Ana Sayfa Kritik Matt Haig’in “Gece Yarısı Kütüphanesi”

Matt Haig’in “Gece Yarısı Kütüphanesi”

Matt Haig’in “Gece Yarısı Kütüphanesi”

Matt Haig’in Gece Yarısı Kütüphanesi (The Midnight Library) 35 yaşındayken hayatın anlamsızlığına toslayarak kendini öldürmeyi planladığı bir uçurumun kenarına bir adım kala duran Nora’yı merceğine alıyor. Roman, Matt Haig’in depresyonla ilk elden deneyim sahibi olması nedeniyle otobiyografik izlekler de taşıyor. Haig 24 yaşındayken intihar teşebbüsünde bulunmuştu.

Hayatında bir dizi umut verici fırsatla karşı karşıya kalan ancak her fırsatta eylemsizliği seçen Nora, panik atak ve kaygıdan mustariptir ve akıl sağlığı giderek ivme kaybetmesine neden olmaktadır. Momentumunu kaybettiğinde kendisini haliyle depresyonun içinde buluyor. Bu tekrarlanan modele saplanan pişmanlık, onun hayatındaki en baskın duygu haline geliyor.

Haig protagonisti Nora’ya, her cildinin farklı seçimler sunduğu, yaşam ile ölüm arasındaki alacakaranlık bölgede bulunan bir kütüphanede intihar etmek yerine olası hayatları deneme fırsatı tanıyor. Olası hayatlara adım atmak için yapması gereken tek şey başka başka kitapları açmak ve değişik olasılıkları denerken gece yarısı saatini geçirmemektir.

Seçimlerindeki asıl zorluk, “salı günü gece yarısından birkaç dakika sonra hayatın sunduğu seçeneklerin gerçekten değerlendirilmeye değer olup olmadığına” karar vermesinde yatıyor.

Oradaki her kitap, Nora’nın başka seçimler yapmış olması durumunda yaşayabileceği bir hayatı temsil ediyor.

Protagonist, sayıları, sonsuz raflarında dizili kitap sayısı kadar olan ve bir kaleydoskopun içindeymişçesine sürekli değişen hayatları deneme olanağı buluyor. Nora, bu hayatları yaşamaya devam etmeye ya da dünyadaki hayatına geri dönmeye karar vermekte özgürdür.

Nora mutluluk ve doyum arama serüveninde hayal kırıklıkları baş gösterdiğinde kütüphaneye geri dönebilecek, iyi bir hayat bulursa orada kalabilecektir.

Nora bir olası varoluştan diğerine atlarken farklı hayatları test edip hayatın tadına yeniden kavuştuğu yanılsamasına kapılıyor.

O, bir varoş ev hanımının sıradan günlük tiyatrosunu yaşamayı reddederken, kâh rock yıldızı, kâh olimpiyat madalyaları kazanan bir yüzücü, kâh Kuzey Kutbu gemisinde bir araştırmacı oluyor.

Kuzey Kutbu gemisinde bir araştırmacı seçiminin ardından kendini, bir kutup ayısıyla ölüme yakın bir karşılaşmanın eşiğinde buluyor. Bu korkunç karşılaşma, hayatın kırılganlığına dair bir aydınlanmanın kıvılcımını çaka dursun, onun hayatta kalma içgüdüsünü de tetikliyor ve böylece daha önce gözünden kaçan çok net ve somut bir düşünceye kapılıyor:

“Ölmek istemiyorum.”

Nora, hayatın anlamını hiçbir zaman tam olarak kavrayamasa da o andan itibaren değerini takdir etmeye başlıyor.

Babasının yüzme sporunu bırakmaması durumunda muhtemelen hala hayatta olacağı başka bir seçenekte, bu sefer, bir yüzme karşılaşmasında tanıştığı ve uğruna Nora’nın annesini terk ettiği bir kadınla evleniyor. Bu seçim muhtemelen Nora’nın reddedilen annesinin ölümünü hızlandırıyor.

Hayatın başka bir versiyonunda Nora düğünü iptal etmek yerine nişanlısı Dan ile evleniyor ve kendisinden daha fazlasını bilmesine katlanamayan ve üstelik onu aldatan bir alkolikle yaşamak zorunda kalıyor.

Nora, kendisini tatmin edeceğini düşündüğü farklı hayatlar peşinde koşarken, diğer tarafta çimlerin başka bahçelerde her zaman daha yeşil olmadığını fark ediyor, çünkü her hayat kendi sorunlarıyla birlikte geliyor.

Muhtemelen en yoğun, en mükemmel ya da en değerli hayatlar bile belki de güzellik parıltıları içinde en hacimli hayal kırıklıklarını, monotonlukları, acıları, rekabetleri ve kıskançlıkları içeriyorlar. Belki de önemli olan tek anlam bu dünyada kendisi için bir tanık olmayı başarmaktır.

Kütüphane, hayatın olasılıklarının kutlamasının yapıldığı bir sahne izlenimi veriyor. Haig’in yapıtı, her seçim ve karardan yeni bir evrenin çiçek açtığı çoklu dünya teorisini temel izleği haline getiriyor.

Gece Yarısı Kütüphanesi, Schrödinger’in Kedisine ne olduğunun artık ikincil bir öneme sahip olduğu, paralel evrenlerin varlığının anlamlandırabileceği felsefi bir alt yapı üzerine inşa edilip okura, kurgunun yaldızlı ambalajında felsefi bir hediye olarak sunuluyor.

Bense, Haig karakterlerinin maksimler karmaşasını bir “anti-felsefe” olarak okudum.

Nora’nın anlam arayışı, kanımca, dünyevi öncelikler tarafından yönlendirilen bir girişim olarak öne çıkıyor.

Bu dünyevi öncelikler eğer para, şöhret veya hırs değilse, o zaman dünyanın tanımladığı şekliyle aşktır. Ancak okur, kendini feda etmekten, adanmışlıktan ve özveriden ziyade tamamen masturbatif bir aşk anlayışıyla karşı karşıya bırakılıyor.

Nora’nın kedisinin adı Voltaire’dir, o Bertrand Russell’ın hayata bakış açısını benimsiyor ve ön koluna Thoreau’nun en sevdiği bir dizeyi dövme yaptırmıştır.

Ancak, sırf pozitivist seküler felsefenin dolambaçlı yollarında ne manevi bir aydınlanma ne de bir katarsis ne yazık ki oluşmuyor.

Çünkü Nora’nın durumunda her şey, hayatın üstünde bir avuç fanteziyle tepinirken, hayattan ne istemediğini öğrenmekle ilgilidir.

Üstelik hayatın anlamının yanıtı, yerel bir kitabevinin “Ben” reyonunda bulunmuyor. Ne Matt Haig ne Paulo Coelho ne de Rhoda Byrne sizin yerinize hayatın sırlarını hiçbir zaman deşifre etmeyecek.

Adeta, aydınlanmanın hurda yığınından ve bağlam faylarından müteşekkil bir kişisel gelişim kitabı okuduğum hissine kapılıyorum.

Ruhsal değişim arzusunun kökleri, insanın doğası gereği iyi olduğuna dair bir yanılsamaya dayanıyor. İnsanın doğası gereği iyi olduğu ve yalnızca bu iyiliği kendi içinde keşfedip canlandırması gerektiği şeklindeki ön kabul, İncil’in de tamamen reddettiği bir fikirdir:

“Kalp her şeyden çok aldatıcıdır ve son derece kötüdür: Onu kim bilebilir?” (Yeremya 17:9).

Oysa Nora, Incil’in maksimlerini kendine erdem edinmiş bir protagonist olarak betimleniyor.

Bence, Kişisel Gelişim Edebiyatının en büyük yanılgısı, insanın ancak manevi aydınlanmanın doğru yolunu bulduğunda kendini değiştirebildiği ısrarında yatıyor.

Buradaki manevi aydınlanma, bir cesedin üzerindeki toprak yığınını atıp mezardan doğrularak güneş ışığından zevk alması ve kendini yeni bir uyanışa yükseltmesi alegorisi üzerine kuruluyor.

Oysa bir insan, olabilecek en iyiyi ve en kötüyü keşfedip deneyimleyerek hayatının olası sonuçlarına adım atabiliyor.

Olasılıkların, benliğin arzularına uymadığında bir kenara bırakıldığı, herhangi bir deneyimin, yalnızca kişinin gelişimine katkıda bulunduğu sürece anlamlı olduğu bir kişisel gelişim teorisi, modernist neslin hazcı zihniyetiyle tutarlı bir tutum olarak öne çıkıyor.

Gelişim nosyonunun burada, hedonist tutumları gizlemeye yönelik bir örtmece olarak kullanıldığını belirtmeliyim.

Nora, her şeyden önce, modernitenin fena halde büküp kötürüm ettiği bir kendilik bilincinden kurtulmayı hayal ediyor.

Şimdiye kadar yaptığı her hatayı, yaraların vücudunda bıraktığı her izi, ulaşamadığı her rüyayı, hissettiği her acıyı, bastırdığı her şehvet ve özlemi, kısacası her şeyi kabul ettiğini hayal ediyor. Kendini, elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışan duyarlı bir ‘hayvan’ olarak tahayyül ederken, bir buzulu, bir martıyı ya da bir balinanın burun deliklerini kabul etme şekli değişiyor. Ve bunu yaparken özgür olmanın nasıl bir şey olduğunu keşfediyor.

Ancak bu iyi niyetli çabaya rağmen, Nora’nın mantraları, zamanımızın bir Budist ayinini andırıyor: “Kendin gibi görünmeyi, hareket etmeyi ve düşünmeyi hedefle, kısacası kendinin en gerçek versiyonu olmayı hedefle. O senliği sevmelisin, onu kucaklamayı ve onaylamayı hedefle …”

Bu kendini sevme düzeyi karşısında Narsis bile dehşete düşüyor. Oysa, öznenin narsistik nöbetler geçirmeden sadece tek bir Ben olması yetiyor.

Gerçek hayatında diğer insanların rüyalarının gerçekleşmesine hizmet eden biri olduğunu fark eden Nora’ya kütüphane, mutsuzluğu için eşsiz alibiler sunuyor.

Orada kendini artık uysal bir kız çocuğu, saygılı bir kız kardeş, mükemmel bir anne, çalışkan bir memur ve sadık bir eş olmak zorunda hissetmiyor.

Gece Yarısı Kütüphanesi hiç kimsenin mükemmel olmadığı gerçeğinden hareketle, herkesin kendine bir şans vermesi gerektiğini salık veriyor.

Bir hayattan ötekine geçerken ilişkileri dalgalanadursun, kurgusal-kitap yolculuğu aracılığıyla deneyimlediği sayısız ve çeşitli seçenek, belki ilişkilerin ve bağışlamanın insan yaşamındaki merkezi önemini anlamasını sağlıyor.

Nora, girdiği hayatların, gerçekliğin değişken koşullarına göre şekil değiştirmesini izlerken, çevresindekilerin motivasyonlarının da kendilerinki kadar karmaşık olduğunu fark ediyor. Bu deneyimler, daha önce ondan kaçan bir barış ve bağışlama duygusu geliştirmesine olanak tanıyor. Kendini, sevdiği kişilerin ihlallerini affederken buluyor ve bu lütuf sayesinde kendini de bağışlamayı öğreniyor.

Gece yarısı Kütüphanesi, fantezi ve çağdaş kurgu arasındaki mükemmel kesişme noktasında duruyor. Kütüphane, hayatın anlamını sorgulayan öznenin alternatif hayatlar arasında dokunaklı ve ilham verici bir yolculuk yapmasını sağlıyor.

Sosyal medya kıyas kültürü nedeniyle, özne kendi öz sürümlerinden epey uzakta bir yerde, kendini diğer insanların hayatlarıyla kuşatılmış olarak buluyor. Instagram merkezli kültürün özneye başka bir şey sunması zaten beklenmiyor. İmrenilen başka hayatlar aracılığıyla sanal bir hayat süren insan, bu yüzden, kendisini kötü hissetmek için her zaman bir sebep buluyor. Oysa insanın, mutluluğu bulmak için farklı başka bir hayata ihtiyacı yoktur.

Nora, hayatındaki çeşitli çatallanmaları ve sapakları yeniden ziyaret ederken birçok ‘gidilmemiş yoldan’ geçiyor. Ancak en sonunda, hayatın, seçimlerimizden bağımsız olarak, kendi yolunda gittiğini fark ediyor.

Yaşamımızdaki her şeyin bizim kontrolümüzde cereyan ettiğine dair antroposen kasıntı ve kibri hayat, kazalar, doğal afetler ve nihayet ölüm gerçeğiyle bozguna uğratıyor. Kontrolümüzde olan tek şey, bu olup bitenlere nasıl tepki verdiğimiz ve başımıza gelen senaryolardan en iyi şekilde nasıl faydalandığımızdır.

Bize düşen sadece elimizden geldiğince hayatı, hakkını vererek yaşamak, sevmek, umut etmek, olumlu bir bakış açısı ve özeleştiri yapabilme becerisi geliştirmektir. Üstelik tüm bunlar, kendimize borçlu olduğumuz şeylerdir. Gerisi evrene kalmış. Onun kararlarına ancak alçakgönüllülükle boyun eğebiliriz.

Kütüphaneci Bayan Elm’in dediği gibi, küçük şeylerin büyük önemini asla hafife almamak gerekiyor.

Kader veya tâlih kavramlarına şiddetle karşı çıkanlar bu kitaba, muhtemelen, bir bardak çay içimi kadar zaman ayırmayacaklardır.

Kanımca insan bir şehir gibidir. Hepimizin tehlikeli birkaç tekinsiz ara sokağı, ama aynı zamanda şahsına münhasır saygıdeğer özellikleri bulunuyor.

Bu şehirde hoşumuza gitmeyen birkaç tehlikeli ara sokak, banliyö, gecekondu ya da kenar mahalle yüzünden bütün şehirden uzaklaşmak gerekmiyor. Şehirdeki arta kalan iyi şeyler orada yaşamayı belki değerli kılıyor.

Haig, protagonisti Nora aracılığıyla, “kötü birkaç parçasının sizi o bütünden uzaklaştırmasına izin vermeyin” demeye getiriyor.

Roman, seçim ve pişmanlığın karmaşık psikolojik dinamiklerini araştırırken alternatif yaşamlardan oluşan bir kitaplığın kibrini kullanıyor.

Nora’ya, hayatında başka seçimler yapmış olsaydı ne olacağını öğrenerek pişmanlıklarını hesaba çekme fırsatı sunuluyor. Denemeye çalıştığı ilk birkaç hayatı, en büyük pişmanlıklarını aklayanlardan seçiyor.

Ömür, keşke daha çok çalışıp, daha çok sevseydik, mali durumumuzu daha akıllıca yönetseydik, daha sevecen olsaydık, daha çok isyan etseydik, daha cesur olsaydık, birinin kahve davetlerine evet deseydik ya da daha çok yoga yapsaydık gibi derin pişmanlıklara eşlik eden keşkelerin toplamından oluşuyor.

İnsan yaşamadığı hayatların yasını tutuyor. Pişmanlık, insanın yüzündeki çizgileri kırış kırış yapıp hayat enerjisini solduruyor.

Ancak insan, yapmamak yüzünden pişmanlık duyduğu hayatın, farklı bir seçimle olası yapabildiğinden daha iyi veya daha kötü olup olmayacağını bilemiyor.

Özetle, insan tüm seçimlerinin toplamı bir varlıktır. Geçmişteki bir seçiminden pişmanlık duyması, şu anki halinden pişmanlık duyduğu anlamına geliyor. Oysa insanın kendini sevebilmesi için her şeyden önce yaptığı tüm seçimlerle uzlaşması ve onlarla barışık olması gerekiyor. Ve ancak kendisini sevdiği zaman etrafa sevgi saçabiliyor: “Kimseyi sevmemişti ve kimse de onu sevmemişti.” bu kitabın nerdeyse temel iletisi haline geliyor.

Nora, her deneyimden sonra iyi seçimlerin mutlaka iyi sonuçlar doğurmadığını anlamaya başlıyor. Farkındalık, onu daha büyük bir mutluluk olasılığına götüren anahtar nosyon olarak ön plana çıkıyor.

İntihar girişiminden sağ kurtulduğunda, hayatında daha önce gözünden kaçırmış olduğu bir huzur duygusuna uyanıyor. Sonunda, hayatında şu anda bulunduğu yerin, elindeki duygusal ve fizikî kaynaklarla elinden gelenin en iyisini yapmış olmasının bir neticesi olduğunu anlıyor.

Bu yaşamlardan herhangi birinin göreceli öneminin yalnızca tesadüfi olduğunu ve bir pişmanlık içinde yaşamanın eldeki gerçekliğe gereksiz derecede önem atfetmek anlamına geldiğini kavrıyor.

İnsan enerjisini neden başka bir hayatı hayal etmeye harcıyor? Üstelik başka bir hayatın elimizdekinden daha iyi olacağının garantisi bulunmuyor. Belki asıl sorun, yaşamadığımız için pişman olduğumuz hayatlar değil, pişmanlık duygusunun ta kendisidir; bizi buruşturup, solduran ve hem kendimizin hem diğer insanların en kötü düşmanı gibi hissettiren pişmanlık duygusunun…

Katıksız neşe için fantezi kıvrımları dışında, romanın ne bir yan olay örgüsü ne de bir geniş karakter kadrosu bulunmuyor. Temel konsept yüksekten uçarken aynı zamanda horizontal bir seyir de izliyor. Hapishane olarak algılanan hayatın bir mekândan ziyade bir perspektif olduğuna ve volkanların paradoksunun, onların hem yıkımın hem de yaşamın sembolleri olmalarından kaynaklandığına dair laytmotif, fantastik öncülü öne çıkarıyor.

Kurgusal öncüle, sıradan vahiyler, sıradan insanlar ve sıradan seçimlerle tohumlanmış dünyaların sonsuzluğu eşlik ediyor.

Haig, ana olay örgüsünü yönlendirmek için spekülatif bir unsurdan yararlanıyor. Hikayedeki bu spekülatif nitelik, Nora’nın en büyük varoluşsal endişelerini sözüm ona gideren plastik malzemelerden hız alıyor.

Haig, konu seçimini yaparken, paralel yaşamlar ve alternatif zaman çizelgeleri hakkındaki yazma geleneğinden faydalanıyor.

O, öyküleri daha çok benzetmeler veya felsefi ikilemler gibi okunan Borges’ten daha insancıl bir şekilde yazarken, romanının ana konsepti aslında Berges’inkine oldukça benziyor.

Jorge Luis Borges, “Yolları Çatallanan Bahçe” adlı hikâyesinde sonsuz zaman çizelgeleri fikri etrafında bir anlatı kuruyordu. Birinci Dünya Savaşı sırasında geçen hikâyede, Yu Tsun adlı bir casus, Richard Madden adlı bir İngiliz ajanından kurtulmaya çalışır. Bitmemiş metin, olay örgüsünün olası tüm permütasyonlarını yakalama niyetiyle yazılıyor, ancak her bir karakterin verdiği olası her kararla ayrı ayrı bölümler çatallanıyordu. Ve olası kararların sayısı nedeniyle, bölüm sayısı sonsuza yaklaştıkça romanın yazılması imkânsız hâle geliyordu.

Borges “Babil Kütüphanesi” öyküsünde de bir sayfadaki olası her harf kombinasyonunu içeren bir kütüphaneyi anlatıyordu. Kitapların birçoğunun anlaşılmaz olması, bazılarının henüz ortaya çıkmamış ya da ölü dillerde yazılmış olması nedeniyle kütüphane, giderek genişleyen bucaksız kapsamlılığı yüzünden kullanılmaz hâle gelmiştir. Kütüphaneciler, kitapları kullanılabilir kılacak şekilde düzenlemeye çalışırken sonunda delirir.

Haig’in kitabı, hakiki benliğin kodlarını deşifre etmek iddiasında bulunuyor.

Ancak, öznenin, her şey olmak için her şeyi yapmak zorunda olduğu bir hayat konsepti, fena halde hiçliğin duvarına tosluyor.

Oysa derin katmanlarıyla zaten sonsuz bir varlık olan öznenin böyle bir şeye ihtiyacı bulunmuyor. Onun sadece kendi öz varlığı ve öz benliğiyle insanlara karşı duyarlı ve nazik olması yetiyor. Başarı yanılsamasına teslim olmaması, sahici yalnızlığı kucaklayıp hayatta önemli olan tek şeyin aşk ve devrim olduğunu anımsaması yetiyor.

Midnight Library, bana, kolay tüketilen abur cubur öğünler kadar, içerikten yoksun ve besin değeri düşük, edebiyatın fast food’u niteliğinde bir roman izlenimi veriyor.

Roman yer yer okuyucunun zekasına basıp aşağılarken, karmaşık sorunlara, rengarenk bonbon ambalajlarına sarmalanmış şekerli çözümler sunarak, çirkin gerçeklikten mustariplere yıkıcı bir iyimserlik bağışlayıp, hayatın köstebek deliğinden aşağı yuvarlanan herkes için sağaltıcı bir ilaç olma iddiasındadır.

Gece Yarısı Kütüphanesi, sonsuza kadar uzanan raflarıyla, özneye, aslında sadece uçsuz bucaksız bir seçenekler mezarlığı sunuyor.

Nora, bir gece yarısı kütüphaneye geri döndüğünde yaşamla ölüm arasındaki sarkaçta, sona doğru tehlikeli bir şekilde salındığını ve ortalığın alev alev yandığını görüyor. Onu hayatta tutması için evrene yalvarıyor. Ve sonunda kendi evinde soluk soluğa uyanarak komşusundan yardım istiyor.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl