Erbil Tuşalp ve “İslâm Faşizmi”

ABD’de 19.Yy sonlarıyla 1900’lerin başına kadar olan dönem “Yaldızlı Çağ” olarak da tanımlanıyordu. Ekonomik büyüme (sanayileşme) ile Avrupalı göçmen akımının yüksek olduğu bu dönem için kullanılan kavram, Mark Twain’in 1873’te yayınlanan Yaldızlı Çağ: Günümüzün Masalı romanından alıntılanmış, 1920-30’lu yıllarda kullanıma girmişti. Muckraker, ABD’de İlerleme Çağı’nda ortaya çıkan yerleşik kurumların ve liderlerin yozlaşmasını ifşa eden reformist fikirli gazeteciler için kullanılan bir sıfattı. 20.Yy başında siyasal iktidarlar için tehdit oluşturan gazeteciler için ABD Başkanı Theodore Roosevelt (1858-1919) “muckrakers” tanımlaması yapmıştır.

“Türk gazeteciliğinde fikir gazeteleri olmakla beraber, yorumlayıcı, araştırmacı haberlere 1980’den sonra sık rastlanır olmuştur.” (Temel Gazetecilik, Oya Tokgöz, İmge Kitabevi, 7. Baskı, 2008, s.381) Tokgöz kitabında, Yorumlayıcı, Açıklayıcı Haber Verme ya da Fikir Gazeteciliği’ni (Interpretative Reporting)  “Çağdaş Gazetecilik Türleri” arasında göstermektedir.

5 Eylül 2020’de kaybettiğimiz Erbil Tuşalp fikir gazeteciliğinin önemli bir temsilcisiydi. Tuşalp, Çağdaş Gazeteciler Cemiyeti’nce 1980’de yılın gazetecisi seçildi. Türkiye Gazeteciler Sendikası’nda da iki dönem Yönetim Kurulu Üyesi olarak görev yapan Tuşalp, İnsan Hakları Derneği’nin ve Toplumsal Araştırmalar Kültür ve Sanat İçin Vakıf (TAKSAV)’ın kurucularındandır.

Cumhuriyet gazetesinin Ankara Bürosu’nda görevliyken Tuşalp de 1980’lerde aleyhinde dava açılmış gazeteciler arasındadır. (Türk Basın Tarihi, Hıfzı topuz, Remzi Kitabevi, 2.Basım, 2003, s.273)

“Yapılan araştırmalara göre 1980-1990 yılları arasında açılan basın davalarının sayısı 2000’in üstünde olmuştur. 3000 gazeteci, yazar, sanatçı ve yayıncı sanık olarak yargılanmıştır.

“Çıkan yazılarla gazete ve dergilerin kapatılmasına neden olmuş yazı işleri müdürlerine, toplam 5000 yıldan fazla hapis cezası verilmiştir.

“1980’den 1989’a kadar uzanan dönemde 850 yayın yasağı konmuştur. Bunların 440’ını Bakanlar Kurulu’nun, Basın Kanunu’nun 31. maddesine dayanarak aldığı kararlar oluşturmuştur. “  (s.273-274)

Erbil Tuşalp’i kaybettikten sonra ilk yaptığım iş okumadığım bir kitabını bulup okumaktı. İslâm Faşizmi-Faşizmlere Öyle Çok Benziyor ki… adlı kitabı 1999’da Doğan Kitap’tan arka arkaya iki baskı yapmış ikinci baskısından sonra başka bir baskısı yapılmamıştı. Araştırmacı (soruşturmacı) gazetecilik  (İnvestigative Journalizm) olarak nitelenen türde yapıtlar veren ender yazarlarımızdan birisiydi Tuşalp. Kitapları 1980’lerde benim gibi öğrenciyken türe ilgi duyanların da başucu kitaplarıydı. Erbil Tuşalp’i ben de Ege Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu öğrencisiyken Uğur Mumcu, Server Tanilli, Emre Kongar gibi yazarların kitaplarıyla beraber tanımıştım, Bin İnsan’la, Bin Tanık’la…

Hiçbir açık, hiçbir boşluk, hiçbir eksik alan bırakmazdı ele aldığı konularda Tuşalp. Ek bilgisiz, çok kısa ve kesintili yazmamış, haberciliğin temel ilkelerine uyan yazılardan oluşan, Eylül İmparatorluğuİslâm İmparatorluğu, Şeriati BeklerkenBin Tanık gibi hacimli kitaplar yazmıştır.

1985 yılı ve sonrası araştırmacı gazetecilik örnekleri peşpeşe yayınlanıyordu. Benzer formatta yayınlar için adeta milattı bu yıllar. Tuşalp, Bin İnsan-İnsan Hakları Dosyası ve Bin Tanık-12 Eylül Tutanakları gibi başlıklarla 1980’lerin ortasından başlayarak insan hakları ihlallerini örnek hadiseler ve belgelere dayanarak kitaplaştırıyordu. Gazetecilik ve Radyo-TV haberciliği eğitimi veren yükseköğretim kurumlarında öğrenci olduğumuz için  “habercilik” niteliği güçlü, gerçekçi ve belgelere dayalı bu dokümanter (belgesel) kitaplar çok önemliydi bizler için. Erbil Tuşalp gibi Yalçın Akdoğan, Osman Balcıgil, Ufuk Güldemir gibi gazetecilerin de inceleme kitapları yayınlanmıştır o dönem. Özellikle 12 Eylül, darbenin perde arkası ve sonuçlarını ele alıyordu.

Bin Tanık için şöyle diyordu Erbil Tuşalp: “… Binlerce sayfa belge geçti elimden, gözümden. Toplumun, yeni değerlerle biçimlendirilmeye çalışıldığı anlaşılmaz bir demokratik yapılaşma döneminde, yazılı belgelere yönelmek en doğru olanı…”

“12 Eylül Tutanakları-Bin Tanık’la 12 Eylül döneminin belgelerle yorumlanabilmesi için bir kaynak oluşturmayı amaçladım. Dönemin baskıcı niteliğinin nasıl sağlanmaya çalışıldığının belgelerini ortaya koymaya çalıştım.” diyordu.

En başta eğer sağlam kesin adımlar atılmadıkça, burjuvazinin düzenine takoz koyan devrimcilerin, Denizlerin idamında takındıkları tavırla ortaya çıkan ve somutlaşan ılımlı İslâm/Müslüman modernistlerin en sonunda vara vara “Allah’ın yasaları tartışılmaz” noktasına vardıklarının altını çizer Tuşalp. (İslâm Faşizmi, Faşizmlere Öyle Çok Benziyor ki…, Doğan Kitap, 2.Baskı, 1999, s.8)

1995’te Kilisli Türk yurttaşı Tır Şoförleri Seyfettin Erkut, M.Nuri Köseoğlu, Ali Kaya ile Mehmet Ali Sinanoğlu 149 kişiyle beraber S.Arabistan’ın şeriat hukukuna göre kafaları kılıçla kesilerek idam edilmişlerdi.

Tuşalp bu olayı ve Süleyman Demirel’in idamdaki rolünü anımsatırken 1980’e gelindiğinde ise askeri darbenin hemen ardından 8 Ekim 1980’de Necdet Adalı idam edilecektir. Onun katl’ini 17 yaşındaki devrimci Erdal Eren’in asılması izleyecekti.

“Ölü sayarak siyaset yapanların ölümüne siyaset yapanların kurbanları olan bu genç insanların nasıl yargılanıp asıldıkları bıkıp usanmadan araştırılmalı. Suudi’nin kadısını, celladını aratmayacak bizdeki yargıçların, savcıların izi sürülmeli” (s.10)  diyordu Tuşalp…

Tuşalp, “askeri diktatörlük”ten “şeriatçi polis demokrasisi”ne evrilen sürecin geçtiği aşamalardan şu şekilde sözediyordu:

“Bir sonbahar gecesi  ‘askeri diktatörlük’ meydanından başlayan yolculuk,  ‘parlamenter demokrasi görüntüsü altındaki devlet başkanlığı diktatörlüğü’ caddesinden geçip; gözetim altındaki parlamenter demokratik rejim’ sokağına gelecek. Serüven işte bu son durakta noktalanacak. Türkiye belki de ‘şeriatçi polis demokrasisi’ olacak.” (s.13)

“Ya halk ya ümmet,  ya da, ya birey ya da kul olacağız.” (s.16)

S.Arabistan’ın şeriat hukukuna göre 149 kişiyle beraber kafaları kılıçla kesilerek idam edilen Türk yurttaşı Tır Şoförleri hakkında İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 23 Ağustos 1995’te, “Bile bile bu suçları işliyorlarsa neticesine katlanmak zorundalar. Bu insanları kurtarmaya çalışıyor gibi gözükerek, asıl amacı dine küfretmek, İslâm’a saldırmak olan kesimin hareketleri kanıma dokunuyor.” şeklindeki sözlerine de yer veriyordu.

Erbil Tuşalp, sandıktan çıkmış olsa da diktatörlerlerin elinde inanç boyutundan soyutlanan dinin siyaset aracı olarak iktidar olduğunu ifade etmiş, mukayese edilirse Hitler’in Nasyonal Sosyalist (Nazi) partisinden de farklı olmadığını vurgulamıştır. (s.17)

“2000’li yıllara kadar ve hatta daha uzun yıllar için düşledikleri, özledikleri, öngördükleri rejimin adı düpedüz faşizmdir. İslâm faşizmidir.” şeklinde ifade ederken Palmiro Togliatti’nin,  “faşizm durağan ve tanımlanmış bir süreç değil’ ama faşizmin kitlesel etkilerinin tarih boyunca ülkeden ülkeye büyük farklılıklarla aynı acıları yaşattığı biliniyor.” diyerek altını çiziyordu.

İslâm faşizminin Mussolini’nin İtalyan faşizminden, Hitler’in Nasyonalizm’inden, İspanyol Falanjizm’inden,  Japon, G.Amerika’daki, Orta ve Doğu Avrupa faşizmlerindekinden farkının olmadığını anımsatıyordu. Ve Dimitrov’un “Finans kapitalin en gerici, en şoven, en emperyalist unsurlarının açık, terörist diktası” tanımıyla karşılaştırıyordu.

1998’in Türkiyesinde ise siyasi İslâmın etkisindeki faşizm için, “Finans kapitalin tam desteğindeki İslâm sermayesinin Arap ırkçılığıyla birlikte hareket eden en gerici, en ümmetçi, en şoven kesimlerinin emperyalizmin güdümündeki açık ve terörist diktası” demektedir.

İran’daki Kum, Suriye’deki Şam ve Cezayir’deki kamplardan dünyaya ve Türkiye’ye yayılmış şiddet örgütlerinin envanterini en küçük ayrıntıya kadar isim isim belgelerle örnekleyen Tuşalp, günümüzde Türkiye’deki örneğine, “Partili Cumhurbaşkanlığı”, “Patrimonyal Sultanizm” ya da “Güçlendirilmiş Başbakanlık” gibi kavramlar kullanılan “Türk Tipi Başkanlık Sistemi” öncesinde “faşizm” olgusuna ve söylemlere de soruşturmacı gazetecilik anlayışıyla ışık tutan önemli ve güncelliği kaybolmamış bir kitaba imza atmıştır.

Aziz Nesin’in “Türkiye, dünyanın en kötü anayasasını yapan ve ona kefil olan adama oy verdi.” dediği, gazeteci ve yazarların yargılanıp hapse atıldıkları 12 Eylül’ün kara günlerinden gele gele milletvekilleri hakkında dokunulmazlıklarının kaldırılıp yargılandıkları bir döneme, bugüne gelmiştik.

Cumhurbaşkanlığı İletişim Daire Başkanlığı’nın basın kartını iptal ettiği yüzlerce gazeteciden biri olarak 75 yaşındaki Erbil Tuşalp, “Bu benim için onur belgesidir” demişti. Dik duruşundan asla taviz vermeyen, objektif ve bağımsız gazeteciliğin bir temsilcisi olan Tuşalp’in İslâm Faşizmi-Faşizmlere Öyle Çok Benziyor ki… kitabı tekrar tekrar okunmayı ve yeni baskıları da hakkediyor…