bir öneme sahip oldu. Komünizm ise insanı, içi devlet tarafından iyilikle doldurulması gereken, boş, beyaz bir sayfa olarak gördü. Kısacası, tüm toplumsal düşünceler bir insan doğası kuramına dayanıyordu.

Kitap, ölüm korkusunun insanı, hayatta kalmaya dair, Hobbes’çu daimî bir savaş hali içine sokarken, bu süreğen savaş durumunun kontrolden çıkmış “Leviathan”lar yarattığına gönderme yapıyor.

İnsan toplumunun bir alegorisi olarak “Sineklerin Tanrısı”, Hobbes’un bir savından hız almışa benziyor.

İnsanın doğal durumunda vahşi olduğu varsayımı Hobbes’çu savdan hız aladursun, onu yolundan çıkaran bir toplumda idealleştirilmesi de Rousseau’cu tezi bozguna uğratıyor.

“Özgür olsaydık, herkesin herkese karşı olduğu bir savaş içinde olurduk, işte bu yüzden bir “Leviathan”a ihtiyacımız var.” diyen Thomas Hobbes insanda saklı olan iyiye inanmıyordu.

İnsanın özde iyi olduğu fikri işte sırf bu yüzden devrimci bir fikirdir.

Medeniyetimizin, bir felaket bizi vurur vurmaz yıkılacak kadar ince bir tabakadan olduğuna dair görüş, bir “fin du monde” öngörüsü taşıyor.

Golding, barbarlığa her zaman açık kapı bırakan yapısıyla kırılgan bir uygarlık nosyonuna gönderme yapadursun, aslında insanlığın temel iki zayıflığının altını çizmek istiyordu. Bunlardan ilki güç istenci diğeri ise korkunun kötülükle olan ince diyalektiğiydi.

Canavar anlatısı korkunun metastaz yapmasına neden oldu.

Parçalara ayrılmış bir bütün olarak adadaki hayat bu korku üzerinden yeniden örgütlendi.

Golding, uzak yıldızların altında korkuyla hışırdayan sığınakların hayatta kalmayı garantilemediğini göstermek istiyordu.

Golding, hindistancevizi kullanarak içme suyunu taze tutan ve inci gibi sedefli bir deniz kabuğunun bir ses notası titreterek en zorlu sorulara yanıtlar verdiği bir adayı, başta cennet sonra cennetten kovulma anlatısı için bir alegori olarak kullandı.

Bulutlar gri, beyaz ve bakırımsı tonlarıyla muazzam kuleler gibi, adanın üzerine çöküp boğucu bir sıcaklığa neden oladursun, zirvedeki güneşin görünmez oklarını genç çocukların üzerlerine yağdırdığı ıssız bir plajda başta her şey mükemmel görünüyordu.

Adada başlangıçtaki bu “sahte düzen illüzyonunu” fark eden sadece Simon ve Ralph karakterleriydi.

Ardından, kadim ritüellerin ve boğuşmaların sınırsız bir vahşete yol açtığı davranışlar silsilesi geldi.

Yükselen gelgitin güçlü etkisi altında lagünün sakin suyu şişti ve birkaç santimetre yükseldi. Ve sayısız minik testere dişine benzer görünüşleriyle deniz canlıları kıyıya vurmaya başladılar.

Ralph deniz kabuğunun dudaklarını aralayarak içinde annesinin ağzını aradı, ama bulamadı. Sonra diyaframını sıkıştırarak üfledi ve deniz kabuğu kadim soruya bu sefer korkunç bir cevap verdi. Cevap ormanın labirentlerinden geçerek dağların pembe granit duvarları tarafından geri yankılandırıldı:

“Düşman dışarıda bir yerde değil içinizde bir yerdedir!”

Sonra bir şeyler delici bir çığlıkla çalılıkların arasına kaydı. Ağaçlardan kuş sürüleri fırlayıp içimizdeki tüm yolların öngörülemeyeni temsil ettiği bir göğe doğru kanatlandılar. Bu yolların önemli bir kısmı, kendi adımınızı izlemekle geçen hayatın sıkıcı doğasına ırıyordu.

Güneş yön değiştirdiğinde gece, ateşin üzerine atılan nefes kesici kalın bir battaniye gibi çökerken, deniz kabuğunun “ıssız yer yoktur” diyen notası duyuldu.

Deniz kabuğu Ralph’a ne olduğunu biliyor mu?

[1] William Golding, “Sineklerin Tanrısı”, çev. Mine Urgan, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2006.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl