Ana Sayfa Kritik Elveda İstanbul

Elveda İstanbul

Elveda İstanbul

İstanbul’da basılan son Yunan gazetesi Apoyevmatini’nin yazı işleri müdürü Minas Vasiliadis, “Nesli tükenmekte olan bir türüz” diye söze başlıyor. Okurların gazeteyi açtıklarında ilk baktıkları şey artık ölüm ilanları oluyor. Vaftizlerden daha fazla ölümün kayda geçtiği İstanbul Rum cemaati, zamanın ve nemin kemirdiği duvarları yıkılmak üzere olan eski bir kiliseyi andırıyor.

İstanbul Rumları, 1923’te Lozan Antlaşması ile kurulan Rum-Türk mübadelesinden muaf tutulmuş olsalar da Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu takip eden on yıllar boyunca şiddetli zulümlere maruz kaldılar.

1942’de Türkiye’deki gayrimüslim azınlıklar ağır vergilere tabi tutuldu. Zorunlu çalışma kampına (Nefâ) gönderilme tehdidi altında insanlar her şeylerini ucuza elden çıkarmaya başlamışlardı.

1942’de Hıristiyan azınlıkları hedef alan Varlık Vergisi, yağmacı bu güruh için, ayrımcılıktan ziyade, «Bu gavurlar varlıklı insanlar. Bunların malı bize helâl» anlamına geliyordu.

1955’te Kıbrıs’taki etnik kimlik gerilimleri kontekstinde, Mustafa Kemal Atatürk’ün Selanik’teki doğum yerinin bombalandığına dair basında çıkan bir söylentinin ardından, Rumlara, Yahudilere ve Ermenilere kelimenin tam anlamıyla bir Pogrom uygulanmaya başlandı.

Söylentiler devlet radyosu ve gazeteleri tarafından aktarılıp şehirde hızla dolaşıma sokulmuştu.

4.000 dükkân, 1.000 atölye, 2.000 ev ve apartman dairesi, 110 restoran, 73 kilise, 27 eczane, 21 fabrika, 26 okul, 12 otel, 11 klinik ile iki mezarlığın yağmalanıp tahrip edildiği olaylarda yaklaşık on beş kişi yaşamını yitirdi.

Olayların organize karakteri, devlet, istihbarat ve Demokrat Parti rehberliğinde aşırı milliyetçi “Kıbrıs Türk’tür” derneğine işaret ediyordu. Demokrat Parti hükümeti Komünistleri günah keçisi yapıp 5.000’den fazla kişiyi tutuklamış ve bu bahaneyle basını da susturmuştu. Gerçek suçlular ancak 1960 askeri darbesinin ardından yapılan yargılamalar sayesinde tespit edilebilmişti.

1961’de Başbakan Adnan Menderes ve iki bakanının yargılandığı davada, Atatürk’ün Selanik’teki evine atılan bombanın, İstihbaratın talimatıyla Oktay Engin adlı bir Türk tarafından yerleştirildiği ortaya çıkmıştı. Anlayacağınız Pogrom, zamanın Kıbrıs krizinde Yunanistan’ı zayıflatmayı amaçlayan ve munzam kurbanlarının sadece rakamlara karşılık geldiği «ulusal» bir operasyona karşılık geliyordu.

Olayların ertesi günü İstiklal Caddesi organik atıklarla, her türlü eşyayla, tahrip edilmiş mobilyalarla dolmuştu. Caddenin Arnavut kaldırımları, kırık dökük eşya yüzünden, artık seçilemez hâle gelmişti.

Türk ulusu o gece yeri doldurulamaz beşerî bir servetini daha kaybetmişti.

“Komşular perdeleri çekmemizi tavsiye ettiler. Ardından aniden, yaklaşan bir kalabalığın parke taşlarında yankılanan ayak seslerini duymaya başladım.

Pencereden dışarı baktığımda, kamyon ve otobüslerden inen adamların, bizim gibi Rum olan komşularımızın evlerini talan etmeye başladıklarını gördüm.

Bizim evin üzerine çarpı işareti konulmamıştı gerçi, ancak bir anda evimizi işaret eden kambur bir adam farkettim. Kaderimizin değiştiğini düşünüp, baba yadigarı tabancayı aldım ve silahı kullanmak zorunda kalmamak için duvara asılı İsa ikonası önünde dua etmeye başladım.”

Seksen yaşlarına basan Elia o gecenin şiddetli anılarını zihninde hâlâ koruyor. “Sık sık rüya görüyorum. Birçok kadın gibi ben de annemin tecavüze uğramasından korkuyordum. Evin önüne toplanmış bu yabancı kalabalığın arasında, boynuna sardığı Türk bayrağıyla Süpermen’e benzeyen komşularımızdan birinin başka bir Rum kadını evinin içine kadar kovaladığını gördüm.”

Stavros vatan görevini ifa etmek için o zamanlar kışlada bulunuyordu. Bu yüzden kendini görece güvende hissediyordu.

O zamanın ordusu seküler Kemalist subaylarla doluydu. “Büyükada’da yaşayan ailemi sürekli aramam için mavi gözlü Muğlalı Onur teğmenin bana yardımcı olduğunu daha dün gibi hatırlıyorum.” diyor.

Stavros’un anımsadıkları İstanbul’u saran kolektif çılgınlığın kanıtlarını içine damıtan grikarelerden oluşuyor. O gözlerini her kapattığında bu kareler siyah beyaz bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçiyorlar.

Mihail’in ailesi neyse ki yeterince zengin olmadıkları için kurtulmuşlardı. “Babam küçük bir manav dükkânı işletiyordu. Bize dokunulmamış olsa bile, inanın bana, hayatta, komşunun ve kardeşlerinin öldürüldüğünü görmekten daha kötü ve daha acı verici bir şey yoktur.” derken gözleri yaşarıyor.

1964 yılında, 10 bin Yunan pasaportu hamiline ülkeyi terk etmeleri emredildi. Bu süreçte bu insanların tüm mal varlıklarına el konuldu.

Olaylar, Türkiyeli Hıristiyanların, trajik «Exodus»unun ilk evresine denk gelen ve kolektif hafızada derinlere baskılanmış bir trajedinin kanlı yansımaları niteliğindeydiler.

Ayrıksı, etnik ve dini tüm muhalif grupları hedef alan «Ya sev ya da terk et!» faşizan düalitesinin kışkırttığı bu Exodus, düşük yoğunluklu olarak hâlâ devam ediyor.

Zamana yayılmış bu “Tehcir” için, “iç kanama” metaforunu kullanmayı yeğliyorum.

Olayların, sadece birkaç saat içinde, genç Cumhuriyette yaşayan farklı etnik topluluklar arasındaki uçurumu derinleştiren bir karakteristik kazanması “Bin yıllık kardeşlik” anlatısını fena halde bozguna uğratıyor.

 

Başta Rumları hedef alan kolektif çılgınlık, İstanbul ve İzmir’e yıllardan beri yerleşen (bir rivayete göre Homeros’tan beri) diğer Hıristiyan, Musevi ve Ermeni azınlıkları da kapsayacak şekilde genişlemişti.

Büyük çoğunluğu mütevazı kökenli, Anadolu’dan gelen, Taksim’de toplanıp, Atatürk posterli bayrakları sallayan bu köylü ya da esnaf kılıklı kalabalığı, “Alacakaranlığın neferleri” olarak adlandırmayı yeğliyorum.

Bu güruh «yüzsüz»dü, çünkü onların yüzlerini, Türk tarihindeki diğer tabuların üzerindeki aynı kalın perde örtüyor.

Yüzlerini ayırt edebildiklerimde ise, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşüyle ​​başlayan Türkleştirme planın izlerini, Balkanlarda toprak kaybının tahrip ettiği ulusal kimlik bilincinin kekre ifadesini, Maraş’ta Alevilerin evleri işaretlenirken kullanılan aynı boyanın izlerini, Madımak’ta sürek avına çıkan kuduz köpeğin huzursuzluğunu görüyordum.

İstanbul denen dumanlı ormanın büyüsünde çağın dehşetleriyle yüzleşen çok az insan yaşıyor. Onların mücadelesi hayatta kalmaya dair sadece ekonomik bir savaşımdan ibarettir.

Toplumsal gönencin, tarihin suçlarının kefaretini ödeyip ödememekle çok yakından ilişkili olduğunu çok az insan biliyor.

Bu ikisi arasındaki diyalektik, rüyalardan ve kabuslardan, aşırı borçlanmadan ve enflasyondan, ulusal paranın değer kaybından, birkaç varsıl şirketin halkın ekonomik varlıklarını müthiş bir iştahla yuttuğu nepotist bir bataklıktan, uluslararası izolasyondan, mafya raconundan, hak, hukuk ve adalet yoksunluğundan mütevellit bir «Moğol Evreni»ni daha görünür kılıyor.

Felaketten yaklaşık 70 sene sonra bile, zamanın sessiz geçişini çağrıştıran, neredeyse aynı şekilde nakşedilmiş bir toplumsal tabloyla karşı karşıya bulunuyoruz.

Ulusal kimliğin kurucu mitoslarının kurt, savaş, din ve ırk olduğu yerde, Pogrom bir ana motif olarak sürekli geri çağrılıyor.

Yurdun huzurlu, pastoral ve büyüleyici manzaraları yerlerini, soğuk bir yağmurun altındaki yıkık bir köye bırakıyorlar. Bu manzarada insanlar, talihsizlik ve telaş içinde, çürüyen cesetlerle kirlenmemiş bir suyu bulmak için boş yere çabalamaktadır.

İçilmez su metaforu ile tarihin suçları arasında kurulması olası bağlam, Pogromların tetiklediği cebri sürgünlerin giderek toplumsal bir kuraklığa yol açtığını gösteriyor.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl