Ana Sayfa Kritik Paul Tillich: Kategorilerin Ötesinde Bir Adam

Paul Tillich: Kategorilerin Ötesinde Bir Adam

Paul Tillich: Kategorilerin Ötesinde Bir Adam

Çeviri: Ali Tacar

Paul Tillich dindar bir sosyalist ve şüpheyi düşüncesinin merkezine yerleştiren son derece incelikli bir teologdu.

Büyükbabamla ilgili hatıralarım çoğunlukla 1950’ler ve 60’larda büyükannem ve büyükbabamın East Hampton’daki yazlık evlerine yaptığım çocukluk ziyaretlerine dayanıyor. Long Island’ın Güney Kıyısı’nda muhteşem Atlantik sahillerine sahip olan köy, İkinci Dünya Savaşı’nın yerinden ettiği Avrupalı akademisyenler, yazarlar ve sanatçılar için entelektüel ve sanatsal bir yaz buluşma yeri haline gelmişti. Aktif bir sosyal hayatı olan büyükbabam da bunların çoğunu arkadaşı olarak görüyordu.

Büyükannem Hannah (ya da biz ona “Oma” -Almanca büyükanne anlamına gelen kelime ç.n.) derdik-kocasının sabah 8’den 11’e kadar olan kutsal yazma zamanının dokunulmaz olduğunu çok açık bir şekilde belirtmiş ve onu küçük kız kardeşim ve benim sağladığımız gürültü ve çocukça dikkat dağıtıcı şeylerden korumayı başarmıştı. Akşamları, şu anda Hamptons olarak adlandırılan bölgedeki akademik ve sanatsal çevreden arkadaşları ve tanıdıkları için akşam yemeği veya kokteyl partilerine başkanlık ederdi. Büyükbabam ara sıra beni, açıklanamaz bir şekilde her zaman kaybettiğim bir satranç oyununa dahil ederdi. Ben 13 yaşındayken öldüğü için onunla felsefe tartışma şansım hiç olmadı, ancak Tillich’in evindeki akşam yemeklerinde yapılan sohbetler fikirler, siyasi olaylar ve ancak çok daha sonra öğreneceğim yazar ve sanatçıların eserleriyle zengindi.

Tillich, Nazizme karşı çıktığı için Hitler tarafından görevine son verilen ilk profesörler grubu arasında yer almış ve Yahudi olmayan ilk profesör olmuştur. Naziler, Sosyalist Karar (1933) adlı kitabını ortadan kaldırmış ve Nazi kitap yakma törenlerinde alevler içine atmıştır. 1933’ün sonlarında ailesiyle birlikte Almanya’dan Amerika Birleşik Devletleri’ne kaçtı ve burada kamusal bir entelektüel olarak yer edindi; New York’taki Union Theological Seminary’de felsefe profesörü, ardından Harvard’da üniversite profesörü ve son olarak da Chicago Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde teoloji profesörü olarak görev yaptı. İkinci Dünya Savaşı sırasında Tillich, ABD Dışişleri Bakanlığı için Nazi rejimine karşı radyo yayınları yapmış ve Avrupalı entelektüellerin ABD’ye göç etmelerine yardımcı olmuştur. 1940’larda Demokratik Almanya Konseyi’nin başkanlığını yapmıştır. Dergi patronu Henry Luce ve eşi Clare Boothe Luce’un ilgisi sayesinde Tillich, Mart 1959’da Time dergisinin kapağında yer aldı ve Time‘ın yıldızlarla dolu 40. yıldönümü gala yemeğinde konuşmacı oldu.

Paul Tillich 19. yüzyılda Almanya’nın Brandenburg eyaletinde duvarlarla çevrili bir ortaçağ köyünde muhafazakâr bir ailenin çocuğu olarak büyüdü. Babası Berlin’de doğmuş ve eğitim görmüş bir Lutherci papaz ve Kilise yöneticisiydi. Katı ebeveynleri genç Paul’e geleneksel dini değerleri aşılamaya çalışmış fakat başarısız olmuşlardır.

Tillich, iki dünya savaşı, Weimar Cumhuriyeti’nin vahşi özgürlüğü ve Nazi rejiminin kaçınılmaz başlangıcı tarafından yönlendirilen büyük sosyal, politik ve teknolojik değişimin içinde yaşadı. ABD’ye kaçtıktan sonra İkinci Dünya Savaşı’nı, McCarthy dönemini ve ardından Amerikan Sivil Haklar Hareketi’nin başlangıcını, öğrenci huzursuzluğunu ve saykodelik ilaçların ortaya çıkışını yaşadı. Harvard’dayken Timothy Leary ve kendi asistanı Paul Lee’nin LSD deneme fırsatını geri çeviren Tillich, onlara bu tür deneyler için çok yanlış bir yerden geldiğini söyledi.

Birinci Dünya Savaşı sırasında Tillich, Alman ordusunda papaz olarak dört yıl görev yaptıktan sonra savaştaki cesareti ve askeri katkıları nedeniyle Demir Haç ile ödüllendirildi. Verdun’da ve Batı Cephesi’nin başka yerlerinde yaşadığı travmatik deneyimler iki kez sinir krizi geçirmesine neden oldu. Bu deneyimler, savaş sonrası Weimar Berlin’deki yaşamı, Hannah Tillich ile yaptığı açık evlilik ve sosyalist akademisyen meslektaşları, sanatçılar ve yazarlarla kurduğu siyasi ve felsefi ilişkiler, muhafazakâr ebeveynleri tarafından öğretilen 19. yüzyıl dünya görüşünü ve geleneksel dini Tanrı ve inanç anlayışlarını sarsmış ve onu felsefi bakış açısını yeniden tanımlamaya itmiştir.

Entelektüel çevrelerde aktif olarak yer alan Tillich, diğer önemli düşünürlerle dostluklar geliştirdi. Frankfurt Üniversitesi’nde felsefe profesörü olarak, Max Horkheimer’ı fakülteye kazandırmak için bir felsefe kürsüsü kurulmasına yardımcı oldu. Ayrıca Theodor Adorno’nun doktora tezini (habilitasyon tezi) yönetti. Horkheimer ve Adorno’nun neo-Marksist Sosyal Araştırmalar Enstitüsü’ne resmi olarak bağlı olmasa da, Tillich her iki adamla da yaşam boyu ilişkilerini sürdürdü. Diğer arkadaşları ve tanıdıkları arasında Mircea Eliade, Erich Fromm, Adolph Lowe, Hannah Arendt, J Robert Oppenheimer, Erik Erikson, Karen Horney ve Rollo May vardı.

Tillich kendisini felsefe ile teoloji, din ile kültür, Eski Dünya ile Yeni Dünya arasında bir sınır düşünürü olarak görüyordu. Verdiği dersler alışılagelmiş teolojik derslerin çok ötesindeydi ve sanat, kültür, psikanaliz ve sosyoloji gibi seküler konuları da içeriyordu. Disiplinler arası düşüncesi, içinde yaşadığı muazzam sosyal, politik, teknolojik ve entelektüel değişim ve çatışmayı kapsıyordu. Mevcut kategorilere kolayca sığmıyordu.

1920’ler ve 30’larda, hala Almanya’dayken, Tillich kendisini bir “dini sosyalist” ve güçlü bir Nazizm karşıtı olarak görüyordu. 1932 yılında yazdığı Sosyalist Karar adlı kitabı, anavatanını parçalayan milliyetçi sağ ve komünist solun aşırılıklarına alternatif bir vizyon sunuyordu. Hıristiyan ideallerinden, adaletten ve siyasi eşitlikten ilham alan birleşik ve uyumlu bir sosyalist toplum tasavvur eden Tillich, biraz safça da olsa Weimar Cumhuriyeti’nin çöküşünün bu atılım için bir fırsat sağlayabilecek bir “Kairos” anı (tarihi bir değişim için “doğru zaman”) olabileceğine inanıyordu.

Tillich’e göre milliyetçi otoriteryanizm, idealize edilmiş, romantikleştirilmiş bir geçmişte kültürel ve ırksal olarak saf bir toplumun köken mitine dayanır ki bu tanım birçok modern popülist hareketi özetler. Tillich’in dini sosyalizmi Hıristiyanlığı siyaset ve kültürle birleştirerek Hıristiyan öğretilerine solcu hümanist bir anlayış getirmiştir. Bu onun Nazizme ve onun köken, kan ve toprak mitlerine karşı Hıristiyan ve Sosyal Demokrat fikirleri birleştirme girişimiydi. Tillich öngörülü bir şekilde şöyle yazmıştır:

Eğer … siyasi romantizm ve onunla birlikte militan milliyetçilik galip gelirse, Avrupa halklarının kendi kendilerini yok etme mücadelesi kaçınılmaz olacaktır. Avrupa toplumunun barbarlığa dönüşten kurtuluşu sosyalizmin elindedir.

Kitap 1933 yılında yayınlandığında Naziler iktidarı çoktan ele geçirmiş ve tüm muhalefeti hızla ortadan kaldırmaya başlamıştı. Tillich’in girişimi sadece başarısız olmakla kalmadı, aynı zamanda onu hedef haline getirdi. Naziler Sosyalist Karar‘dan nefret ediyor ve yayınlandıktan kısa bir süre sonra kitabı ortadan kaldırıyorlardı. Tillich Almanya’dan kaçabildiği için şanslıydı. Bir keresinde Gestapo onu aramak için kapıyı çaldığında, karısı onun kaçmış olduğunu söylemişti. (Aslında yürüyüşe çıkmıştı.)

Nisan 1933’te Hitler hükümeti Tillich’i Frankfurt Üniversitesi’ndeki profesörlük görevinden uzaklaştırdı. Görevden alınma Tillich’i şaşkına çevirdi ve tepki vermekte geç kaldı, Ekim 1933’ün sonlarına kadar Almanya’yı terk etmeyi başaramadı. Hatta New York’a vardıktan sonra görevden alınmasını Alman Kültür Bakanlığı’na temyize götürdü. İtirazı sert bir şekilde reddedildi.

Frankfurt’taki meslektaşları Horkheimer ve Adorno da bir yıl içinde Almanya’yı terk edeceklerdi. Tillich, Reinhold Niebuhr’un daveti üzerine Union Theological Seminary’nin öğretim kadrosuna katıldı ve 47 yaşında felsefi teoloji profesörü oldu. Başlangıçta İngilizce öğrenmekte zorlansa da, giderek karizmatik ve aranan bir öğretim görevlisi haline geldi.

Geleneksel teolog kavramına meydan okuyan Tillich, felsefe, teoloji ve kültür alanlarında çalışmış ve nihai sorulara cevap arayan kişisel arayışa odaklanmıştır. İnsanın anlam arayışını incelemiş, ancak Tanrı’nın doğası hakkında teori üretmemiştir. Tanrı’nın sadece sembolik olarak tartışılabileceğini ve asla gerçek anlamda tartışılamayacağını düşünüyordu.

Düşüncesi, insanların sonlu ve ayrı bireysel ölümlü varlıklar olarak kavranması üzerine kurulmuştur. İnsanlar sonluluklarıyla sınırlı olsalar da, her zaman kendilerinin ötesindeki sonsuz Evren’e atıfta bulunan kavramlar olan anlam, amaç ve gerekçelendirme arayışındadırlar. Sonlu varlıklar olarak insanlar sonsuz olana asla ulaşamaz ya da onu kavrayamaz, ancak yaşamlarındaki anlam ve amaca ilişkin nihai sorularla derinden ilgilenmeye ve bunlar tarafından yönlendirilmeye devam ederler.

Tillich’in teolojisini anlamak için onun iki anahtar kavramıyla başlamak önemlidir: İnanç (iman ç.n.) ve Tanrı. Tillich imanı inanılmaz olana inanmak değil, “nihai bir kaygıyla kavranmış olma hali” olarak görmüştür ve Tanrı’yı bir varlık olarak değil, “varlığın temeli” olarak kavramıştır. Her iki kavram da hem seküler hümanist hem de dini Evren anlayışlarıyla tutarlıdır.

Tillich’in düşüncesi, herhangi bir sabit ahlaki ideolojiyi reddederek ve otoriter, yukarıdan aşağıya “Tanrı insanı yönetir” ve “İnsan Tanrı’ya hizmet eder” şeklindeki geleneksel dini yaklaşımları reddederek dini ve seküler ahlak fikirlerini kaynaştırmıştır. Sevgi ve adaleti, insanın ölümlülüğü ve ayrılığının yarattığı temel kaygı karşısında birleştirici sosyal güçler olarak düşünmüştür. Tillich’e göre din, ahlak ve anlam Tanrı’dan değil insandan gelir. Aşağıya bakan bir Tanrı’nın dini üst yapısından ziyade, yukarıya bakan ve anlam arayışında olan insanların deneyim ve duygularına odaklanmıştır. Bu dini olduğu kadar psikolojik bir yaklaşımdır. Tillich’in yaklaşımı insanlığımızı, ölümlülüğümüzü, sonlu varlığımızı ve her birimizin kendimiz için geliştirdiği farklı fikirleri, anlamları ve ahlakı kabul etmeyi teşvik eder. Nihai öneme sahip soruları değerlendirirken tüm insanların karşı karşıya kaldığı varoluşsal belirsizliğe açıklığı, yaşadığı dönemde teolojik çevrelerde nadir görülen bir durumdu.

Tillich’in temel felsefi terimleri, sözde dini unsurları Hıristiyanlığın ötesine geçecek şekilde yeniden şekillendirmektedir. Tillich’in “nihai kaygının” bir ifadesi olarak inanca radikal yaklaşımı, dar mezhepsel dini ortodoksilerin önemini ortadan kaldırır. Onun Tanrı’yı bir varlık değil, “varlığın temeli” ve insanı da sonlu bir varlık olarak görmesi, Tanrı’nın insanların entelektüel kavrayışının ötesinde olduğu ve Tanrı’nın doğası hakkındaki dini ifadelerin asla harfi harfine alınamayacağı anlamına gelir. Bu geniş anlayış, dini inanç ile insanın ve evrenin kökenine ilişkin seküler ve bilimsel kaygıları bir araya getirmektedir. Tillich için “varlığın temeli” Büyük Patlama, Evrenin kendisi veya evrensel bir Tanrı anlamına gelebilir. Tillich, geleneksel teistik Tanrı kavramını, Evren’de dolaşıp harika şeyler yapan ve insanlar için endişelenen, onlara müdahale eden ve onları azarlayan bir varlık olarak reddetmiştir. Tillich Tanrı’yı daha ziyade, nihai anlam ve amaç sorularına yönelik evrensel insani endişenin sembolik bir nesnesi olarak düşünmüştür. Tanrı bu nedenle Evrenimizin dışındadır ve en derin sorularımızın cevaplarının bir sembolüdür, ancak cevaplar her zaman kavrayışımızdan kaçar.

Tillich’in düşüncesinin en zor yönlerinden biri, yazılarının çoğunu karakterize eden belirsizliktir. Sistematik Teoloji (1951) adlı eserindeki en şaşırtıcı ve paradoksal fikirler arasında “Tanrı yoktur” ve “Tanrı’nın var olduğunu iddia etmek onu inkar etmektir” şeklindeki ifadeleri yer almaktadır. Tillich, “varoluş” kelimesinin asla “Tanrı” kelimesiyle birlikte kullanılmaması gerektiğini belirtmeye devam eder. Bu iddialar, nihai kaygının deposu olan, ancak bir varlık olmayan sembolik bir nesne olarak Tanrı fikrine uymaktadır. Tillich akademisyenleri bu pasajların anlamı ve önemi konusunda anlaşmazlığa düşmüşlerdir. Tillich, Tanrı “özün ve varlığın ötesinde” olduğu ve zaman ve mekânın dışında var olduğu için, Tanrı’nın varlığın bir parçası olmadığını mı kastetmektedir? Yoksa Tillich Tanrı’nın gerçekten var olmadığını ve Evren’de herhangi bir şey yapmasına gerek olmadığını mı ima etmektedir? Kuşkusuz, Tillich’in teolojisinde Tanrı soyut ve bir şekilde etkin olmayan bir kavramdır. Tüm eylem inanç yoluyla insan tarafından gelir. Tanrı nihai kaygımızın ulaşılamaz nesnesidir. Bu durum, Tanrı’nın gerçek doğasını tartışmaktan kaçınmaya çalışan Tillich’in kasıtlı olarak paradoksal ve kasıtlı olarak muğlak iddialarını yorumlamanın zorluklarından bazılarını göstermektedir.

Tillich imanı “tüm kişiliğin merkeze alındığı” coşkulu bir eylem olarak tanımlar, ancak imanın her zaman şüphe içerdiğinde ve nihai kaygılar olmayan şeytani veya putperest unsurlar içerebileceğinde ısrar eder. Belirsizliğin imanın (ve görünüşe göre bazen Tillich’i okumanın) doğasında olduğunu ve “ister ulus, ister başarı, ister bir tanrı ya da İncil’in Tanrısı olsun” nihai kaygımızla ilgili kaçınılmaz belirsizlik ve şüphe risklerinin üstesinden gelmek için insan cesaretinin gerekli olduğunu yazmıştır. Bu belirsizliğin riski, kişinin hayatının anlamını yıkan bir inanç kaybıdır. Bu inanç kaybı, komünizm ve faşizmden monarşilere ve başarısız demokrasilere kadar ütopik ideolojilerin, devletlerin ve imparatorlukların çöküşüyle pek çok kez yaşanmıştır.

Burada anlatılmak istenen basittir. İnsanlar olarak çok çeşitli inanç sistemlerini paylaşıyoruz; bunlardan herhangi biri yanlış olabilir ya da nihayetinde çökebilir, evrimleşebilir veya tamamen ortadan kalkabilir. İnancın riski budur. Yine de insanlar onsuz yaşayamazlar. Kabul etsek de etmesek de her zaman inancımız vardır, çünkü her zaman nihai kaygılarımız vardır. İnanç, insan varoluşunun sonluluğuna verilen bir yanıttır. Nihai anlama olan inancımız bizi sonluluğumuzun ötesine, nihai anlam ve amaç sorularını yanıtlayabilecek sonsuz bir şeye götürür, ancak yanıtlar her zaman kavrayışımızın ötesindedir. Tillich’in hümanist ve varoluşçu teolojisi, her bireyin inanç ve Tanrı ile olan bireysel mücadelesinde ve toplumsal yaklaşımında izlediği yolu analiz etmiştir. Ve Tillich, liberal hümanizmin aynı zamanda seküler bir yarı-din olduğunu kabul etmesine rağmen, her şeyden önce bir hümanistti.

İnancın nihai sorulara yönelik bir kaygı olarak bu radikal yeniden tanımlanması, inancın anlamını dinin ötesine, manevi, sosyal, siyasi ve estetik kaygıları ele almaya yönelik evrensel olarak paylaşılan insan çabasına, yani insanlığın anlam arayışına doğru genişletmiştir. Herhangi bir inanç sisteminin nihai ya da en azından “ön” bir endişe kaynağı olabileceğini kabul etmiştir. Örneğin, aşırı milliyetçiliğe olan inanç, ulusun kendisini otoriter bir tanrıya dönüştürme riski taşır. Ancak milliyetçilik sahte, putperest ve şeytani bir tanrıydı. Tillich’in aklında elbette şeytani bir ulusal devletin vücut bulmuş hali olarak Nazi Almanyası örneği vardı.

Tillich, insanların nihai kaygılarının çok ve çeşitli olduğunu ve ille de dini nitelikte olması gerekmediğini kabul etmiştir. Ancak ütopik ya da popülist siyasi ideallere dayalı inancın, dar kaygılara yöneldiğinde putperest bir yarı-din haline gelebileceği konusunda da uyarıda bulunmuştur. Otoriter ideolojilerde devlet her zaman inancı teşvik eden ve emen sahte bir puttur ve ibadet için sahte bir nesne sunar; insanlığa fayda sağlamaktan ziyade zarar veren ütopik, milliyetçi bir ideoloji ve mittir. Tillich bu mantığı Kilise’ye bile uygulamış ve “hiçbir kilisenin kendisini nihai olanın yerine koymaya hakkı yoktur” diye yazmıştır.

Tillich, Tanrı’nın Evrende bir varlık olamayacağı, aksi takdirde Tanrı’nın Evreni yaratamayacağı konusunda sabitti. Daha önce de belirttiğimiz gibi, Tillich için Tanrı Evrenin dışında, uzay ve zamanın, varlığın ve özün ötesindeydi. Bu geniş ve biraz da belirsiz Tanrı anlayışı, diğer düşünürlerin onu ateizm, panteizm ve hatta panenteizmle suçlamasına yol açmıştır. Ancak Tillich tüm bu etiketleri reddetmiştir. Bunun yerine, Tanrı’dan yalnızca sembolik olarak bahsedebileceğimizi ileri sürmeye devam etmiştir. İnsanlar Tanrı’nın ne olduğu hakkında doğrudan ve gerçek anlamda konuşabilecek bilgi ve kapasiteden yoksundur. Bunun yerine Tillich, insanın nihai kaygı nesnesi olarak Tanrı anlayışıyla olan ilişkisiyle ilgilenmiştir. Onun bakış açısı her zaman sonsuz olana doğru bakan sonlu insanın bakış açısıdır. Tillich için dini semboller dünyevi sonlu şeylerdir, ancak insan anlayışının ötesindeki sonsuz ve ulaşılamaz Evren’e işaret ederler. Tanrı’yı tanımlayamaz ya da tarif edemezler, sadece O’na ve dolayısıyla en temel kaygılarımıza işaret ederler.

İnanç her zaman şüpheyi ve bu şüphe karşısında kişinin inancını sürdürmesi için cesaret unsurunu içerir. Tillich inancın sosyal ifadelerinden bir inanç topluluğu olarak bahsetmiştir. Ancak bir inanç topluluğu (yani paylaşılan nihai kaygı) her zaman otoriterliğe karşı savunmasızdır ve “otoriter saldırılara karşı savunulmalıdır”. Kilise ya da akademik otoriteler “ruhani uygunluğu” zorlayarak inancı otoriterliğe dönüştürebilir. Yanılmazlık doktrinlerinin Kilise’ye dahil edilmesi, Tillich’in direndiği otoriterlik türüne bir örnektir. Ona göre hiç kimse yanılmaz değildir ve tüm doktrinler belirsizlik ve şüpheye tabidir.

Tillich, kurumsal otoriterliğe yönelik neredeyse kaçınılmaz eğilimden kaçınmak için, inancın “itikadi ifadelerinin” (yani, belirli mezhepsel inançlar, ritüeller ve ayinler) asla nihai olarak görülmemesi gerektiğini, ancak her zaman eleştiri ve şüpheye yer açması gerektiğini yazar. Benzer şekilde, Tillich ahlakı dinden esinlenen kurallar sistemi olarak değil, bireyin bir kişi olarak kendisini özgürce ifade etmesi olarak tanımlamıştır. Bireyin dışındaki kurallardan gelen katı “ahlakçılığı” reddetmiştir. Bunun yerine, ahlakı her birimizin içinde, dünyamızdaki diğer insanlara yönelik sevgi ve adalet duygularımıza dayalı olarak ortaya çıkan bir şey olarak düşünmüştür. Tillich, ideolojinin değil, adaletle beslenen sevginin tüm ahlakın kaynağı ve bireysel varlıklar olarak deneyimlediğimiz ontolojik ayrılık arasında köprü kuracak birleştirici güç olduğuna inanıyordu. Donmuş somut bir ahlaki içerik fikrini reddeder: kurallar yalnızca nasıl yaşanacağına dair mevcut toplumsal bilgeliğin bir toplamıdır ve ahlak değildir. Kurallara körü körüne itaat, sadece otoriter bir efendiye boyun eğmektir. Ahlak içten gelir.

Büyükbabamın çalışmalarını düşündüğümde, aklıma hep şüphenin onun düşüncesindeki merkezi yeri geliyor. Olmak Cesareti (1952) kitabını, belki de Birinci Dünya Savaşı’ndaki korkunç deneyimlerinden esinlenerek, çok yanlış anlaşılan bir son cümleyle bitirmişti:

Olmak cesareti, Tanrı şüphe kaygısı içinde kaybolduğunda ortaya çıkan Tanrı’dan kaynaklanır.

Teizmin Tanrısı şüphe kaygısı içinde kaybolduğunda, ortaya çıkan şey Tanrı’nın üzerindeki Tanrı ya da kişinin kendi varlığının gücüdür. Ben bunu, dini ya da teistik Tanrı anlayışının yokluğunun şokuyla yüzleştiğinizde, kendi varlığınızın gücünün bilgisiyle güçlendiğiniz, teistik anlayışların üstünde ve ötesinde olan ve aslında tüm bu dini anlayışların kaynağı olan bir güç haline geldiğiniz anlamına alıyorum. Bu yorum, Tillich’in dini inancın sınırını aşarak bir varlık olarak kendi kişisel cesaretine ve gücüne duyduğu varoluşçu inanca geçmesini sağlar. Ve sonuçta bu, her zaman kendine geri dönmesi gereken tüm felsefi düşüncenin amacı ve sonucudur; insanoğlu Evreni anlamaya çalışır, ancak her zaman kendine ve nihayetinde içinde yaşayabileceğimiz tek dünyayı, kendi varlığımızın dünyasını yaratan kendi öznel çıkarlarına geri döner.

 

 

*Bu yazı aeon dergisinden çevrilmiştir.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl