Ana Sayfa Kritik Global Modernite Sürecinde: MARKSİSTLER NE YAPMALI?

Global Modernite Sürecinde: MARKSİSTLER NE YAPMALI?

Global Modernite Sürecinde: MARKSİSTLER NE YAPMALI?

Marx, modern düşünsel ve siyasal tarihte anıtsal bir kişidir. Bize kavramsal bakımdan zengin, törel (ahlaksal) bakımdan esinleyici büyük bir kalıt (miras) bırakmıştır. Bununla birlikte Marx, Marksist olmadığını söylediğinde kendisini ciddiye almalı, buna bir bon mot (şaka) gözüyle bakıp geçmemeliyiz.

Marx, yandaşı olduğunu açıklamış pek çok kişinin bilmediği bir şeyi, kendisinin bir 19.yy insanı olduğunu ve ufkunun kaçınılmaz bir biçimde bu toplumsal gerçeklikle sınırlandığını biliyordu. Çoklarının bilmediği bir şeyi, kuramsal açıklamalarının yalnızca, açık ya da örtük olarak saldırıya geçtikleri alternatif açıklamalarla ilişki içinde anlaşılabilir ve kullanılabilir olduğunu, başka öncüllere dayalı başka sorunlara ilişkin açıklamalar karşısında ise tümüyle ilgisiz kaçtığını biliyordu. Çoklarının bilmediği bir şeyi, çalışmalarının sunuluşunda, kapitalizmin eksiksiz bir sistem olarak anlatılmasıyla (böyle bir sistem tarihsel olarak hiçbir zaman var olmamıştır) kapitalist dünyanın somut gündelik gerçekliğinin çözümlenmesi arasında bir gerilim olduğunu biliyordu. Bu nedenle, Marx’ın yazılarını anlamlı olabilecek tek biçimde, -bildiği kadarını bilen bir kavga yoldaşının yazıları olarak,- kullanalım.

Immanuel Wallerstein, Tarihsel Kapitalizm,

(Çev: Necmiye Alpay), Metis Yay., 2002

 

 

Tarihin bu ironisi, 1950’lerden sonra gelişkinleşmiş olan global kapitalizmin (“late capitalism” denirdi benim öğrencilik yıllarımda, arasındaki fark çok da önemli değil.) ve 1960’lardaki “yapısalcılık” (ve sonra, postyapısalcılık ve postmodernizm) düşüncesinin yarattığı heyecanlarla, “sınıfın” ortadan kalkmış olduğunu, sınıf temelli politikalar yerine “halkın”, “kitlelerin”, “kimliklerin” ve “yerellikte” (place) ve “yerellikle” (localism) işleyeceği varsayılan “radikal demokrasinin” ikame edileceğini söyleyen postmodernist liberal solcularda; toplumsalın üretim ve bölüşüm (mülkiyet) tarzları ile değil de, “söylem” ve “dil” ile yapılandığını ve en büyük söylemin de “Tanrısal söz” olduğunu iddia eden dinci postmodernist oryantallerde, “11 Eylül-ikiz kuleler sendromu” (ve ABD’nin bir İmparatorluk gibi Afganistan ve Irak “crusade-cihat”ları; NGO’larla – El Kaide gibi—yürütülen “terörist” eylemleri) sonucunda ampirik olarak ortaya çıkmış bulunan, postmodernist parçacılığın aslında bütünsel bir global modernite olduğu ve “kapitalizmin neredeyse sonuna gelinmesine” yol açan tarihsel dönemecin yarattığı şaşkınlıkla yakından ilişkisi vardır. Doğal ki, bu ironik dönemin en temel uluslararası başlangıç noktası, yine ironik olarak ortaya çıkmış olan, Sovyetler Birliği sisteminin ve Çin Halk Cumhuriyeti’nin “kapitalist” dönüşüme geçmiş olmasıdır. Bu iki olgu, eş zamanlı olarak (her ikisi de 1979-89 arasındaki on yılda ilân edildi) hem tarihin yeni bir durum yaratan beklenen bir gelişmesi, hem de eskiye (moderniteye) dönüşün beklenmeyen noktasını oluşturmaktadır. İronik olarak tarihte geriye gidişli, ileriye salınımlı böylesi dönemler çoktur.

İçinde bulunulan bu tarihsel dönemin, Türkiye gibi ulus-devleti ile sorunlar yaşayan halkları barındıran ülkeler açısından önemli bir uluslararası bağlamı da vardır:

Artık, ideolojik olarak, Sovyet tahakkümü (!), komünizm gibi Batı’nın bir öcü olarak sunduğu Doğu “tehlikesi” ortadan kalkmış, yerine oryantal dantellerle örülü post-modernist bağlamda uygarlık karşıtı radikal veya baskıcı İslam almıştır. Radikal İslam bir öcü haline dönüştürülse de, yeşil kuşak’ın ılımlılaştırılması ile o da enterne edilmek üzeredir.

Dünya genel anlamda aynı sorunlarla boğuşan (çevresel-uzaysal kirlenmeyle, kitlesel zincir üretimin esnekliği -post-fordist üretim- sonucunda uluslararası ve devasa boyuta varmış olan sömürüyle, global tüketim çılgınlığı ile, başta bankalar -malî kuruluşlar- olmak üzere, uluslararası ve devletlerüstü örgütlerin, ulusal devletlerin, şirketlerin ve bireylerin hepsinin aynı anda borçlu konumda olmaları sorunuyla; kara para ve kayıtdışı ekonomilerin getirdiği maliyetlerle; dolaşımdaki para miktarının bilinemezliği ile; uyuşturucu ve uyarıcı ilaçsal-tıpsal-biolojik/kimyasal ve eblehleştirici- şenlikli medyatik bombardımanla; devlet terörizmi yerini, devlet terörizmini de yeniden üreten fakat aynı zamanda örten, kontrol edilmesi güç NGO’ların yarattığı terörizmle; dehşet dengesinin ortadan kalkması ile zıvanadan çıkmış bir nükleer yapılanma ile boğuşan) bir küre haline gelmiştir. Bütün bunlara bir de klasik anlamda kapitalizmin devrevi birikim krizleri eşlik etmektedir.

Bu kürede keşfedilecek ve icat edilecek yeni bir yer ve ürün neredeyse kalmadığından sadece eski ürün ve yere yeni katma değer yükleme işini gören turizm ile keşfetme duygusunun iğdişleştirilmesi; global tarzda üretilen enformasyonu takip, sonra da onu kopyalayarak üreten medyatik bir eğitim ağ-sektörünün oluşması (online eğitim) ve bu iki sektörü hızlandırıcı ve onları boşlaştıran iletişim ağ-sektörünün yaratılması ile dünya, McLuhanca bir “global köye” dönüşmüştür. İçine kapanık ve kapanıklığın verdiği güdülenmeyle patlamaya hazır Orta Çağ köyünden farklı olarak, bu yeni köyde sadece yeni yapay hizmetlere, halüsinasyonu fantezilere ve uyuşturucu-uyarıcı yabancılaşmalara yer vardır.

Ekonominin damarlarındaki kan olduğu söylenen “parasal” sınırlar had safhadadır. Ortada büyüklüğü bilinmeyen ve haince dolaşan bir “para akışı” vardır. Her şeyin sanal bir karşılığı olmuş ve bu karşılıklar “piyasa” denilen, aslında üç-beş aktörün oynadığı ve belirlediği bir kumardan başka bir şey olmayan mekanizmalarla her an yıkılabilir, kaybedilebilir haldedir. Mal, ürün, hizmet artık insanî gereksinimler için değil; kazançlar (para) için oluşturulmaktadır. Marx’ın “mal fetişizmi” dediği şey, içinde yaşanılan dünyanın “şeyleşmesi” karşısında yetersiz bile kalmıştır. M-P-M, P-P-P haline gelmiştir.

İşte bu kürede, Türkiye gibi ülkeler için, geniş yığınları oluşturan işçi sınıflarını yaşanılmazlık sınırlarına varmış olan “global” dünyanın dışına çıkartmanın yolları denenmektedir. Bu iki eksenli bir süreçtir: Birincisi Türkiye’yi kendi içine kapatıp; milliyetçiliği ırkçılığa indirme darbeleri yoluyla; ikincisi de bu darbe sürecinin ikiz kardeşi ve tetikleyici olan insanî uhrevî kapanma-örtünme yoluyla. Biri darbe, diğeri türban ile simgelenen iki siyasal akımın kapışması.

Latin Amerika’daki sosyalist hükümetler; Irak’taki direnişin vardığı boyutlar; Afrika’daki laikçi-dinci çatışmasına dönüşen (Somali, Sudan) eski ulusal kurtuluş savaşlarındaki yeni dönem; henüz tam anlamıyla sonuç vermese de, Çin ve Hindistan etrafında kurulan bölgesel ekonomik antlaşmalar, vb. gibi olgu ve olaylar Türkiye’deki bu denemelerin işlemsel ve ampirik global yanlarını oluşturmaktadır.

İşte bu aşamada, içinde yaşanılan bu ülkenin sınırları dâhilinde, Türkiye’de de devlet gerek AB sürecinde, gerekse de globalitenin eski moderniteye dönüşmesi ile, tarihsel fırsatları kullanabilir düzeye gelmiştir. Bu tarihi fırsatların niteliği yine dış dinamikle çizilmekte olmasının verdiği bir körlüğe kapılmadan, içinde bulunulan durumu, Cumhuriyet’in ön tarihi ile hemhal edilmesi dönemine girmenin de potansiyeli olarak görmek de olasıdır.

 

Bu tarihi geçmişe şöyle bir bakalım:

 

Bu yakın tarihte unutulan, göz ardı edilen veya bilinmeyen ve özellikle de Marksistler tarafından anlaşılmayan bir yanyanalıkla işe başlayalım: Mustafa Kemal’in “sınıfsız, imtiyazsız bir ulus” yaratma düşüncesinin temeli, “sınıfsız” bir toplum yaratmak “amacıyla,” Marx’a göre, sınıfsal ve tarihsel olarak sahip olan işçi sınıfının amacı aynıdır.

Bu şu demektir: Kapitalizm ile birlikte tarihte ilk kez, kendi sınıfsal çıkarını elde etmek için sömürü olgusunu ortadan kaldırarak “sınıfsız” bir toplum yaratmak “amacıyla” harekete geçmesinin zorunluluğunun tarihsel olarak belirleyiciliğini oluşturan teknoloji, üretim ve mülkiyet düzeyi ve bölüşümü koşullarına sahip ve son iki yüz yıldır da, başarılı veya başarısız olarak, sınıfı ve sömürüyü ortadan kaldırmak için harekete geçmiş ve devletler kurmuş olan bir sınıfın, işçi sınıfının Marksist çözümleme sonucunda tanımlanan amacı ile Mustafa Kemal’in demokratik devrim aşamalı toplum modelinin teleolojik sonucu birbirleriyle uzlaşır bir temele sahiptir.

İşçi sınıfı, modern tarihte bu dönüştürücü gücünü ve işlevini kullanırken yalnız kalmamış, köylüler, küçük burjuvalar, aydınlar, öğrenciler ve marjinaller tarafından desteklenmiş, hatta yönlendirilmiştir. Çoğu kez işçi sınıfına öncülüğü “dışarıdan bilinç taşıyan” aydınlar veya örgütler yapmaktadır. Mustafa Kemal’in devrimleri de aynı biçimde, tüm halk kesimlerinin yer aldığı, burjuvazinin de yer yer taraftar olduğu ve militer aydınların öncülüğünde gerçekleşmiştir. Her iki devrimci dönüşüm modeli ontolojik ve teleolojik olarak benzerdir.

 

Marksistlerden Önce CHP

 

Bugüne bakıldığında bu benzerlik, yani, 21. yy’da Türkiye’nin global ve ulusal konumu çerçevesinde, Marksizmin tarihsel belirleyicilikle tanımlanmış işçi sınıfının tarihi dönüştürücülükle yükümlenmiş olması düşüncesi ile Mustafa Kemal’in 20. yy’ın başında, 1919-1939 arasında yaptıkları daha da fazla eşleşmiştir.[1] Bu anlamda Mustafa Kemal’in partisi CHP’ye büyük görevler düşmektedir.[2]

CHP, uzun yıllar, çoklukçu[3] tek parti yönetimi olarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerini atmış olan bir partidir; 1946 yılından sonra ise, çoğunlukçu bir parlamenter yapı içinde temel muhalefet partisi konumuna ve zaman zaman da koalisyonlarla parçaçıl iktidarlara sahip olagelmiştir. 1965-1973 yılları arasında işçi sınıfı ve köylülük temelinde, “ortanın solu” olarak konumladığı ulusal politikası ile toplumun yarısına yakınının (1965’de ve 1973’de % 42) desteğini almış ve o dönemin seçim sistemi sonucunda, din eksenli bir parti ile (MSP ile) koalisyon yapmıştır.

Bu dönemde CHP’nin (aslında Ecevit’in) yaptığı tarihsel yanlışlık vurgulanmalıdır: CHP, 1973 yengisini Ecevit’in dışa bağımlı dar ve sekter politikaları ile Türkiye’yi yavaş yavaş yükselecek ve 12 Eylül ile zirvesine oturacak olan dinsel bağnazlığa gömen ve ayrıca, ekonomik olarak ülkeyi zor durumda bırakan Kıbrıs sorununa getirdiği hesapsız uluslararası çözümün sonuçlarını iyi yönetemeyerek, boşa harcamıştır.[4] Bu yıllarda, DP döneminden ve hatta 1940’dan başlayarak artık Mustafa Kemalcilikten çıkartılarak dönüştürülmüş olan devlet ve ordu ile CHP arasındaki bağlar ve çelişkiler doğal olarak önemlidir fakat bir politik parti olarak, yaşanılan süreç CHP’nin içindeki oluşumlarla ilgilidir. CHP’nin 1973’te MSP ile yaptığı işbirliğinin sonucunda ülke kaosa sürüklenmiş, Milliyetçi Cephe hükümetlerinin önü açılmış; bugün bile önemi kabul edilen, — bu satırların yazarı tarafından da yanlış bulunan – Kıbrıs olgusunun ideolojik ve politik sonuçlarından yararlanılamamıştır. Bu koalisyonun yanlışlığının sonucunda, hem Türkiye yitirmiş; hem de CHP, sonuçlarını 2005 yılına kadar yaşayacağı büyük bir dönüşüm ve Mustafa Kemal’e yabancılaşma sürecine girmiştir. Açıkçası, Ecevit’in 1973 MSP koalisyonu, CHP’nin Mustafa Kemal’den kopma sürecinin başlangıcıdır.

1965-2005 arasındaki CHP’nin eleştirisi bu yazının doğrudan konusu olmasa da, şunu bir kez daha vurgulamam gereklidir: Bu döneme, CHP’nin başında kim olursa olsun ve hangi adla örgütlenmiş bulunursa bulunsun, Ecevit damgasını vurmuş; Ecevit, kişisel bilgisizliği, politik olarak dışa bağımlılığı ve lider olarak sekterliği ve en önemlisi de, kendi dışındaki sola kapalı olmasıyla,[5] CHP’yi uzun süredir %  10-20’lerde bir seçmen desteğine mahkûm eden politikaları yaratmıştır.[6] Depolitizasyonun ve irticacı gelişmelerin yolunu açan, Kürtçü (Ermenici veya ırkçı) ayrılıkçılığa zemin hazırlayan ve ülkeyi akılsız ve atıl bırakarak neo-liberalizmin kucağına savunmasız olarak atan 12 Eylül faşist darbesinin oluşmasına yol açan gelişmeler bile, bu tarihsel yanılgı ile ortaya çıkan sürecin doğal sonucudur. Oysa bu ülkenin gelişiminin motorlarından biri dindar Kürt halkı ve onun büyük bir çoğunluğunun tarım ve sanayide proleter olarak çalıştırılmasına dayanmıştır. Bölücülük ve irtica diye adlandırılan eylemliliğin kullandığı bu Müslüman Kürt proleterleri vurgusu yapılmadan, sosyal demokrasi içsel dinamiği yakalayamaz. Aynı biçimde Türkiye’de daha geniş sağlam bir halk dindarlığı mevcuttur ve bu dindarlık, dinci ve laikçi burjuvazi tarafından, aynı Müslüman Kürt proleterleri gibi istismar edilegelmiştir.

Kuşkusuz bu kırk yıllık sürecin dış koşullarla belirlenen önemli dinamikleri de mevcuttur. Bu konulara yazının devamında yer yer değinilecektir.

1940’dan altmış beş yıl, 1965’den kırk yıl geçmiştir ve 2005 yılı CHP’nin temel dönemeç yılıdır. Dönemeç yılı olmasının nedeni, AB ile olan ilişkilerin yeni bir yapıya evrildiği bir süreç olmasıdır; CHP gibi kendini “sol”da tanımlayan bir partinin hangi politik hedeflere ve sınıfsal konumlara göre bu süreci yöneteceğinin artık tam anlamıyla ortaya çıkmasının zamanı gelmiştir. Şu andaki CHP yönetimi bu konularda önemli yapılanmalar yaratmakta ve çoğu zaman zorunlu olarak güncel politikalara boğulsa da, açılımlar yapmaya istek duymaktadır.

CHP’nin güncel durumunu, Mustafa Kemal’in “sınıfsız, imtiyazsız bir ulus” yaratma hedefi ve özlemi açısından ve bu özlemin, sosyalizmin 15 yıl önce devlet sosyalizmi olarak çökerek tarihsel bir mevzi yitirmiş olmasına karşın 2000’li yıllardan başlayarak özellikle Latin Amerika’daki dokuz ülkenin seçimle işbaşına gelen sosyalist hükümetlerle yönetilmeye başlaması bağlamında ve işçi sınıfının Marksist açıdan geldiği aşama açısından, Mustafa Kemal’in hedeflediği “sınıfsız, imtiyazsız ulus” ile Marksizmin önerdiği “sınıfsız toplum” arasındaki benzerliğin ilişkilendirilip ilişkilendirilemeyeceğini irdelemek, değerlendirmek ve 2007’den başlayarak CHP’nin ne yapması gerektiğini sorgulamakla işe başlamak gereklidir. Bu yazı, CHP dışından yazılmış bir yazı olmasına karşın, nesnel ve bilimsel bir taraflılığa sahiptir. Bu taraf, yazarın kendisine hiçbir zaman solcu dememesine karşın,  “sol” taraftır. Yazarının amacı, önerilerinin Marksistler içinde olduğu kadar, “sol”cu CHP yönetimince ve kadrolarınca da tartışılmasıdır.

 

Marksistlerin bugünkü görevi Türkiye’de Mustafa Kemal’in 1919-1939 arasında gerçekleştirdiklerini sorgulamacı bir tutumla savunmak ve desteklemektir. Marksistlerin 1965-1973 arasındaki görevi de buydu ve devlet tarafından “anarşist” ilan edilen Deniz Gezmiş de kendini “Mustafa Kemalci Marksist” olarak tanımlıyordu. 1985’lere kadar, Türkiye’nin CHP dışındaki solunun neredeyse tamamı da kendisini “Marksist, yurtsever ve Mustafa Kemalci” olarak tanımlamaktaydı.

PKK hareketinin ivme kazanarak etnik bir Kürt milliyetçiliğine evrimleşen Marksist temeli, giderek Türkiye Sol’unu tasfiye eden ve Sol’a, kültürcü ve etnik analiz temeli sağlayan bir ivmeye dönüşmesi 1985 yılıdır. Türkiye Sol’u, SSCB’nin dağılmasından çok önce, PKK’nın silahlı etnik eylem planlamasının bir sonucu olarak ayrışmış ve yok olmaya başlamıştır.

Türkiye’deki Marksist solun amacı, ister sosyalist devrim, isterse milli demokratik devrim yapmak olsun, büyük bir çoğunlukla, Mustafa Kemal’in yarattığı ülkesel bütünlüğün devletini “sınıfsız bir topluma” ve/veya “sınıfsız ve imtiyazsız bir kitleye” dönüştürmekti. 1919-1939 arasında, tüm teknolojik ve politik gerekliliklerle inşa edilmeye başlanılmış ve 1940 ile bu yazının ilerleyen bölümlerinde değineceğim nedenlerle ve dinamiklerle yarıda kesilmiş olan bu ulusal hedefin tamamlanma sürecine girilmesinin, ironik olarak tam zamanıdır.

“Altı ok” bu konuda, dünyanın yeni Marksist gündemine oturmaktadır; Mustafa Kemal ile Marksist gelenek birleşmektedir.

 

Yeni “Yön”

 

Günümüz Marksizminin, Mustafa Kemal devrimlerinden öğreneceği çok şey vardır. Bunun Türkiye’deki öğretmeni Doğan Avcıoğlu’dur. (Bir de Avcıoğlu ile olumlu ve olumsuz yanlarıyla karşı karşıya gelseler ve birbirleriyle çeliştiklerini söyleseler de Hikmet Kıvılcımlı’dır. Kıvılcımlı bahsi bir başka yazıda ele alınacaktır.)

 

Doğan Avcıoğlu’nun Yön Hareketi (1961-1971), Türkiye sosyalizmi tarihinde önemli bir dönüm noktasıydı. Leninci Marksizmi ve Kautskyci sosyal demokrasiyi aşan bir özelliği vardı. Mustafa Kemal ile Marksizmi sentezliyordu. Kaderi “darbecilik” ile belirlendi. 1975 sonrası Doğan Avcıoğlu, bu darbesel müdahale yanlışlığından ders çıkartmıştır ancak bu etiket onu itibardan da düşürmüştür. Oysa yaptığı sentez, darbecilik dışında Türkiye Marksistleri için önemli bir başlangıç noktasıdır.

Mustafa Kemal, 1919-1939 arasındaki yirmi yılda, olan durumu tanımlarken hep gelecekteki özlemlerini, projelerini seslendirmiştir. Bu özlemlerin/projelerin nasıl gerçekleşeceği ile ilgili başlangıç ve deney noktaları, O’nun devrimleridir. “Köylü efendimizdir” derken, henüz tam biçimiyle oluşmamış işçi sınıfı yerine, mülksüz (ya da yaşam gereksinimi için çok küçük mülkiyete sahip), çalışan, emekçi (Marksizm bağlamında da) tek sınıf olan köylünün, gelecekte Türkiye’nin yöneticisi konumuna geleceğini vurgulamaktadır; “Yurtta sulh, Cihanda sulh” derken, âdeta kırk yıl sonranın detantını haber verircesine, ebedi barışın kapitalizmin sona ermesi ile birlikte mülkiyetsizlikçi toplumun oluşmasından sonra olacağını söylemektedir; “sınıfsız, imtiyazsız bir milletiz” derken, Marx’ın öngörüsünü hayal etmekte, seslendirmektedir.

Marksist Mustafa Kemalcilik bir sentezdir. Ancak, anakronik bir sentezdir; güncelleşmesi gereklidir. İlk olarak, teleolojik bir sentez: “sınıfsız, imtiyazsız bir toplum” her iki düşünce yapısının sonul amacıdır. İkinci olarak, yöntemleri açısından bir sentez: devrimci dönüşüm ve monolitik blok, kitle partisi, her iki kuramın da yöntemsel işleyişini ortaya koyar. Üçüncü olarak, içerik açısından bir sentez: sömürüyü ve mazlumluğu yok edecek bir toplum imgesi/projesi her iki düşünüşte de en kalın çizgileriyle vardır.

Marksizm genel kapitalizm kuramıdır ve kapitalizmi sona erdirirken kendisini de yok ederek, tüm insanlar için sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya kurmanın tarihsel zorunluluğunu omuzunda taşıyan bir işçi sınıfının sosyalizme geçeceğini söylemektedir. Marx’ın bir kaç kez vurguladığı gibi bu geçiş İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri için içsel ve şiddetsiz bir dönüşümle; Kıta Avrupa’sı gibi daha az kapitalistleşmiş toplumlarda da şiddete yönelik devrimlerle gerçekleşecektir. Mustafa Kemal’de ise, henüz kapitalizmin ilkel evresindeki yeni bir ulusun, Marx’ın öngördüğü sonuca nasıl varılacağının devasa ve evrensel bir deneyi söz konusudur. 1940’dan sonra ise bu deney, emperyalizmin boyunduruğu altına sokulmuş ve oluşum çizgisinden saptırılmıştır. 1940 sonrası dinci, liberal ve faşist akımların Türkiye’deki devleti ve politikayı parsellemeye başlamaları bu emperyalist yapı sayesinde mümkün olabilmiştir.

Mustafa Kemal döneminde, Marksizme yakınlaşan bir Kadro hareketi oluşmuştur. Kadrocular, devletçi politikalarla, üçüncü dünyacılığın ilk adımlarını atan ve yoğun bir biçimde karma ekonominin devletçi vurgusunu öne çıkartan bir ekonomi politika izleyicileri olmuşlardır. Bu düşüncelerini pratiğe de geçirmişler fakat emperyalist kuşatma altında devlet bir süre sonra kendini liberalleştirerek, dinci ve faşist eğilimlere mahkûm etmiştir. Yön hareketi bu eğilimin, soğuk savaş dönemindeki oluşumudur.

Yön hareketi döneminde, o sıralarda genç bir Mülkiye asistanı olarak Yön Bildirisine imza atanlar arasında bugünkü CHP Genel Başkanı Deniz Baykal da vardır. Kırk yıl önce, Türkiye’nin en önemli sol aydınları tarafından kurulan ve önderliğini Doğan Avcıoğlu’nun yaptığı bu hareketin 12 Mart ile kesintiye uğratılması Türkiye’ye çok şey kaybettirdi. 12 Mart darbesi ile ortadan kaldırılan Yön Grubunu (Yöncü 9 Mart Cuntası) ihbar eden MİT Ajanı Prof. Dr. Mahir Kaynak, 6 Ocak 2007 tarihinde, Star gazetesine verdiği bir demeçte, “9 Mart Darbesi olsaydı, o gün Türkiye AB’nin kurucu üyesi olurdu” demektedir. 9 Mart darbesini ihbar ederek önleyen bir MİT ajanının kırk yıl sonraki itirafları ve kabulü, Türkiye’nin Yön’ünün değişmesinin nelere mal olduğunu yine tarihin ironisi olarak ortaya koymaktadır. Darbe veya cuntacılığın bu ülkeye kattığı olumlu hiç bir şey yokken, Mahir Kaynak gibi bir kişinin bu analizi yapması manidardır.

 

Teorinin Praxisi

 

Kısacası, Mustafa Kemalcilik bir emperyalizm praxis’idir.[7] Bütünsel bir teorik külliyata dönüşmemiş eylemin sadece söylem olduğu bir süreçten oluşur. İçinde olmayan en önemli unsur da sınıf’tır.

Açıkçası, günümüzde, Fidel Castro için Jose Marti, Hugo Chavez için Simon Bolivar neyse, Türkiye’deki Marksistler için de Mustafa Kemal odur. Ne daha fazlası, ne daha azı.

Mustafa Kemal’i 1940 yılından sonra konumlandığı laikçi Atatürkçülükten kurtarmak ve tarihsel ve sınıfsal yerine yerleştirmek gereklidir. Bunun için de, 1919-1939’u iyi anlamak gereklidir.

Marksizmin ve Marksistlerin görevi Türkiye’de budur.

 

EK: DENİZ GEZMİŞ İLE SÖYLEŞİ (DEVRİM GAZETESİ 23 ARALIK 1969)

Atatürk’ün, “Tam bağımsızlık” ülküsünü kendilerine şiar edinen devrimci gençleri sindirmek için cinayet tedbirlerine kadar varan planlar yapılıyor şu günlerde. Tertipçilerin baş hedeflerinden biri de gençliğin önde gelen liderlerinden Deniz Gezmiş, son olayları şöyle yorumladı:

– Türkiye ekonomisi tam bir çıkmaz içindedir. Zamlara rağmen, bütçenin açığı 2,5 milyardır. Bu, tutucular koalisyonunun iflasını açıkça ortaya koymuştur. Tutucu güçler, egemenliklerini uzun süre devam ettiremeyeceklerini anlamış olmanın telaşı içindedir. Devrimci gençlik eylemini engellemek için tertiplere girişmeleri bundandır. Fakat umduklarının tersi olmuş ve bu olaylar bizi daha örgütlü, daha disiplinli ve daha güçlü eylemlere hazırlamıştır. Tertipleriyle gençliği ordunun karşısına düşürmek hedefine ulaşamadıkları gibi, devrimci gençlik eylemi, Mustafa Kemal’ci zinde güçler saflarını birbirlerine kenetlemiştir. Mustafa Kemal adı, geniş öğrenci kitlelerinde daha fazla ağızdan ağıza dolaşır olmuş, forumlarda Bursa Nutku ve Gençliğe Hitabe tekrarlanmış ve bunlar uygulanmıştır. Emperyalistler ve işbirlikçileri, Gazi Mustafa Kemal’in çizgisinin geniş kitlelerde ve bütün zinde güçlerde yankılanmasından korkmuşlardır bugün.

– Gençlik eylemleri içinde önemli bir yerin var ve tutucu güçler senin okuldan atılmış olmanı sürekli istismar konusu ediyorlar. Bu durumda senin söyleyeceklerin neler?

– Üniversite öğrenimi yapmak Anayasa’nın verdiği bir haktır. Öğrenci olarak devrimci mücadeleye katılmak ise, Mustafa Kemal’in bize yüklediği bir görevdir. Dünyanın bütün gericileri bir araya gelseler bu hakkımızı ve görevimizi elimizden alamayacaklardır.

– Mustafa Kemal’in gençliğe yüklediği devrimci görevler nelerdir, biraz daha açıklar mısın?

– Türkiye ilk Kurtuluş Savaşı’ndan 50 yıl sonra tekrar yarı-sömürge durumdadır. Ve Kemalist bir Cumhuriyetin başına anti-Kemalist politikacılar geçmiştir. Politikacı, anti-Kemalist karşı devrim hareketine yeşil ışık yakmaktadır. Bu koşullarda gençlik, emperyalizme ve anti-Kemalist gidişe karşı verilen savaşta somut olarak ön safta bulunmaktadır. Elbette tarihi önderlik sorunu ayrı bir konudur. Bugün için gençlik, mümkün olduğu kadar geniş halk kitlelerini emperyalizme karşı mücadeleye katmak için devrimci eylemde bulunacaktır. Kemalist Devrim tamamlanacak ve onun emperyalizmle çelişen bütün milli sınıf ve tabakalara mal edilmesi sağlanacaktır. Gençlik bütün Kemalist güçlerle yekvücut olmak zorundadır.

 

 

– Halk kitlelerini emperyalizme karşı mücadeleye katmak için gençliğin dayanışma içinde bulunacağı Kemalist güçler kimlerdir?

– Bugün Türkiye’de Kemalist Devrim’in bekçiliğini yüklenen güçler arasında başta ordu, 27 Mayıs’ı yapan güçlerin önemli bir yeri vardır. Anti-Kemalist karşı devrim hareketine karşı gençlik bütün zinde güçlerle el eledir. Emperyalizmin işbirlikçileri gençlik ile öteki zinde güçlerin arasını açmak istemektedir. Fakat aynı inançta olan, yani emperyalizmi kovmuş, feodal unsurları tasfiye etmiş bir Kemalist Türkiye isteyen bu ilerici güçlerin arasını anti-Kemalist karşı devrimi tezgâhlayanlar açmayı başaramayacaklardı r.

– Emperyalizme karşı nasıl bir mücadele verilecektir?

– Bugün Amerikan emperyalizmi saldırganlık yolunu seçmiştir. Buna karşı biz de, emperyalizmin parmağının bulunduğu her yerde ona karşı aynı silahlarla mücadele yolunu seçtik: tıpkı Mustafa Kemal’in 50 yıl önce yaptığı gibi. Emperyalizm bugün millici güçleri tasfiye etmek için listeler hazırlamakta ve bütün kurumlarımıza elini uzatmaktadır. Bizse onları defterden sileli çok oldu. Milli kurumlarımıza uzanan elleri de kırmakta kararlıyız.

– Bazı çevreler bu görüşleri, “devrim yobazlığı” sayıyorlar. Bu sence nasıl açıklanabilir?

– Devrimcilik demek halk dalkavukluğu demek değildir. Her şeyden önce devrimcilerin görevi halkın önünde gitmek, halkın gerçek özlemleri için mücadele etmektir. Halk için düzen değişikliği isteyen gençliğe halk karşıdır gibi saçma bir iddiayla Kanlı Pazarları görmezlikten gelen ve gerçek devrimciyi yobazlıkla suçlamaya kalkışan tatlı su devrimciliğine özenmiş politikacı, aslında tutucu güçler koalisyonunun usta propagandalarının esiri olmaktadır. Politikacı, “halk kızar” diye, halk düşmanlarının uşaklığını yapmaktadır. Değirmenköy, Elmalı, Göllüce köyleri, davalarını desteklediğimiz bu topraksız köylüler bize hiç kızmadı, aksine gençliği bağrına bastı. Demir Döküm işçileri de öyle yaptı. Devrimci gençliği halkçı görünüp, egemen sınıflara göz kırpan tatlı su devrimcisi politikacı anlamaz ama işçi ve köylü anlar. Devrimci gençlik de onlara dalkavukluk etmez, gerçek kurtuluş yolunda onlarla birlikte mücadele eder. Hem egemen sınıflara göz kırpan oy goygoyculuğu, hem devrimcilik olmaz. Bugün bizi devrim yobazı olarak nitelendiren birkaç CHP yöneticisi Ortanın Solu tabanını temsil etmemektedir. Anti-Kemalist karşı devrimcilerin yanında yer alan bu birkaç yöneticiyle ortak bir mücadele söz konusu değildir. Fakat şuna inanıyoruz ki, tam bağımsızlık isteyen dürüst Ortanın Solu tabanı Kemalist bir Türkiye’nin kurulması için bizimle birlikte mücadele edecektir.”

(Doğan Avcıoğlu’nun çıkardığı Devrim Gazetesi – 23 Aralık 1969 – Sayı: 10 – Sayfa: 2-7)

 

 

[1] Bu eşleşme (Marksist Mustafa Kemalcilik), 20. yy’ın tamamında da geçerlidir fakat 21.yy’ın global gelişmeleri çerçevesinde artık somut bir hayatiyet kazanmıştır. Deniz Gezmiş 1969’da şunları söylemektedir: “Türkiye ekonomisi tam bir çıkmaz içindedir. Zamlara rağmen, bütçenin açığı 2,5 milyardır. Bu, tutucular koalisyonunun iflasını açıkça ortaya koymuştur. Tutucu güçler, egemenliklerini uzun süre devam ettiremeyeceklerini anlamış olmanın telaşı içindedir. Devrimci gençlik eylemini engellemek için tertiplere girişmeleri bundandır. Fakat umduklarının tersi olmuş ve bu olaylar bizi daha örgütlü, daha disiplinli ve daha güçlü eylemlere hazırlamıştır. Tertipleriyle gençliği ordunun karşısına düşürmek hedefine ulaşamadıkları gibi, devrimci gençlik eylemi, Mustafa Kemal’ci zinde güçler saflarını birbirlerine kenetlemiştir. Mustafa Kemal adı, geniş öğrenci kitlelerinde daha fazla ağızdan ağıza dolaşır olmuş, forumlarda Bursa Nutku ve Gençliğe Hitabe tekrarlanmış ve bunlar uygulanmıştır. Emperyalistler ve işbirlikçileri, Gazi Mustafa Kemal’in çizgisinin geniş kitlelerde ve bütün zinde güçlerde yankılanmasından korkmuşlardır bugün.” (Deniz Gezmiş, Devrim Gazetesi, 23 Aralık 1969)

 

[2] Yer yer tarihsel gelişmelere yer verilse de bu yazı tarihsel politik (parti, hizip, siyasal mücadele ile ilgili) bir analiz değildir. Daha çok Marksizmin kuramsal önermeleri ile Mustafa Kemal’in toplum projesinin bilimsel ilişkileri üzerinde durulmaktadır. CHP’nin Mustafa Kemal döneminde ve daha sonraki aşamalarda kendi dışındaki sol ile (Sovyetik, Goşist ve Maoist sol ile) ne türlü çatışmalara girdiği ve tarihin gerisinde yaşananların ne türlü sonuçlara evrimleştiğini anlamak için şu kaynaklara Bkz: Yalçın Küçük, Sırlar, Salyangoz Yay., 2006; Aydın Yalçın, Türk Komünizmi Üzerinde Bazı Gözlemler, Ekonomik ve Sosyal Yay., 1977; Mete Tunçay, Türkiye’de Sol Akımlar, Bilgi Yay., 1967 ve Fethi Tevetoğlu, Türkiye’de Sosyalist ve Komünist Faaliyetler, 1967.

 

Bu kaynaklardan Aydın Yalçın’ın kitabı günümüz için dersler çıkartılacak niteliktedir. O günlerde (1975-77) yükselen “gerilla devrimciliğini” Ordu’ya “ihbar mektubu” biçiminde yazılmış bu kitap, özellikle, zaten o günlerde hiç bir şeklide başarıya ulaşamayacak dış (özellikle kapitalist ülkelerle ile ilişkili) istihbarat örgütleri kaynaklı bu “goşist” eylemlerin amaçlarının, tam 30 yıl sonra gerçekleşmeye başlaması ve Türkiye’nin güney doğusunda bir Kürt devletinin, aynı A. Yalçın’ın İbrahim Kaypakkaya’dan naklederek anlattığı tarzda oluştuğunu haber veren değerli bir kaynaktır. Bu kitap, 12 Eylül faşist darbesini planlayanlara akıl vermiştir fakat CHP’nin de, bugün nasıl bir yol izlemesi gerektiğini mefhum-u muhalifinden anlayabileceği bir başvuru belgesidir. Okunması elzemdir.

 

[3] Mete Tunçay, vd. tarafından “Tek parti dönemi” diye “ceberut” imasıyla (Allah’a giden üçüncü yol demektir: “Mülk ile melekût âlemleri arasında veya melekût âleminin üstünde zaruretin hüküm sürdüğü âlem; Allah’ın zatı, azamet ve celâl sıfatı.”) bu dönem tanımlanırken, “Çoklukçu tek parti” tamlaması belki de Türkiye’de ilk kez bu yazıda kullanılmaktadır. Buna, çoğunlukçu tek parti de denebilir. Mustafa Kemal dönemine, hatta daha sonrasına bakılırsa, hem ilk ve ikinci Millet Meclisi, hem de CHF ve CHP oldukça çoklukçu-çoğulcu, kararlarının tamamını “çoğunlukla” alan, hatta genel olarak Mustafa Kemal’e de sert eleştirilerde bulunulan politik kurumlardı. “Mustafa Kemal’in diktatörlüğü” veya “CHP’nin tek parti diktatoryası” gibi nitelemeler hem Montesquieu (Bkz: L. Althusser, Montesquieu ve Siyaset ve Tarih, Çev: Alp Tümertekin, İthaki Yay., 2005 ve Yalçın Küçük, Tekeliyet I, Devlet ve Hürriyet, Salyangoz Yay., 2006, s: 18) veya Rousseaucu (Bkz: E.M. Wood, Sınıftan Kaçış, Çev: Şükrü Alpagut, Yordam Kitap, 2006, s: 168 ve 176) genel demokrasi kuramı açısından ampirik desteklerden yoksun, hem de nesnel olmayan tarafgirliklere sahip bilimsel olmayan nitelemelerdir. Bu konulara yazının devamında değinilecektir. Burada şunu da vurgulamakta büyük yarar var: Yalçın Küçük’ün, Tekeliyet I, Devlet ve Hürriyet kitabının 358-377 sayfalarında yer alan Feyzioğlu ile Avcıoğlu’nu karşılaştıran satırları hem öğretici, hem ufuk açıcı; hem de bazı yanlışları içinde taşıyor. Bu dipnotta az olarak değinilen “tek parti”, “çoğulcu tek parti” önermesi, Küçük’ün bu satırları açısından da değerlendirilmelidir.

 

[4] Bu konulardaki ayrıntılı düşüncelerimi şu kitaplarımdan izleyebilirsiniz: Veysel Batmaz, Yanlış Medyada Doğru Söylenmez, Naos Yay., 2004; Veysel Batmaz, Kıbrıs’ı Verelim, Musul’u Alalım, Salyangoz Yay., 2007.

 

[5] Ecevit’in kendi dışındaki sola kapalı olduğu dönemde, önemli bir sol kesim de CHP’ye kapalıydı. Bu sol kesimlerin çoğu, CHP’nin işlevini küçük burjuva partisi olarak devam ettirdiğini ve ne Kautuskyci ne de Leninist bir yapının CHP içinde olamayacağını söylüyorlardı. Ancak o dönem (1965-1980) CHP’nin, kitle ve seçmen desteğine sahip “ortanın solunda” bir parti olması nedeniyle kendi dışındaki solun kitle ve oy desteğine gereksinimi olmadığı bir dönemdi. Buna rağmen, CHP’ye oldukça önemli bir miktar, “daha” sol oyun verildiği kuşkusuzdur. CHP dışındaki solun oy oranı ise o dönemde, TKP ve Goşist unsurların seçime girecek partileri olmaması nedeniyle, %3-4 civarındaydı. Henüz Kürt bölücülüğü oluşmamıştı ve kürtçülük hâlâ sol olarak konumlanıyordu. Ortanın solu bir parti olarak, daha sol kesimden de oy alan CHP’nin, bu desteğe sahip olması hiç kuşkusuz, bir “sınıf” partisi olmasından kaynaklanmaktaydı. CHP’nin bu sınıfsallığı, parti tüzüğünde ve programında ve parlamento ve seçim etkinliklerinde, işçiden, köylüden, çalışandan yana bir sosyal demokrat parti görünümündeydi ve o nedenle destekleniyordu. Bu konuda, o dönemin anti-komünist bir analizi için Bkz: Aydın Yalçın, s: 41-73 ve kendi dışındaki sol ile CHP arasındaki ilişkiler için özellikle ss: 62-67.

 

CHP’nin 1965-1980 arası dönemde kendi dışındaki Marksist kitlelere ne kadar gereksinimi yoktuysa, bugün vardır. İşin ironik yanı, bugün Marksistlerin çok büyük bir kitleye ulaşmış olmalarından değil, CHP bu kez, kendi Mustafa Kemalci kökenini yeniden bulmak ve kitlelere Mustafa Kemalci toplum projesine anlatmak ve onların farkında olmadıkları bir sosyal liderliğe dönüşmek için, Marksizme ihtiyacı vardır.

 

[6] Özellikle 1991 sonrasında, Thatcher sonrası tüm sosyal demokrat partilere model olan ve daha sonra Blair’in İşçi Partisi’ne oy getirerek yarayan (Ayrıntılı bilgi ve tartışma için Bkz: Wood), Wood’un, İngiliz İşçi Partisi özelinde eleştirdiği, sınıf politikalarını terk ederek, kitle ve halkçı politikalara bel bağlayan “Yeni ‘Hakiki’ Sol-Blair Programı,” CHP’de de, adı da anılırcasına öykünerek benimsenmiş ancak 1991-2002 arasında CHP’ye hiç bir yarar getirmemiştir.

Ayrıca şu bir daha vurgulanmalı: Bu tür bir politikanın mucidi Blair falan değildir. 1978’de Ecevit ile başlayan ve 1991’de Erdal İnönü ile devam eden ve Deniz Baykal ile halen sürdürülen CHP’deki, Wood’un terimiyle, “sınıftan kaçış”, 1983 sonrasından bu yana, ne sosyal demokrat kadrolara ne de CHP (Halkçı Parti, SHP, vd.) örgütüne yaramamıştır. Yani, sınıftan kaçış’ın mucidi büyük ihtimalle bütün dünyada Ecevit’tir. Türk sosyal demokrasisinin, “biz ‘Atatürkçü’ partiyiz, bize Marksist olmak, işçi sınıfının öncülüğünü kabul etmek yakışmaz” türünden teraneleri de, çok eskidir.

 

[7] Doğan Avcıoğlu şunları yazıyordu: “Gelişmiş kapitalist ülkelerin yöneticileri, [1975] Aralık ayı başlarına kadar bir numaralı düşmanın enflasyon olduğunu ileri sürüyorlardı. Şimdi enflasyon bütün şiddetiyle sürüp gittiği halde, ekonomik gerileme ve işsizliği baş düşman sayıyorlar. Neden? Hızlı büyüme döneminde kâr oranı düşer: (1) Sermayenin organik kompozisyonu büyür, yani sanayi, tarım, hizmet ve iletişim/ulaştırmada makine, bina, ham madde harcamalarının işçi ücretlerine oranı yükselir. (2) İşsizliğin azalması ile ücretler yükselir ve sömürü oranının (art değer oranının) devamlı artışı durur. Bu gelişme şu sonuçları doğurur: (A) hızlı büyümenin sürükleyici kesimleri olan elektronik, iletişim ve otomobil gibi alanlarda aşırı üretim kapasitesi doğar (B) Kâr ve amortisman oranları düşer, likidite bunalımı meydana gelir. Üretici ve tüketici kredileri, devlet destekleri yüz milyarlarca dolar arttırılır. Ne var ki, çok büyük ölçüde enflasyon dahi, üretim kapasitesindeki hızlı genişleme ile kitle alım gücünün yavaş artışı arasındaki çelişkiyi uzun sürede gideremez olur. Sonunda, (a) uluslararası para sistemi çöker (b) girişimlerin mali yükü artar Enflasyon motor iken, fren olur. Şiddetlenen bunalım, faşizme de, ileri demokrasiye de açıktır.” Soyut (Ocak 1975, sayı:75)

Bu sözlerden beş yıl sonra, Türkiye faşizmin darbesini yiyecektir.

6 Ocak 2007

(Kısmen Birgün’de, kısmen medyapoliten.com’da –medyapoliten@Veysel Batmaz– yayınlandı.)

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl