Bir yeryüzü kesitinin kent olarak tanımlanabilmesi büyüklüğüne, üzerinde binalar, binaların arasında sokaklar bulunmasına, etrafında surlar olmasına ya da bir kanun metnince kent olarak tanımlanmasına değil, ama üzerinde yaşayanlar arasındaki işbölümünün niteliğine ve düzeyine bağlıdır. Bir araziye, üzerinde çok sayıda insanın yaşamasına olanak verecek şekilde yapılar bina edilmiş olması, bu arazinin yüzölçümü ve üzerinde yaşayan kalabalığın nüfusu ne denli büyük olursa olsun, bu insanlar arasındaki iş bölümü küçük ya da büyük ölçüde sermaye birikimine dayalı olmadığı sürece kent olarak adlandırılamaz ve bu durum pre-kapitalist dönem için de geçerlidir. Burjuvazinin değişen niteliği kentlerin niteliğini değiştirir. Kentsel dönüşümler, kapitalist üretim ilişkilerinin sürdürülüş biçimindeki dönüşümlerin yansımasıdır. Kapitalizmin her dönemi kendi kentini yaratır. Bu yönüyle tüm zamanlar için geçerli bir kent tarifi yapmak mümkün olmadığı gibi, tek başına dönüşümü reddederek dünkü kentte ısrar etmek, dünkü kapitalizmde ısrar etmek anlamına gelir. Kapitalizmi tümden reddetmek ise kenti tümden reddetmek olacaktır. Sınıfsız toplum, kentsiz toplumdur.

KENTİN ÖZÜ: SERMAYE BİRİKİMİ

Kenti yaşayan bir organizmaya benzetmek sık karşılaşılan bir eğilimdir1. Her ne kadar tüm benzetmeler, gerçeğin anlaşılmasını kolaylaştırdığı ölçüde yanlış anlaşılmasına el veriyor olsa da, bu benzetmeye bir derece olumlu baktığımızı belirtelim. Bununla birlikte yeryüzünde milyarlarca farklı organizma ve bir o kadar da farklı yaşam dinamiği vardır. Fakat kentlerin yaşam seyri öyle ya da böyle birbirine benzer ve aynı tarihsel dönemde Kuzey Doğu Asya ya da Avrupa’daki kentte gözlenebilecek işbölümünün öznitelikleri arasında, mikroplazmayla fil arasındaki kadar fark yoktur. Zira öyle ya da böyle kentler birbiriyle etkileşim halindedir ve bu bir kenti kent yapan özün var olabilmesinin ön koşuludur.

Bu öz, sermaye birikimine dayalı üretimdir. Ticaret ya da sömürgecilik yoluyla, ihraç edilen sermaye, aynı özü dünyanın bir coğrafyasından bir başka coğrafyasına taşır. Dolayısıyla sermaye birikimine dayalı üretimin ihtiyaç duyduğu emek örgütlenmesi ve işbölümü, benzer biçimde farklı coğrafyalarda da görülmeye başlanır. Kentin fiziksel koşullarını belirleyen de bu olur. Sonuçta tüm kentler şu ya da bu ölçüde birbirine benzer hale gelir.

Canlı organizma metaforunu bu bağlamda tekrar ele alırsak, yalnızca kentin değil, her türlü insan topluluğunun, zaten kelimenin gerçek anlamıyla canlı organizmaların bir araya gelişiyle oluştuklarına göre, makro düzeyde de organizmaya benzetilebileceğini söyleyebiliriz. Bu durumda göçebe insan topluluğu da bir canlı organizma sayılır. Fakat bu topluluk, sermayeye dayalı üretimle karşılaştığı anda, tıpkı bir virüsle karılaşan organizma gibi, ya yok olmakta ya da virüsle yaşama koşullarına uyum sağlayarak kentler inşa etmektedir2. Kenti bir organizmaya benzeteceksek, virüs etkisi altında bir organizmaya benzetebiliriz. Bu virüs, sermaye birikimine dayalı üretimdir ve etki ettiği canlı hücrelerin çekirdeğine yerleşir, orada kendini kopyalar, koloniler ve ticaret yoluyla başka hücreleri de enfekte ederek hemen her yerde benzer sonuçlara yol açar. “Virüs”ün organizma içindeki yayılma düzeyine bağlı olarak da kentin niteliği şekillenmektedir.

Bu durumun pre-kapitalist kentler için de geçerli olduğunu söylemiştik. Sermaye birikimine dayalı üretimin ve burjuvazinin kapitalizm öncesinde var olmadığı yönündeki pek de doğru olmayan düşünce, belki bu ifademize mesafeli yaklaşılmasına sebep olabilir. Oysa kapitalist üretim ilişkilerinin hâkim olmasıyla var olması aynı şey değildir. Üretim biçimleri ve emek örgütlenmesinin biçimi, farkı tarihsel dönemler için bıçakla kesilmişçesine ayrılmaz. Yani ağır sanayi öncesinde kapitalist üretim ilişkileri yoktur diyemeyiz, ancak hâkim üretim ilişkilerinin kapitalist olmadığı söylenebilir.

Bir örnek olması bakımından antik Atina’ya çok kısa olarak göz atalım. Hellen tarihinde “Kahramanlık Çağı” olarak adlandırılan M.Ö.XI. ve VIII. yüzyıllar arası, göçebe kabilelerin bugünkü Hellen coğrafyasına yerleştikleri, istila savaşları verdikleri ve İlyada’da da görebileceğimiz gibi3 bu kabilelerin şeflerinden bazılarının diğerlerine göre biraz daha fazla güç ve servet kazanarak kral olmaya başladıkları dönemdir. Troya savaşı gibi savaşlarla kolonilerin oluşturulması, bütün bu süreç boyunca güçlenen kralların zayıflamasına, o zamana dek ikinci planda kalan diğer kabile ileri gelenlerinin, biraz da koloniler vasıtasıyla güçlenmesine yardımcı olur ve krallıklar yıkılıp yerlerini aristokrasiler almaya başlar.

Deniz aşırı kolonilerin ortaya çıkması ve buna bağlı olarak deniz ticaretindeki gelişme, Atina’dan zeytinyağı ve şarap talebini artırır, bu da o güne dek uygulanan tarımsal üretim biçiminde değişikliğe yol açar. Yılda bir, hatta iki yılda bir yüksek rekolteli ürün verecek olan zeytin ve üzüm tarımı, bunların işlenmesi ve ihracat ürünü olarak kullanılması, o güne dek pastoral tarımla uğraşan çiftçilerin kısa sürede yoksullaşmasına ve aristokratlara borçlanmasına neden olur. Bu yoksul köylüler, borçları karşılığında özgürlüklerini teminat olarak gösterdiklerinden, borçlarını ödeyemediklerinde köleliğe düşmekte ve borç kölesi olarak tarımda ya da gelişen sanayide çalışmaktadırlar4.

Böylece yoksul köylülüğün yavaşça ortadan kalkmasına ve tarıma dayalı bir sanayileşmeye tanık oluruz, zira ihracata dönük zeytinyağı ve şarap imalatı demek, bir düzeyde sınai gelişim demektir. Ayrıca kolonizasyon ve deniz aşırı ticaret, kumaş, metal, ahşap ve çömlek mamullerinin de üretiminin sistemli hale gelmesini dayatmıştır. Arif Müfit Mansel dönemi şöyle anlatır: “Halk topluluklarıyle aristokratlar arasındaki gerginlik, kolonizasyon hareketi sonunda geniş bir alana yayılan Yunan ticareti, hacmı büyüyen Yunan sanayiinin doğurduğu ekonomik durum yüzünden, bir kat daha artmıştı. İşte bu suretle o zamana kadar yalnız belirli bir topluluğun ihtiyacını karşılamak için çalışan küçük atelyelerin yerine oldukça büyük sanayi kurumları geçmiş, bu kurumlarda o zamana kadar olduğundan daha gelişmiş bir teşkilat ve çalışma gereçlerine ihtiyaç hasıl olmuştur. Günden güne artan üretime Yunanlı işçiler yetmediğinden dıştan işçi bulmak kaygusu köleliğin (esaretin) ortaya çıkmasına yol açmıştı. Gerçi Yunan Orta Çağında da ev işlerinde çalışan ve büyük bir kısmı harp tutsağı olan, her türlü haklardan yoksun, köleler yok değildi. Fakat sanayide kullanılmak üzere Trakya ve güney Rusya gibi yabancı ülkelerden para ile herhangi bir mal gibi satın alman kölelere ancak bu çağda rastlıyoruz.”5

Burada dikkat çekici olan, Mansel’in, sanayide yabancı köle emeği kullanılmasını Yunanlı işçilerin ücretli emek gücünün sınai üretim hacmi için yetersiz oluşuna dayandırmasıdır. Nihayet hâkim sınıf aristokrasi olabilir, ama bu burjuva üretiminin var olmadığını göstermez, tıpkı 1840 Fransa’sında hakim sınıfın burjuvazi oluşunun ve kısa süre önce epeyce aristokratın giyotinden geçirilmiş olmasının, aristokrasinin siyasetten silindiğini ya da Tuileries Sarayı’nda (“burjuva kral” olarak da anılsa) bir kralın bulunmadığını göstermeyeceği gibi.

Sonuç olarak, Atina’da yoğunlaşan sermaye ve gelişen sanayi üretimi, kente burjuva nitelikli iş bölümünü dayatacak ve tüm kültürel yapısı, felsefi arayışları, sosyal çatışmalarıyla o ünlü Atina kenti, işte bu şekilde ortaya çıkacaktır.

İDEOLOJİK KARŞILAŞMALAR

Demek ki farklı unsurlardan oluşan büyük bir nüfusun küçük bir yeryüzü kesitinde yoğunlaşmasının sebebi, sermayenin de aynı yeryüzü kesitinde yoğunlaşmasıdır. Öyleyse ister antik Atina’da, ister 19. yüzyıl Paris’inde, ister 20. yüzyıl İstanbul’unda olsun, kent, sermaye birikimi ve burjuva nitelikli iş bölümüyle vardır. Bununla beraber, her ne kadar ilk bakışta uyum içinde işliyormuş gibi görünse de, söz konusu iş bölümünde, asla, bir göçebe topluluğun, ya da ortak toprak mülkiyetine dayalı pastoral tarım topululuğunun ayakta kalmasını sağlayan topluluk içi uyum görülmez. Bir kent söz konusu olduğunda, tıpkı hasta bir vücuttaki gibi hararet yüksektir, iç çatışmalar söz konusudur, bazı hücreler fazla çalışır, bazıları yıpranır, tükenir, kimi dokular hasar görür, enerji sarfiyatı artar, ama diğer yandan besinler yeterince sindirilmeden atılır vesaire.

Bu uyumsuzluğun ve çatışma ortamının sebebi, sermaye birikimini takip ederek (gönüllü ya da zorunlu olarak) kentlerde yoğunlaşan farklı kesimlerin her birinin sermayeyle kurdukları ilişkinin farklı olması ve dolayısıyla birbirleri arasında, sınıf çelişkileri olarak tanımlanabilecek çelişkilerin bulunmasıdır. Kentin bir karakteristik özelliği bu farklı unsurları bir araya getiren iş bölümünün gerçekleştiği alan olmak ise, bu karakteristik özelliğinden dolayı kent, aynı anda, söz konusu iş bölümünün doğurduğu çelişkilerin bilince çıkarıldığı alan olma özelliği de kazanmış olur. Bu bilince çıkarılma sürecini ilk etabı ideolojik6 karşılaşmalardır. İş bölümünün farklı düzeylerinde yer alan dolayısıyla farklı sınıfsal aidiyetleri olan kişiler aynı kentin sokaklarında karşılaşırlar.

Burada bir parantez açarak önemli gördüğümüz bir noktaya kısaca değinmekte yarar var ki, o da bu karşılaşmaları yalnızca etno-kültürel düzeyde değerlendirerek, bir sanayi kentinin kozmopolit ya da multikültürel yapısını buna dayandırmanın yetersiz olduğudur. Elbette kent, üzerinde yoğunlaşan sermayenin büyüklüğüne ve sağladığı olanaklara, açtığı iş kollarına, yani iş bölümünün çeşitliliğine bağlı olarak, etnik anlamda oldukça karmaşık bir demografik yapı sunabilir. Fakat bu karmaşıklıkta belirleyici olan aslında etnik aidiyetleri ne olursa olsun, bu farklı unsurların işbölümündeki pozisyonlarıdır. Zaten sermaye ilişkilerine entegrasyon arttığı ölçüde, aslında kır yaşamının birer kalıntısı olan etnik bağlar kendiliğinden ya da bilinçli olarak inkâr edilmeye başlanacaktır. Yani kapitalist üretim ilişkileri geliştikçe, kentteki kültürel çeşitliliği sağlayan birincil etmen de sınıfsal aidiyetler haline gelir. Bu anlamda tek bir bireyin sınıfsal geçiş yaşamadan bir şehirden diğerine geçmesi ciddi bir fark yaratmaz. Örneğin Paris kahvelerinde İstanbullu bir öğrenci çok da göze batmayacaktır. Aynı şekilde, bu kahvelerin hemen yanı başında bir şantiyede çalışan siyah yüzlü, kayıt dışı göçmen işçilerin de o şantiyeye hangi ülkeden geldiklerinin belirleyici bir önemi yoktur. Bu işçilerin hepsi birbirine benzer7. O şantiyeden bir “kağıtsız” işçiyle tanışan üniversite öğrencisi için tanıştığı işçinin Senegalli ya da Moritanyalı oluşundan ziyade, Paris’teki kayıt dışı yaşam koşulları ilgi çekici olacaktır. Sonuç olarak sermaye yoğunluğu ve burjuva nitelikli işbölümü, belirleyici ve kapsayıcı olduğu ölçüde, gerçekten de Marx ve Engels’in Manifesto’da da belirtikleri gibi dünyayı burjuvalar ve proleterler olarak ayırır8. Diğer farklar, ancak birer “renk”ten ibaret olarak kalırlar ve gerçek birer ideolojik karşılaşma sunmazlar.

Öyleyse kentlerin bir özelliğini daha fark etmiş oluyoruz: Bir kenti kent olarak tanımlamamız temelindeki sermaye birikimine ve üzerindeki burjuva nitelikli işbölümüne bağlı ise, bu temel derin olduğu ölçüde, demografik yapısındaki etno-kültürel çeşitliliğin düzeyine bakılmaksızın tüm kentleri kozmopolis olarak tanımlayabiliriz. Zira bir noktadan sonra kozmosun yani dünyanın tüm bileşenleri yalnızca bu işbölümündeki görevlerine bağlı olarak tanımlanacaktır. İşte çelişkilerin bilince çıkarılmasını sağlayan böylesi bir kozmopolis içerisindeki ideolojik karşılaşmalar oluyor. Yani bir işçinin burjuvayla, bir burjuva çocuğunun çöpçüyle, bir üniversitelinin “kağıtsız”la karşılaşması, aynı ortak mekânları paylaşmaları ve öyle ya da böyle birbirlerinin sorunlarından haberdar olmalarının ideolojik yansımaları. Bu karşılaşmalar, farklı sınıfların toplumsal anlamda birbirlerini anlamalarını ve nihayet birbirlerine karşı ya da birlikte, hatta kimi zaman birbirleri için savaşmalarını sağlayacak ilk öğretici adımın olanağını verir.

Örneğin Hüseyin Cevahir, okumaya geldiği İstanbul’dan, Fevzi Özkan’a yazdığı mektuplardan birinde kenti şöyle anlatır:

“Sana biraz kenti anlatayım. En kalabalık semti Beyoğlu, Beyoğlu’nda İstiklal Caddesi. Her renkten kadınlar dar etekleriyle, geniş etekleriyle çiğnediği kaldırım taşları var. Ama onlar taşlıklarından utanıyorlar. O kaldırımlardan kimler geçmez. Neler yoktur ki bu cadde boyundaki vitrinlerde, her şeyin en lüksü en erişilmezi. Ama her şeyin en acısı en çirkefi. Sefalet görkemin yan yana cüce-dev örneği duruşuna benzer buradaki çelişme. Yılbaşından [1965-1966 yılbaşı] bir gece önce [‘evvel’ yazmış üstünü çizmiş] çevreyi gözleyerek yürüdük bu caddede. Gördüklerimi sana anlatsam ya da anlatmaya gücüm yetse eminim ki nefret edeceksin bu denli rezilce yaşayıştan.

Başlıyorum:

Dilfuruz yaşlarında bir kız, önlüklü üstelik (öğrenci) iki fırçalı bir boya sandığıyla oturmuş gelenin geçenin pabuçlarını boyamak isteğinde. Acımasızdır burada insanlar. Kızcağızın durumu yürekler acısı. Yarın öbürgün bu kızcağız sübyan evlerine, ordan randevu evlerine, ordan barlara düşecek. Güzelliğini erken yitirecek bu yolda. Ve sokağa itilecek. Fakir kızın bu yola itilişindeki köklü nedenleri bulup çıkarmasak daha niceleri itilecek bu yollara ve doymadan yaşamaya (yaşamak ne güzel şey) mahvolup gidecekler.

Yol üstünde kurulmuş açık-seçik pazarlıklı öyle değerli, öyle iğrenç metalar satılır ki. Utanır kaldırım taşları onları dinlemekten. On iki-on üç yaşlarında kızlar beğeni duymadan şehvetin iğrençliğinde boğulurlar. İ.Ü Hukuk Fakültesi İstanbul Müftülüğü Süleymaniye Cami’sinin arasındaki duvar diplerinde yoksul erkek çocuklar satılır karın tokluğuna. İşte erişilesi gönülden istenen koca kentin iki acıklı tablosu. Daha uzun zaman anlatmak istemiyorum. Bu kentin kızları Amerika’nın ‘vestern’ filmlerindeki kovboylara benzer koca bulmanın, kuyruklu arabaların, katların, diplomaların peşinde. Gecekondular var. Her neyse.”9

Bunlar Hüseyin Cevahir’in yirmi yaşında bir öğrenci olarak kurduğu cümlelerdir. Fark edileceği gibi 1965’in İstanbul’u, bütün bu çelişkileri bir arada tutar ve bakmasını bilen bir göz sermaye düzeninin yarattığı tüm zıtlıkları ve çatışmayı aynı cadde üzerinde görüp bilince çıkarabilir.

TEKELCİ BURJUVAZİNİN KENTİ

Bununla beraber 1965 İstanbul’u için geçerli olan 2015 İstanbul’unda geçerli olmayabilir. Kentin niteliğinin sermaye birikiminin ve iş bölümünün düzeyine bağlı olarak sürekli değiştiğini söylemiştik. 20. yüzyılın son çeyreğinden itibaren sermaye birikiminin en fazla yoğunlaştığı ve metropol olarak tanımlanan kentlerde fark edilir değişimler gözlendi. Kimi yazarlar değişimi, devletin neoliberal dönüşümüne bağlamaktadırlar. Neoliberalizm iddiasına detaylı bir karşı çıkışı bir başka zamana bırakacağız, şimdilik yalnızca kentte görülen dönüşümün, neoliberal dönüşüm sanılan tüm diğer dönüşümler için de geçerli olacağı gibi burjuvazinin tekelci niteliğinin güçlenmesiyle ilişkili olduğunu söyleyebiliriz. Küçük işletmelerin serbest rekabetçi kapitalizmi, 20. yüzyılın başından beri tekelci dönüşümün ya da bir başka deyişle emperyalist bunalımın içindeydi ve bu durum, 20. yüzyılın son çeyreğinde, bunalımın yeni evresinde gerçek bir inkişaf halini almıştır.

Kent yapısı, iş bölümünün burjuva niteliğine bağlı ise, burjuvazinin değişen doğası işbölümünün biçimini ve buna bağlı olarak, kentsel mekanın paylaşılma biçimini de değiştirecektir. Kapitalizmin tekelci evresinde kent merkezlerine yayılmış olan küçük fabrikaların yerine kent dışında büyük sanayi komplekslerine ihtiyaç varsa, doğal olarak kent merkezindeki fabrikalar kapatılır10.

İstanbul için de bu gözlemi yapmak mümkündür. Artık kent merkezlerinde, Cevahir’in anlatısına olanak verecek gözlemlerin yapılması zorlaşıyor, işçi sınıfı ve yoksullar buralardan uzaklaştırılıyor, bu bölgelerdeki sokaklar, mahalleler, “soylulaştırılıyor”. Örneğin 2006 yılında Observer gazetesinde İstanbul için tatil yazısı yazan Vanessa Able, bir önceki on yıl içinde kentteki değişimi aktarırken, gettovari yasak bölgelerin (no-go zones), şık müşterilerinin sokaklara döküldüğü, yiyip içtiği hip ve hareketli mahallelere dönüştürüldüğünü, kulüpler, barlar, kafeler, restoranlar, mağazalar, oteller ve galerilerin patlayıcı bir hızla ortaya çıktığını ifade eder11. Yalnızca bir Tophane’ye bakarak bile Able’ın anlatısını doğrulamak mümkündür. Örneğin Vedat Türkali’nin ünlü İstanbul şiirinde, “mavi denize yaslanmış beyaz tahta masalı kahveleriyle” tasvir ettiği İstanbul’da Tophane semti, bir kuruşa Yeni Hayat satan kirli çocukların, karanlık sokaklarında koyun koyuna yattığı bir yerken, bugün tam da Able’ın cümlelerindeki hip mahallelerden biridir.

Bununla beraber kentsel dönüşüm programları, işçi sınıfının ve kent yoksullarının kent merkezlerinden uzaklaştırılması ve buraların soylulaştırılması, kentsel rant bakımından anlamlı olmakla birlikte, üretim koşularının güncel doğasınca dayatılmadan uygulanamayacak değişikliklerdir. Eğer hâlâ ihtiyaç olsaydı, kentsel rant için kent merkezindeki işbölümünden vazgeçilemezdi. Şu haliyle, kent hakkı için sadece bu dönüşüm projelerine karşı çıkmak, aslında tekelci burjuvaziye karşı çıkmak anlamına gelmelidir. Zira, karşılaştığımız dönüşüm, salt bir üstyapısal dönüşüm değildir. Dolayısıyla salt birkaç üst yapı kurumunun münferit kararına bağlı olamaz. Burjuvazi nasıl 19. yüzyılda o günkü gelişmişlik düzeyine ve kentsel nüfus örgütlenmesine olan ihtiyacı doğrultusunda kendine göre bir kent yarattıysa12, 21. yüzyılda da yine gelişmişlik düzeyine ve ihtiyaç duyduğu kentsel nüfus örgütlenmesine uygun bir kent yaratmaktadır. Dolayısıyla bu dönüşümü yalnızca rantla ya da kent yoksullarını görünür alanlardan uzaklaştırma çabasıyla açıklamak yeterli olmaz.

Öte yandan meseleye sermaye düzenindeki çelişkilerin derinleştirilmesi bakımından, yani sınıf mücadelesi perspektifinden bakıldığında, bu sürecin gözden kaçırılan bir önemli politik sonucu fark edilebilir ki, bu da kentteki dönüşümün, çelişkilerin bilince çıkarılmasını sağlayan ideolojik karşılaşmaların da önüne geçiyor olmasıdır. Buradaki sorun, yalnızca kent yoksullarının kentsel mekânlardan eşit biçimde yararlanma haklarını (ki böyle bir hakkın var olup olmadığı ayrıca tartışma götürür) kullanamıyor oluşları değil, ama farklı sınıfların coğrafi izolasyonunun özellikle küçük burjuvazinin devrimci dönüşümünü sağlayacak olan ideolojik karşılaşmaları engelliyor oluşudur. Zira tarih boyunca öyle ya da böyle sınıf hareketinin dinamik unsurları hep küçük burjuva kökenli olmuşlardır13. Kent küçük burjuvazisinin işçi sınıfıyla temasını kesmek, bu sınıfın potansiyel radikallerini bir anlamda doğmadan öldürmektedir. Bugün İstanbul’da bir üniversite öğrencisi, İstanbul’un gezinti semtlerinde Cevahir’in gördüğü çelişkileri, Tophane’nin karanlık sokaklarında koyun koyuna yatan kirli çocukları görmek yerine, aynı tip kahve dükkanlarında, aynı hamburgercilerde, aynı tip barlarda, aynı sınıfsal kökenden, yani hangi memleketten gelirlerse gelsinler aynı kültürü taşıyan, birbirine benzer kişilerle karşılaşmaktadır. Aynı şey işçi semtleri için de geçerlidir. Bu semtlerde yetişen gençler de, burjuvaziyi gerçek anlamda tanımadıklarından, zihinlerinde somut bir düşman kavramı oluşmamaktadır.

Artık hastalığın yeni bir safhasıyla karşı karşıyayız. Sınıfların izolasyonu ve izolasyon alanlarında monotipleşme bu safhanın bir karakteristiğidir ve ideolojik karşılaşmaların önüne geçtiği ölçüde oldukça önemlidir. Ve bu durum herhangi bir üstyapısal değişiklikle düzelmeyecek. Bugün bir başka İstanbul vardır: Elli yıl önceki haramilerin, karaborsacıların değil14, tekelci kapitalistin İstanbul’u. Bu gerçekliği görüp, neler yapılabileceğini mevcut koşulları dikkate alarak düşünmek gerekir.

Bundan elli yıl öncesinin İstanbul’u için, tekelci burjuvazinin yeterince güçlü olmadığı ve iş bölümünün tekelci biçiminin henüz yeterince yayılmadığını, burjuvazinin o tarihlerde hâlâ devlet teşekküllerine ihtiyaç duyuyor olmasına, hâlâ kent merkezlerinde kendilerine piyasada bir ölçüde yer bulabilen küçük atölyelerin, küçük fabrikaların bulunmasına, mahallelerde lonca kalıntılarının ve düzen dışı unsurların15 hâlâ varlığını sürdürebilmiş olmasına bakarak söylemek mümkündür. Ve bugün 1950’lerin İstanbul’una atıfla, kentsel hafıza alanlarından, kentsel mekânların adilane paylaşımından, kent hakkından söz etmek en iyimser ifadeyle nostaljik bir düş olmaktan öteye geçmez. Burjuvazi için o dönem geride kalmıştır. Ve burjuva üretiminin yerleştiği bir organizma olarak kent için de o dönem geride kalmıştır. Bu duruma bakarak, kent ölmüştür demek de doğru değildir. Loncaların kenti ölmüştür, sanayi öncesi burjuvazinin kenti ölmüştür, serbest rekabetçi burjuvazinin kenti ölmüştür: artık bu tekelci burjuvazinin kentidir. Ama işbölümünün burjuva niteliği var olduğu sürece kent de yeni biçimlerde var olacaktır. Aynı şekilde şayet sermaye düzeni ve işbölümünün burjuva niteliği ortadan kalkar ve toplumun komünist örgütlenmesi mümkün olursa, karşılaşacağımız yaşam alanını kent olarak tanımlamayacağız. Dolayısıyla kent hakkı yerine kentsizlikte16 ısrar etmek de bir seçenek olabilir.

1 Kent üzerine metaforlar için bkz. Catalán, R.P. (2011). La ville en tant que corps : métaphores corporelles de l’espace urbain.

2 Burada “virüs”ü iç dinamikleriyle geliştirmemiş olan topluluklardan söz ediyoruz. Amerika kıtasındaki yerli topluluklar (ilk uluslar) örnek verilebilir.

3 bkz. Homeros (1967). İlyada. çev. Erhat, A. Kadir, A. Sander Kitabevi. İstanbul.

4 bkz. Ağaoğulları, M.A. (2006). Kent Devletinden İmparatorluğa. (5. Basım). İmge Kitabevi. İstanbul., Şenel, A. (1970). Eski Yunanda Eşitlik ve Eşitsizlik Üstüne. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları No:307. Ankara., Şenel, A. (1996). Siyasal Düşünceler Tarihi, tarihöncesinde İlkçağda Ortaçağda ve Yeniçağda Toplum ve Siyasal Düşünüş. (6. kısaltılmış Basım). Bilim ve Sanat yayınları. Ankara., Mansel, A.M. (1999). Ege ve yunan Tarihi. (7. Basım). Türk Tarih Kurumu Basımevi. Ankara.

Ayrıca bkz. Erhat, A., Eyuboğlu, S. (1977). Hesiodos Eseri ve Kaynakları. Türk Tarih Kurumu Basımevi. Ankara, Thukydides (2017). Peloponnesos Savaşları. çev, Akderin, F. (2. Basım). Belge Yayınları. İstanbul.

5 Mansel, A.M. (1999). Ege ve yunan Tarihi. (7. Basım). Türk Tarih Kurumu Basımevi. Ankara. s.173-174.

6 Burada ideoloji kavramını kültürü de kapsayacak şekilde kullandığımızı belirtelim.

7 Bu benzerliği Sait Faik, “Birtakım İnsanlar” adlı öyküsünde en güzel bir biçimde ele almıştır. “Birtakım İnsanlar”, Sait Faik’in “Semaver” adlı kitabındaki öykülerden biridir.

8 “Ancak zamanımızın, yani Burjuvazi çağının, ayırt edici karakteri, sınıf çelişkilerini (antagonisme) basitleştirmiş olmasıdır. Toplum giderek daha fazla, birbirine karşıt iki geniş kampa, iki düşman sınıfa ayrışıyor: Burjuvazi ve Proletarya.”

Marx, K., Engels, F. (1895). Manifeste du Parti Communiste. Traduit par Lafargue, L. Paris: Ère nouvelle. p. 3.

9 Solgun, H.(2020). Cevahir. İstanbul: Ayrıntı Yayınları. s. 50-51. (Köşeli parantezler Solgun’a ait.)

10 İstanbul’da kent merkezinde yer alan fabrikaların artık birer hatıra olma sürecine ilişkin bkz. Ergur, A. (2019) “Kokular, Anılar, İmgeler: Yitik bir Sanayi İstanbul’u Çağrışımı.” Tutal, N. Kent Kitabı. İstanbul: Varlık yayınları. s. 99-122.

11 Able, V. (2006). “Cool Istanbul”. The Observer. 27 Aug. 2006. Ayrıca bkz. Özkan, D. (2012) “Şark şehrinden “cool” İstanbul’a Değişen İstanbul Tahayyülleri”. Birikim, no:277. s. 76-83.

12 Örneğin 19. yüzyıl Fransız burjuvazisince, Baron Haussmann eliyle eski Paris yıkılıp, üretim ilişkilerinin o günkü gelişmişlik koşullarına daha uygun olan “Güzel Paris” inşa edilmiş, tabii bu sırada yeni bulvarların barikat kurulmasını zorlaştıracak şekilde tasarlanmasına da özen gösterilmişti.

13 Bu durum yüz elli yıldır kimilerince eleştirilir, kimilerince görmezden gelinir, ama beğenilsin ya da beğenilmesin bu durum bir gerçeklik olarak ortada durmaktadır.

14 “(…)Sen şimdi haramilerin elindesin İstanbul / Plajlarında karaborsacılar / Yağlı gövdelerini kuma sermiştir (…)”. Türkali, V. “İstanbul”

15 Düzen dışı unsurlar, ayrıca ele alıp tartışılması gereken bir kavram olabilir. Burada bir biçide kent sınırları içinde kalmış olmalarına karşın, kapitalist üretim ilişkilerine doğrudan entegre olmamış olan her türlü unsuru kastediyoruz. Örneğin 1980’lere kadar İstanbul balıkçıları, Bizans’tan beri kullanıla gelen geleneksel yöntemlerle avlanmaya devam ediyor, avladıkları balıkları vergi dahi vermeden doğrudan doğruya mübadele ederek, 20. yy İstanbul’unda adeta pre-kapitalist dönemi yaşıyorlardı. Bu dönem Özal’ın endüstriyel balık avcılığına desteği, İstanbul balık rezervlerinin tüketilmesiyle neredeyse tamamen son bulmuştur.

16Bazı solcuların kenti sahiplenmesinde proletaryanın da kentsel bir sınıf olması etkili olabilir. Ancak proletarya savaşını kendini ortadan kaldırmak için verir. Dolayısıyla mücadelesi, proletaryayı da kentin ötesine taşıyacaktır.